Sedat Demir ‘in kitabından söz ettiğim yazının başlığından anlaşılmıştır. Son yıllarda gördüğüm en güzel kapak
görseli, kitabı görür görmez zaten bizi okumaya davet ediyor. Yazarın içimizde
derin meraklar uyandıran ithafını saymıyorum bile. Şifahi Efendi’den(Kim ola bu
Şifahi Efendi?) alıntı, eski şark
metinlerine benzeyen mukaddimenin, bir de anlatıcı girizgâhının ardından
öyküleri okumaya başlıyorsunuz. Kitap müstakil gibi duran ancak birbirine
görünmez bağlarla, ayrıntılarla bağlı üç öyküden oluşuyor. Bir öyküyü
bitirmeden elinizden bırakıp soluklanmanız zor. Bu nedenle okumaya tedarikli
oturun. Ben kitabı bir bardak su gibi üç yudumda içtim.
Bu kitapta hiçbir şey alıştığımız
gibi değil. Öykülerin başlığını bile olması gereken yerde bulamayacaksınız. Her
birinin başında öykü hakkında kısaca malumat edinilecek bir takdim kısmı yer
alıyor. Okurken önce kitabın atmosferine alışmak, ayrıca çok dikkatli olmak
gerekiyor. Öyküler teknik olarak başladığı noktaya geri dönen, çember biçimli
hatta helezonik bir planla kurulmuş. Kurguyu besleyen oldukça zengin bir
sinema, müzik, edebiyat ve mitoloji birikimi var. Hiç de yabana atılmayacak bir
de mutfak kültürü… Sundukları tatlarla başımızı döndürüyorlar. İlk kitaplar
daima sahihtir, yazarını ele verir. Öykülerin derinliğine bakınca bunun bir
“ilk kitap” olduğuna inanmak güç olsa da Küçük Paris’in öykülerini okurken
satır aralarındaki gözeneklerden dikkatlice bakarsanız tanımak istediğiniz
yazarını da görebilirsiniz. Çünkü kitaptaki anlatıcıların sesi, bazen bizi
şaşkına çevirip sonra ettikleriyle eğlenen yazarın sesine çok benziyor.
Kurgu, çağrışımı çok güçlü metafor
ve imgelere dayandırılmış. Triportör, balkon, yara izi, kumrular, balıklar,
mezeler, kambur bunlardan birkaçı.
Anlatımın başından itibaren bir bataklık mevzusudur, gidiyor. Bu öyle bir bataklık ki hem
anlatıcıları hem de okurları tatlı bir sarhoşlukla içine çekiyor. Kitapta tıpkı
bir mazmun gibi kurgu içerisine saklanmış motifler de bulunuyor. İthafın bize
verdiği ipuçlarından birinin, Chavela Vargas’ın izini sürerseniz ‘girizgâh’
olarak tanımladığım bölümde bazı detaylar yakalayabilirsiniz(Vargas denilince Frida’yı
hatırlamamak mümkün değil, yalnızca Vargas değil kitaptaki bazı işaretler de bize
Frida’yı çağrıştıracak). Sarı Dede ile Maryam’ın efsanevi hikâyesi –ki bu,
bataklıkla ilgili temel anlatı-
Meksikalıların “Ağlayan Kadın” efsanesi ile “Saba Melikesi Belkıs”
hikâyesine bir gönderme. Son öykünün kahramanı, bir zamanların güzel şarkıcısı Suzan’ın
macerasında da “Ağlayan Kadın”ı hatırlatan ayrıntılar gizli. Saba Melikesi
Belkıs başka yerlerde de çağrışımlarla önümüze geliyor, mesela ikinci öykünün
kahramanı Nurperi’nin asıl adı Belkıs; ilk öykünün sonuna doğru da birinin
“Makeda” diye seslendiğini duyuyoruz.
Kitabın temel kurgusu, neredeyse
ölüm tarafından bile bir müddet unutulmuş, üç geçmiş zaman kadınının -Sadberk,
Nurperi ve Suzan’ın- macerası etrafında örülmüş, bir mahalle hikâyesidir. İstanbul’un
çok renkli, çok sesli; tarihi, mutfağı,
kültürü ile oldum olası zengin, dizilere, filmlere, kitaplara konu edilmiş
semti Samatya yani zamanının “Küçük Paris” i öykülerin mekânı oluyor. Deresi,
bataklığı, İkiyüzlü Çeşme Sokağı, İstasyon Gazinosu, Merhaba Caddesi en çok da
eski Ermeni ve Rum evleriyle, anlatılan yaşamlara tanıklık edip geçmiş zamanın
tozuna bulanmıştır, Küçük Paris. Kitapta sürekli kimlik ve el değiştiren hatta
kaybolan anlatıcıların arasına, uğuldayan sokakları, dişil özellikleri, titrek
sesiyle pekâlâ Samatya da karışabilir, çünkü yaşlı kadınlar hep öksürerek ve
kesik kesik konuşurlar.
Sadberk, Nurperi ve Suzan, üçü de
aslında iyi koşullarda yaşamış güzel hatta ‘çapkınca’ kadınlardır (Bu arada
belirtelim, bir erkek yazarın kadın kahramanların dilinden bu kadar başarıyla konuşması
pek takdire şayandır).Hayatın cilveleri zengin yoksul, güzel çirkin ayrımı yapmaz
ve keder herkese eşit uzaklıktadır, bu üç kadının hikâyesi de buruktur. Hayatlarına
karışan, yanlarında, yakınlarında bulunan kişiler de hikâyeleriyle onların
acısına acı katarlar. En çok da nefes alabilmek için sığındıkları ama hiçbir
zaman gerçek olamamış düşlerin bataklığında boğulurlar.
Kitabın içinde dört görsel yer
almış. Bunlardan ilki “Triportörlü Hikâye”nin başında ve Aragon’un “Kibar
Semtler” romanına ait. Diğeri, bir sayfa sonra, metnin kurgu taslak çizimine
benziyor. Bu çizim okurun öyküyü kavramasına kılavuzluk edebilir. İlk öykü, kahramanı
Sadberk’in adı gibi çok katmanlı, kitapta kendisini takip eden iki öyküden daha
kompleks bir yapıya sahip. Sadberk bir iştahla, kendisinin, Mevlüt’ün,
Ayla’nın, yıllardır birbirini arayan ama kör bir nokta yüzünden kavuşamayan
âşıkların hikâyesini anlatıyor. Bu arada kahramanlar alıp başını gidiyor, kurgu
öyle dallanıp saçılıyor ki iskeleti görmek güçleşiyor. Aslında okuyacaklarımızın,
okuduklarımızı aydınlatacağı fikri bu karmaşada merakımızı tetikliyor. Bu öykü
üslup bakımından da diğerlerinden biraz farklı. Şuur akışının yoğunlaştığı
bölümlerde iç içe geçmiş, parçalanmış cümleler anlamı ve grameri zorluyor.
İkinci öykünün başında bulunan
“Rüzgâr Gibi Geçti” filminin afişi kitaptaki bir diğer görsel. Öykü bir
apartmanın beşinci katından atlamaya hazırlanan bir gencin düşünceleriyle
başlıyor. Kurgu ilerledikçe gencin amacının intihar olmadığını anlıyoruz.
Evvela uçmayı öğrenmiş bu delikanlı, şimdi konmaya yani dünyaya dönmeye çalışıyor.
Ona kanatlanıp uçmayı öğretense masmavi gözleri olan, kendi güzel ama bahtı
kara, ihtiyar bir kadın, Nurperi, kahramanın çocukluk aşkı. Filmlerin hayal
dünyasına getirdiği zenginlikle yaşayan bu kadın, hayattan, yaşayamadıklarının
intikamını film izleyerek alıyor. Kahramana da küçük bir çocukken ‘ondaki manayı
terbiye edecek’ olan sinemanın, müziğin, aşkın ve rüyaların kapısını aralıyor. Lâkin
düşlerin lezzeti zehirlidir, uçmak güzelse de konmak zor ve acı vericidir.
Kitaptaki son görsel, üçüncü
öykünün başında yer alan bir gazino afişi. Küçük Paris’in bir zamanlar meşhur
gazinolarında sahne almış güzel şarkıcı Suzan Dilber’e ait. Bir suçun bedelini
yaşamıyla ödemiş, dahası acılarını ömür boyu taşımaktan yorulmuş, çirkince bir
kamburdur artık Suzan. Hâlâ okuma yazma bilmiyor, ağzı bozuk, huysuz bir ihtiyar,
yapayalnız yaşıyor. Üstelik kimsenin göremediği bir çocuk –Asım- tarafından
takip ediliyor. Doğdu mu Asım, hiç var oldu mu bilinmez, ama Suzan’a sürekli
hatırlatıyor, hatırlamaması gerekenleri. Suzan’sa hep acı çekiyor.
Bitiriyoruz, son sayfa. Üslubu şiirsel olmasa da bu öyküler; filmler,
kitaplar, şarkılar sayesinde metafor, imge ve çağrışımları ile şiir lezzeti
bırakıyor ruhumuzda. Yazarından daha ne güzel kitaplar gelecek kim bilir? Son
sayfayı da okudunuz mu? Artık karakterleri az çok tanıdınız, olayları
anladınız. Az çok mu? Evet… Şimdi dönün en başa, dönün, dönün üşenmeyin.
Kaçırdığınız dehlizler, fark etmediğiniz ayrıntılar var. Damağınızda kalan bu
tat devam edecek. Bir bardak çay daha doldurun. Konuşan ses size çok tanıdık
gelecek, artık dilini çözdünüz. Kim? Aramızda sır. Hangisi kurmaca ne kadarı gerçek,
siz karar verin.
“Bir de her şey anlatılmaz,
hikâye sessizlikte demlenir. Boşluklarda.” (s.16)
Sedat DEMİR, Küçük Paris Fena Öksürüyor, Dedalus Kitap, Ocak 2016
Kitabı, Chavela Vargas dinlemeden okumak olmaz.
Tuba DERE, Ayraç Dergisi, s.76'da yayınlanmıştır.
Sedat DEMİR, Küçük Paris Fena Öksürüyor, Dedalus Kitap, Ocak 2016
Kitabı, Chavela Vargas dinlemeden okumak olmaz.
Tuba DERE, Ayraç Dergisi, s.76'da yayınlanmıştır.