#tubadere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#tubadere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Değişen İnsanın Dili: Sibop


Geçtiğimiz yılın bol kahkahalı romanlarından biriydi bence Sibop. Romanı merakla, güle eğlene, bir solukta okumuştum. Yakın bir tarihte kitabı yeniden gözden geçirdim. Çünkü öyküleriyle tanıdığımız Başar Başarır’ın ilk romanı Sibop, ikinci kez yazarına -bu defa roman dalında-  Yunus Nadi Ödülü getirdi.
 
Başarır romanında sanattan, bilimden, teknolojiden, mekanikten az çok anlayan, yeri gelince hepsinin terminolojisini laf ebeliğine seferber eden, bilmiş ama bir baltaya sap olamamış bir karakter yaratmış: Orhan. Argoda, uygun olmayan bir ortamda yapılmaması gereken şeyleri yapan anlamına gelen sibop da Orhan’ın lakabı. Yazar neden kitabına böyle bir isim seçmiş? Önce tuhaf geliyor (Hamdi Alkan’ın Gazman tiplemesini çağrıştırıyor), okudukça sebepleri kavrıyorsunuz. Kitabın aşağı yukarı klişe bir kurgusu var. Orhan, Hukuk Fakültesini bitirdiği hâlde, adalete inancını kaybettiği için avukat olamayan, evde ablasının kurduğu şirket üzerinden para kazanmaya çalışan, diplomalı bir işsiz. Annesi gibi baskın bir karakter olan ablası Nebahat’le aynı evde yaşıyor. Ara sıra onlara konuk olarak gelip gitmek bilmeyen, iyi saatte olsunlara karışmış bir de halaları var (kitabın bence en renkli tiplemesi). Çok karışanlı bir hayat Orhan’ınkisi, evdeki mevcut kadroya laf yetiştirmek yetmezmiş gibi mezarından vara yoğa söylenen annesine de ara sıra dil dökmesi gerekiyor. İnsanlardan korkmak, onlara iyi davranamamak, bir de hazır cevaplık Orhan’la Nebahat’e anneden yadigâr. Zaman zaman kara mizaha da dönüşebilen mizah anlayışı ise Orhan’ın uyum sağlayamadığı hayata katlanabilme biçimi.  

Kendisini “Cihangir çiyanı”, “acemi kolpacı” olarak nitelendirse de iyi bir adam Orhan, hiç gizlisi saklısı yok, ne varsa dilinde; kimseye bir faydası dokunmuyor ama zarar da vermiyor, hayatta kaybettiğini baştan kabullenmiş, belki de aşkta kazananlardan olmaya çalışıyor. Bir gün feysbuk yoluyla tanıştığı Aslı’yla, ne olduğunu anlayamadan evleniveriyor. Evliliklerinin ilk günleri aşkla dolu, mutlu, umutlu geçiyor, ancak kısa bir süre sonra Aslı ortalıktan kayboluyor. Evlilikten önce bir evin tenhalığında, etliye sütlüye karışmadan yaşayan Orhan’ın hayatı, karısının kaybolmasıyla birden arapsaçına dönüyor. Ayrılık yüzünden acının dibine vurması bir tarafa, hayatına beklenmedik olaylar ve insanlar giriyor. Orhan Aslı’nın kayboluş sırrını çözüyor ama bu arada kendini tutamayıp Sami Abi’nin önünde ağlayınca adı “Sibop Orhan”a çıkıyor. Olaylar zincirine acemice işlenmiş, bir yandan da komik, Necip Tekbulut cinayeti ekleniyor; işin içinde büyük paralar dönüyor, olan bitenin aslında Aslı’nın babasının yani eski tiyatrocu Kerim’in hikâyesine dayandığı anlaşılıyor. Yazar kurgunun temelinde yatan geçmiş olayları okura, kronolojik akış içerisine yerleştirdiği geriye dönüş bölümleriyle aktarıyor. Bu işte karı-koca-kardeş tiyatrocuların (bize ünlü tiyatrocu bir aileyi hatırlatıyor), müvekkilinin aile sırlarına vakıf, her türlü dolabı çevirmeye müsait avukatların, Şükrü Yosun gibi yeni türedi, ensesi kalın inşaat zenginlerinin, mafyanın parmağı var. Olaylar barda tehdit, haneye baskın gibi polisiye film sahneleriyle renkleniyor. Hikâye, onlar ermiş muradına denebilecek bir sonla nihayetleniyor. 

Sibop’ta evlere şenlik tipler var: Detay Haşmet, Sami Abi, Yosunlar İnşaat’ın sahibi Şükrü Bey gibi üç kâğıtçı tipler, dünya batsa üste çıkmanın yolunu bulacak Tekcan gibiler, yerinden kalkmadan âlemi takip eden Nebahat gibi internet bağımlısı bilgeler, Şule ve Oruç gibi işini bilen ama aydın geçinen ünlüler; özü, sözü bir Başrol Hamdi ve karakter oyuncusu Kerim gibi düzgün adamlar, konuşup kendi derdini anlatamayan, okura hep Orhan aracılığıyla aktarılan Aslı gibi masumiyet abidesi kadınlar. Kamu malını kişisel çıkarları için kullanmaya teşebbüs edenler, amaçlarına kutsal ideal süsü vermiş menfaatçiler, doğru söylediğini iddia eden yalancılar, kısaca iyiler ve kötüler var. Yazar, memleketin son model insan profilinin karakteristik tiplerinden bir derleme yapmış. Kişilerdeki bu seçim, romanı hem çok sesli hem de çok renkli kılmış. İlginçtir, romanda farklı çevrelerden, farklı kişiliklerde birçok kahraman yer alıyor, her birinin kendine özgü bir sesi var. Yazarı öncelikle gözlem yeteneğinden ve tespitlerindeki isabetten ötürü kutlamak gerek. Kurgunun kronolojik ve geriye dönüşlü anlatım zamanları kendine ait bir atmosfer derinliği taşıyor. 70’li yılların anlatıldığı bölümler dönemin ruhunu, o günkü insanın yaşam biçimini, dünya görüşünü ve ahlak anlayışını yansıtarak okura günümüzle geçmişi kıyas şansı veriyor.


Kitabın en orijinal yanı, hiç kuşkusuz dili. Başarır romanını popüler bir üslupla, sosyal medya diliyle (buna youtuber ağzı mı desek?) örmüş. Anlatıya yer yer kabalaşan, iğrençleşmekten çekinmeyen, sert, eril, argo bir dil, küfürbaz bir erkek sesi hâkim. Önüne gelene öfkelenen, rahatça kabalaşıp sövebilen, ikiyüzlü davranmaktan çekinmeyen günümüz insanının farklı toplumsal katmanlardaki temsilcilerini görüyoruz Sibop’ta. Barmeni de büyük şirket patronu da mafyası da aydın geçineni de aynı dille ‘konuşuyo’. Üstelik bu üslup yalnızca diyaloglarda ortaya ‘çıkmıyo’, romanın anlatım dili onun üzerine kurulmuş. Olaylar Orhan’ın iç konuşmalarıyla aktarılıyor, bir anlamda yazar okurla sohbet ediyor. Bizzat Orhan’ın üslubu bu; imlayı hatta kesik, kopuk cümleleriyle grameri bile zorlayan bir Türkçe. Kitabın bir yerinde kahramanına “…beni ve bozuk ağzımı bağışlayınız. Açık saçık konuşuyorsam, derdimi açık seçik anlatabilmek içindir.”[1] dedirterek okurdan özür dilese de bu anlatım dili, yazarın bilinçli seçimi. Başarır edebi olmayan bir dille bir edebiyat eseri yazmış. Dikkat edilirse geçmişin tozlu sayfalarına dönüldüğünde üslup birden değişiyor. Sanırım bu noktada, kuralları ihlal ederek değişen, başka bir anlaşma biçimine dönüşen bu dilin yaşamımızı nasıl biçimlendirdiğine bakmak gerek. Kullanılan dil, zihniyetin temsilcisidir. Böyle düşününce kitabın ismini de bir gönderme saymak mümkün. “Reytingini düşük bulmak”, “RT almak” gibi güncel tabirlerin yanı sıra Orhan’dan ve halasından işittiğimiz yerel atasözü ve deyimlerin anlatımı zenginleştirdiğini de söylemeden geçmeyelim.

Yazar romanında öncelikle adalet olmak üzere aşk, aile, etik, şehircilik, mimari, sanat ve tiyatro/oyunculuk gibi kavramları ironiyle sorgulayıp yorumluyor. Aslı ile Orhan’ın evlilikten beklentileri de kadın ve erkeğin ayrıştığı noktaları göstermek bakımından manidar. Zaten Aslı’nın masumiyeti ve idealizmi (babasının vasiyetine karşı gösterdiği hassasiyet) de Orhan için yabancı. Çünkü Orhan akışın dışında kalsa bile bugünün insanı. Sibop bence, erdemli olsa da çalışmayı ve savaşmayı göze alamadığı için hayatın kıyısında kalanlarla ‘anasının gözü olmadığı’ için susturulan masumların, ekonomik ve siyasi gücü ele geçirerek dilediğince at koşturanlara karşı verdiği sessiz mücadeleyi anlatıyor. Savaşın kazananı baştan belli ama sonunda adaletin tecelli edeceğine de güvenmek gerek. Kaybetmiş gibi görünen taraf ise evinde, huzur içinde, deli gibi sevdiği karısının yanında içkisini yudumluyor ne de olsa “galip sayılır bu yolda mağlup”.



Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.102'de yayınlanmıştır.

Başar Başarır, Sibop, Can Yayınları





[1] Sibop s. 165

28 Kasım 2017 Salı

Gözsüz Balıkların Gözlerine Bakmak

Çocuk ve gençler için yazdığı kitaplarla çok sayıda ödül alan Amerikalı yazar Avi geç keşfettiklerimizden, dilimize az sayıda çevirisi yapılmış. Hayykitap tarafından Türkçe’ye çevrilip yayınlanmasının üstünden birkaç yıl geçmesine rağmen benim de okumakta geciktiğim kitaplardan biri “Balıkların Bununla Ne İlgisi Var?”. Avi’nin yedi öyküden oluşan eseri. Bugün artık çocuk ve gençlere yönelik çok sayıda kitap yazılıyor ama pek azı çocuk dilinden konuşup onların dünyasına yaklaşabiliyor, işte Avi bunlardan biri. Yazarın kendi hikâyesi de ilginç. Öğrencilik yıllarında özgün öğrenme güçlüğü yaşamış, başarısızlığını dikkatsizlik ve özensizliğe bağlayan büyüklerden çok çekmiş. Yazdıklarında çocuk ve gençlerin dünyasına bu kadar içeriden bakabiliyor oluşunu ve didaktizm peşine düşmeyişini belki geçmişteki bu ‘kusur’una borçludur, bilinmez.

Avi, yetişkin diline ve öğretisine, genel geçer kurallarına kafa tutan, büyükleri ters köşeye yatıran, aykırı ergenler için zaman zaman sertleşen bir dille ve sıradışı kurgularla yazmış bu kitaptaki öyküleri. Öykülerde yer alan yedi çocuk kahraman da 11-14 yaşlarındalar. Zaten o yaşlar, çocukluğun şekerli tadının bittiği, ışıltılı renklerin yavaş yavaş söndüğü çağlar. Kitaptaki çocuklar hayatın acımasız yüzüyle erken tanışmışlar; hemen hepsinin yürek burkan, hazin bir hikâyesi var. Hem kendilerine hem de hayatlarındaki yetişkinlere bir zamanlar bizim de sorduğumuz ama cevabını alamadığımız, sormamamız gerektiğine inandırıldığımız, cevapsızlıktan yorulup sormayı bıraktığımız sorular soruyorlar. Mesela ‘yapmak üzere olduklarımız gerçekten yapmak istediklerimiz midir, yoksa birinin bize yapmamızı söylediği şeyi mi yapıyoruz?’ gibi sorular... Tüm çocuklar gibi öykülerdekiler de aslında gerçeği en yalın hâliyle, oldukça net görüyorlar; yaşadıkları durumları anlamlandırma biçimleri ve sorunlarla baş etme yöntemleri kendilerine mahsus, en mühimi de büyüklerinkinden farklı.

Kitabın ilk öyküsünde -aynı zamanda kitaba adını veren öykü bu- mutluluğun ne olduğunu, sokakta karşılaştığı hasta bir dilenci üzerinden sorgulayan bir çocukla karşılaşıyoruz. Annesi Willie’ye dilencinin mutsuz olduğunu ve ona yaklaşmaması gerektiğini söylüyor. Oysa Willie o adama annesinden farklı bir gözle bakıyor ve başka bir dille ona yaklaşıyor, zarar da görmüyor ama annenin çocuğuyla dilenci arasındaki bu iletişimi anlaması mümkün değil. Willie’nin anlattığı, karanlık yüzünden görmeyi unutan “gözsüz balıklar” hikâyesi, öykünün mesajını oldukça çarpıcı hâle getiriyor. Kitabın ikinci öyküsünde ise kötülüğü meziyet sayan ama bir tesadüf sonucu başka bir insanı gözlerken, onun hikâyesini dinleyip içselleştirirken, bir bakıma kendini başka birinin aynasında izlerken büyüyen Matt Kaızer adlı bir çocuk var. Ne olduğunu daha doğrusu ne olmadığını bir başka kötüyle kendini kıyasladığında anlıyor Matt, aslında meselenin iyilik ya da kötülük olmadığını anladığı gibi. “Konuş Benimle”nin kahramanı, her gün aynı saatte, esrarengiz telefonlar alan ve zamanla telefondaki bilinmeyen kişiye iç dökmeye başlayan Maria isimli bir genç kız. Maria’nın abisi Brian, tıpkı yazar gibi ‘öğrenmeyi beceremeyen, kendine özgü’ biri. Ailesiyle yaşadığı sorunlar yüzünden evi terk etmiş ve kız kardeşi onu çok özlüyor. Bir diğer öyküde sınıfın zeki ve çalışkan öğrencilerinden Gregory’nin öğretmen Bayan Wessex’le yaşadığı bir sorun nedeniyle arkadaşları tarafından intikam almaya kışkırtılışı anlatılıyor. Haksızlık eden öğretmenine ders vermek isteyen Gregory’nin çocukça girişimi, olayın iç yüzünü öğrenmekle iyiliğe dönüşüyor ve öğretmeni de değiştiriyor. “Evcil Hayvanlar” öyküsünün kahramanı Ivy’nin evde kraliçeliğini ilan etmişken birden bire ölen bir kedisi var. Melek öyle bir kedi ki ölümden sonra bile hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Önce arkadaşı Gölge’yi peşinden ölüme sürüklüyor, sonra kendisine hizmet etmesi için Ivy’yi de götürmeye geliyor. “İçinde Ne var?” öyküsünde okul ödevi olarak birbirinin tıpatıp aynı iki kutu yapan bir çocuğun başına gelenler anlatılıyor. Kutular benzerlikleri sebebiyle bir ölüm kalım meselesinin aracı hâline geliyorlar, ama onları yapan çocuğun zekâsı sayesinde sorun çözülüyor. “Şans Kurabiyesi” annesi ve babası boşanmış olan, babasının sorumsuzluğu yüzünden sıkıntılar yaşayan ve babasına bir ders vermek isteyen Parker’ın öyküsü. Anne ve babasıyla çıktıkları akşam yemeğinden sonra annesine “Senin için içimde sevgiden daha iyi bir şey var. (…) sana güveniyorum.(…) Bu da benim seni incitebileceğim anlamına gelir. (…) ben seni incitsem de sen beni incitmezsin.” diyor. Bir çocuğun gözünden sanırım anneliğin en güzel tanımı bu ifadeler.

Avi’nin okurunu derinlere çağıran sesini, önce büyüklerin duymaya ihtiyacı var. O bizi yanına bile yaklaşmaya korktuğumuz şeylerle, onların en sade hâlleriyle yüzleşmeye davet ediyor. Öykülerindeki, uyum yerine uyumsuzluk gösteren, itiraz eden, yeri geldiğinde acımasız olabilen çocuklarla yapıyor bunu. Onlarla tanışmalısınız. Mesela içinde hep koca bir hiç olmak korkusu taşıyan Danny’yi herkes tanımalı. Mutluluk, sevgi, bağlılık, sorumluluk, ayrılık, değersizlik duygusu gibi kavram ve durumlara çocuk gözünden bakmaya, hüsranı onların gözlerinden okumaya var mısınız? Bu biraz cesaret istiyor da. Çocukların bilmesini, düşünmesini pek istemediğimiz şeyler yazıyor bu kitapta. Ergenler bu kitabı, anlatamadıklarını dile getiren, onların sesi olan bir yazarın varlığına içten içe sevinerek okuyacaklar. Hatta bu kitabı çocuklara okutmasak mı? Evet evet, karanlık mağaralarda kör ama hâlinden memnun yaşamına devam eden balıkların bununla ne ilgisi var? 

Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.96'da yayınlanmıştır.

Balıkların Bununla Ne İlgisi Var? -Avi- Çeviri: Şiirsel Taş- Hayy Kitap


17 Ekim 2017 Salı

Çocukları Büyüten Bir Çalışma Kampı

Bir iki gün sıradan yaşamınızdan çıkıp güzel bir çalışma kampına konuk olmaya ne dersiniz? Gençlik yıllarını benim gibi böyle kampların hayaliyle süslemiş biriyseniz işte size bulunmaz fırsat. Ama siz onu şu sıcak yaz günlerinde bir bardak limonata niyetine, içinizi ferahlatmak için de okuyabilirsiniz. Elinize alınca bırakamayacağınızı peşinen söyleyeyim. Zira bu kitabı sadece okumuyor, film gibi izliyor hatta yaşıyor insan.

Daha evvel atölye çalışmalarıyla ve çocuk kitaplarıyla tanıdığımız Füsun Çetinel, bu defa bir gençlik romanıyla okurlarının karşısına çıkıyor. “Duvarda 3 Hafta” kısa bir süre önce Günışığı Kitaplığı’ndan yayınlandı. İyi bir anlatıcı olan Çetinel, yazdıklarını merakla okutuyor. Akıcı üslubunun yanı sıra iyi oluşturulmuş karakterleriyle, hitap ettiği yaş grubunun dilini ve yaşama bakışını kavrayış gücüyle de başarılı bir kitap, Duvarda 3 Hafta.

Romanda bir çalışma kampında geçen olayları kahramanın ağzından dinliyoruz. Melisa, tatilde, arkadaşları Ceren ve Mısra’yla Amerika’daki yaz okuluna annesinin aniden işten çıkartılması yüzünden gidemiyor. Bunun yerine ailesinin yönlendirmesiyle –Melisa’ya göre annesinin zoruyla- Almanya’da bir çalışma kampına gitmek zorunda kalıyor. Henüz yolun başında peş peşe olumsuzlarla karşılaşan Melisa, aksiliklerle dolu yolculuğunu tamamlayıp kampa ulaştığında telefonun çekmediği, internetin olmadığı bu yerde hiçbir şeyin istediği ve beklediği gibi olmadığını görüyor. Çalışma grubunun lideri Fernando (İspanyol), farklı ülkelerden gelen Diana (Meksikalı), Engrique, Claudia (İspanyol), Vera (Belaruslu), Saşa, Oleh (Ukraynalı), Rina (Koreli), Raphaelle, Jonathan (Fransız) ve Melisa’ya yapacakları işi anlatıyor. Melisa hiç tanımadığı gençlerle üç hafta bu kampta, hiç de konforlu olmayan koşullarda kalacak, üstüne üslük tarihî bir duvarı yıkıp yerine yenisini örmek gibi oldukça ağır bir işte çalışacak. Ayrıca çalışma arkadaşları arasında, hiç hoşlanmadığı, Vera gibi felaket bir kız da bulunuyor. Melisa ilk hafta, başının sıkıştığı durumlarda sürekli Los Angeles’taki arkadaşlarını düşünüp, onu buraya getiren şartları hatırlayarak kamptan ayrılma hayalleri kursa da haftanın sonunda yavaş yavaş grup arkadaşlarını tanıyor ve ortama alışıyor.

Grupta herkesin kampta olmak için farklı sebepleri var. Kimi burs kimi iş istiyor. Mesela Fernando grup liderliğinde başarılı olursa Almanya’da sürekli bir iş bulabilecek. Zaten iyi bir lider olan bu çocuk, çok da sabırlı. Grupta dengeleri iyi koruyor ve çıkabilecek sorunları önceden hesap etmekle kalmayıp gençlerin psikolojisini ustaca kontrol ediyor, kampı onlar için eğlenceli hâle getiriyor. Kendine mahsus özellikleri olan ilginç biri Jonathan. Raphaelle tam bir bilge, Vera ise tam bir baş belası. Oleh ve Şasa’nın maddi koşulları iyi olmayan ailelerden geldikleri belli. Diana çok güzel dans ediyor. Zamanla Melisa ön yargılarından kurtuluyor, arkadaşlarını ve kampı sevmeye başlıyor. Onu buraya bağlayan bir aşk da ortaya çıkınca kamp güzelleşiyor.

Çocuklar kampta, hayatlarında hiç görmedikleri bir işle uğraşıyorlar. Taşları sökerken, taşırken, kırarken ve yerleştirirken zorlansalar da bu işi gerçekleştirebilmek için verdikleri mücadele onları yaptıkları işe bağlıyor. Çalışırken zorlandıkları yerde ekskavatörlü Lukas ve Bay Traub yetişiyor. Gruba yardıma gelen yetişkinler de oldukça çalışkan ve disiplinliler. Taş evlerin restorasyonunda, kilise mozaiklerinin yenilenmesinde çalışan bir taş ustası Bay Traub. Hem neşeli, şakacı bir adam hem de çocuklar için muhteşem bir öğretmen. Onlara taş yontmanın inceliklerini öğretiyor.

İkinci hafta ‘bu kadar günü geçirebildiğime göre devamını da getirebilirim’ diye düşünüyor Melisa. Farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen grup arkadaşlarını gözlemlerken bir yandan da yaşamını ve ailesini sorguluyor, kendini eleştiriyor. Her şeyin alıştığından ve şimdiye kadar ona öğretildiğinden farklı olduğunu görüyor. Yalnız kalma korkusuyla bugüne kadar Ceren ve Mısra’nın isteklerine sürekli boyun eğmiş aslında. Oysa bu kampta artık o, anne ve babasının prenses kızı değil. Burada toz toprağın içerisinde çalışıp geceleri bir matın üzerinde, uyku tulumunun içerisinde uyuyor, soğuk suyla duş alıyor, ne bulduysa onu yiyor. Ama Melisa da diğerleri gibi çok mutlu. Üstelik burada olanları arkadaşlarına ve ailesine anlatsa da anlamayacaklarını, hiçbirindeki güzelliği fark edemeyeceklerini biliyor. Yaşadıkları asla ‘parayla ölçülebilecek şeyler’ de değil.

Aslında herkes için yeni deneyimlerle dolu bu kamp. Duygu ve düşüncelerini aralarında özgürce ifade edebiliyorlar. Hepsi kendi doğallığında davrandığı hâlde kimse birbirini yargılanmıyor. Demek ki kurallar ve olmazsa olmazlar tarafından kuşatılmadan sahici biri olabiliyor insan. Melisa da sonunda dert ettiği şeyleri önemsememeyi öğrenip rahatlıyor. Burada farklılıklara rağmen aynı ortamı barış içinde paylaşma, dayanışma ve ortak iş yapma bilinci kazanıyor. Grup ruhunun yanı sıra bir grupta birey olmanın güzelliğini hissediyor. En önemlisi de özgürlük... Kampta bir şeyi yapmak ya da yapmamak için anne babasından izin alması gerekmiyor, her şeye kendisi karar veriyor. Üstelik ilk defa, yıllardan beri tanıdığını hissettiği, kusurlarıyla benimsediği onu da öyle sevip benimseyen gerçek bir erkek arkadaşı oluyor. İlk geldikleri günler kaçış yolları arayan Melisa, son günler kamptan ve Şasa’dan ayrılacağı için çok üzülüyor.

Romanda yazar, gençler arasında yaşanan duygusallığın ve aşkın sınırlarını da iyi çizmiş bence. Melisa’nın utangaçlığını, kendi kendine “neden ben onlar kadar rahat olamıyorum” diye sorgulamalarını dile getirirken bu davranışların altında yatan kültürel kodları işaret etmiş ve üzerinde düşünülmesini sağlamış.

Kararlarını alabilen, başının çaresine bakabilen özgür bireyler yetiştirdiğimizi sanırken bile çocuklarımızı hep kanatlarımızın altında tutmak istiyoruz. Bu kitapta, daha önce kalıpların ve kuralların içerisine sıkışıp kaldığını, bu yüzden kendi olamadığını çalışma kampı sayesinde keşfederek büyüyen bir Melisa var. Bunu fark eden yalnızca o mu? Sahi, biz yetişkinler ne kadar özgürüz? Tahmin ediyorum, kitabı okuyan herkes az çok kendini bu konuda sorgulayıp payına düşeni alacak. Öyleyse önceden öğrendiklerimizi yıkıp tıpkı kampta olduğu gibi aynı taşlarla yeni duvarlar inşa etme zamanı… Bu, çok da zor olmasa gerek.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.94'te yayınlanmıştır.

Füsun Çetinel, Duvarda 3 Hafta, Günışığı Kitaplığı

25 Temmuz 2017 Salı

Çatıdan Dünya’ya Açılan Kapı

Bir yazar düşünün hep okumak istediğiniz kitaplar yazıyor. Mümkün mü? Benim gibi Behiç Ak hayranıysanız, mümkün. Onun kitaplarının hangisini elinize alırsanız alın, daha kapağını açar açmaz, nefis bir dille ve çocukluğa ait, çekim gücü yüksek tatlarla karşılaşırsınız. Hiçbirinin yaş aralığı yoktur. Karikatürist ve yönetmen kimlikleriyle de tanıyoruz Behiç Ak’ı. Kitaplarını kendi resimliyor. Çocuk dünyasının sırlarına vakıf, yazarak çizerek oyun oynayan, üretken -aynı zamanda bol ödüllü- gerçek bir sanatkâr o. Bize bildiğimiz, gözlemlediğimiz, bir parçası olduğumuz hayatı anlatıyor hep ama kendine özgü üslubuyla, ince ayar esprileriyle ve kendince dokunuşlarla, harika kurgular yaratıveriyor. Bu nedenle dizinin dibine oturup “Bu iş nasıl oluyor, hele bir anlatın.” demek istediğim yazarlardan Behiç Ak.

Sevgili yazarımız, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son çocuk romanı Çatıdaki Gezegen’de okurlarını yüksek katlı apartmanların ve gökdelenlerin çatı katından yeryüzüne bakmaya çağırıyor. Sokaklarda oyun oynamayı, özgürce gezip dolaşmayı bilmeyen çocukların mahkum edildikleri yaşamdan bir nevi kaçış planı bu kitap. Her şeyin farkında olan, yetişkinlerin dünyasına, alışkanlıklarına direnen, yaşama başka renkler katan çocuklar var yine içinde. Kitabın kahramanı Serdar, modern dünyanın apartmanlarda yaşayan “paket çocuklar”ından. Hiçbir suç işlemediği hâlde sokağa çıkma yasağı ile cezalandırılmış, toprağa neredeyse hiç ayak basmıyor, gün yüzü görmüyor. Hayatında bilgisayar oyunları, sosyal medya, hayali ve sanal arkadaşlıklar var; gerçek ilişkiler yok. Her yere arabayla götürülüyor ama bu, Serdar’ın istediği bir şey değil. Anne ve babası onu böyle koruduğuna inanıyor.

Can sıkıntısından patladığı ve pazar temizliği işkencesinden kaçtığı bir gün komşularının kızı -çatıdaki adı Cerenimo olan- Ceren’le yaşadıkları evin çatı katına çıkıyor Serdar. Çatı katı ona hiç tanımadığı ama içine girince çok seveceği büyülü bir dünyanın kapılarını aralıyor. Hele terasa çıkınca şehrin ve Boğaz’ın ayaklarının altında halı gibi serildiğini görüyor. Herhangi bir yere yetişmek telaşı yaşanmayan, zamanın başka türlü geçtiği, hikâyesi olan bir yer çatı. Aşağıda olmayan, internet öncesi döneme ait şeyler, apartman sakinlerinin sokağa atmaya kıyamadığı ama kurtulmak istedikleri eşyalar, ‘özgür uçan tavuk’lar -Mançalı Asilzade Donkişot bile- hep orada. Kaptan Ahab’a öykünerek seyir defteri tutan eski bir apartman sakininin hatıra defterini bulmak, o vakte kadar ancak kısaltılmış biçimini okuduğu kitapların orijinallerine rastlamak ve şiirler okumak Serdar’ın hayatını değiştiriyor. Çatıdaki kitaplar sayesinde roman kahramanlarıyla yeniden tanışıyor. Don Kişot’a hayran kalıp bir süre onu taklit edince başı biraz derde giriyor. Çatının Serdar’ın hayatına getirdiği yenilikler bitecek gibi değil. Eski şapkalar giyip okula gitmek, kaybolanlar listesi tutmak ve sayı perhizi yapmak bunlardan birkaçı.

Bu gizemli dünyanın içinde Ceronimo ve Serdar yalnız da değil üstelik, onlar gibi çatıdaki gezegeni keşfedip müdavimi olmuş, yüzlerini görüp tanımadıkları ama işaretler alarak farklı yöntemlerle haberleştikleri, toplantılar yapıp kararlar aldıkları onlarca kişi bulunuyor, etraftaki evlerin çatı katlarında. Hatta bunların gizli bir kulübü bile var. Çatı, özellikle evinde kendini fazlalık gibi hisseden insanları davet ediyor. Çatı katı sakinlerinin en ilginçlerinden biri Öksüz Adam. Serdar onun sayesinde cesaretini toplayıp tehlikeyi göze alarak sokağa inmeye başlıyor. Yıllardır anne babasının kendisi adına taşıdıkları kaygıların ne kadar yersiz olduğunu görüyor böylece. Serdar sokağı keşfetse de çatı katının kendileri için anlam ve önemini kaybetmesini de istemiyor hatta Ceren, aşağıdaki herkesi çatı katına çıkarmak istiyor, tesadüfi bir olay da çocuklara yardım ediyor.

Sokağa çıkamayan çocukların çatıya çıkarak dünyaya açılma eylemidir Çatıdaki Gezegen. Eve, ailesine, internete bağımlı çocukların özgürleşme hareketi. Kitap aynı zamanda günümüz insanının yaşama bakışını da ironik biçimde ele alıyor. Bugünkü anlayışa ters, olmayacak şeylerden söz ediyor sanki. Düşsel unsurlar ve motifler taşıyor. Öte yandan bizi “böyle bir dünya mümkün”e inandıracak kadar sahici Çatıdaki Gezegen, diğer Behiç Ak kitapları gibi. Olmayacak işleri mümkün kılacak kadar umutlu. Çocukların kararlılık ve olgunluğunun bizi kurtaracağına dair inancımızı tazeliyor.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.92'de yayınlanmıştır.

Çatıdaki Gezegen, Behiç Ak, Günışığı Kitaplığı



17 Mayıs 2017 Çarşamba

Nerede Kaldınız, Peyami Bey?

Tanpınar’dan bile önceydi benim Peyami Bey’le tanışıklığım. O benim için ilk esaslı yazardı. Sözde Kızlar’la başlayıp (onun yazdıklarına yetişmek zor olsa da) külliyatını okumaya varacak kadar sıkı bir dostluğumuz oldu kendisiyle. Ne hikmetse ben de okurken onunla hep ruhsal diyaloglara girer, bu sırada kendisine “Peyami Bey” diye hitap ederdim. Ayrıca Yalnızız romanının kahramanı Samim, eski ahbaplarımdandır; Simeranya benim de hayal ülkem sayılır. Hamdi Koç’un adıyla bile “Yalnızız”ı çağrıştıran son romanı “Yalnız Kaldınız, Peyami Bey”e nasıl çekildiğim bu açıklamalardan anlaşılmıştır, sanırım. Bakalım, Hamdi Koç’un Peyami Bey’i benim hayalimdekiyle örtüşecek mi diye merakla başladım okumaya.  

Hamdi Koç bu romanında ‘mirası reddedilmiş, adı bile antika olmuş’ bir yazarı, Peyami Safa’yı kahramanlarından biri kılar ama kitabı biyografik bir roman beklentisiyle eline alacak okurların hayal kırıklığına uğrayacağını baştan belirtelim. Her ne kadar kurgu Peyami Safa’nın kişisel özellikleriyle, kitaplarından izlerle ve motiflerle zenginleştirilmiş olsa da bu bizim bildiğimiz Peyami Safa değildir, buradaki Simeranya da Yalnızız’ın Simeranyası değil. Hamdi Koç, Peyami Bey karakteriyle kitabının kurgusuna uygun bir başka yazar tasavvur etmiş, bu konuda kendisine yöneltilebilecek eleştiriler için de elbette bir cevap hazırlamış “…benim Peyami Safa tasavvurum bu. Siz de sizinkini yazın...”(s.41).

Kitap, önce kendisinin öldüğünü zanneden ancak henüz hayattan kopmamış, komadaki bir hastanın, aynı zamanda romanın anlatıcısı ve yazar olan kahramanın Peyami Bey adlı kahramanla ilişkisini yani iki farklı kuşaktan yazarın özü yazıya dayanan çekişmeli, sürtüşmeli dostluğunu konu ediniyor. Önceleri birbirinden kuşku duyan bu iki kahramanın aralarındaki zıtlıklara rağmen bir süre sonra gelişen arkadaşlığının hikâyesi. Kitapta adı belirtilmeyen anlatıcı kahramanın verdiği ölüm kalım mücadelesi ve acılı yaşam hikâyesi, Doktor Ramiz, hastaneye benzeyen bir oda, yatak ve battaniye gibi unsurlar bize Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu çağrıştırsa da oluşturulan evrenin Simeranya olarak adlandırılması ve ayrıntılar, kahve leit motifi bile, Yalnızız’a gönderme. Koç, rüya ikliminde kurulmuş, zaman zaman Hollywood filmlerini hatırlatacak bir roman atmosferi sunuyor okuruna, belki ölümlülerin değil, öldüğü için artık ölmekle kayıtlanmayacak ölümsüzlerin diyarından sesleniyor.(Ama buradakiler bile ölmekten korkuyor.) Bilmediği bir nedenle yediği şiddetli dayaktan ötürü ölümle burun buruna gelerek Peyami Bey’in bulunduğu boyuta, tabiri caizse yerçekimsiz ortama düşen anlatıcı, kitap boyunca karşılaştığı kişileri ve orada oluşturulmuş kurgusal dünyayı tanıyıp anlamaya çalışıyor.

Simeranya olduğunu öğrendiğimiz bu öteki boyutta Peyami Bey, bir roman yazmakta, ayrıca anlatıcı kahramandan da gerçek hayata dönüp kendisiyle ilgili bir roman yazmasını istemektedir. Zaten yaşama karşı isteksiz ve mutsuz olan anlatıcı ise ölüp gerçek hayattan kurtulma arzusundadır ancak orada yaşadıkları ve tanık olduğu tuhaf olaylar da kafasını karıştırır. Peyami Bey ve Doktor Ramiz’le kendisini öldürmeye çalışanların peşine düşer. Söz konusu bölümde kurgu polisiye bir hâl alır. Bu sırada yaşarsa gerçek hayatta, gelecekte başına neler geleceğini görür, iyice kararsız kalır. Öte yandan akıl sır erdirilmez olaylar olmaktadır Simeranya’da. Mesela Peyami Bey’in iradesine bağlı olarak kar yağar, fırtına çıkar. Kitapları bile korkutacak kadar öfkelenebilir Peyami Bey, volta atarken duvarlardan geçebilir. Yanan insanlar, yer altına inen merdivenler, yılanlar tarafından öldürülmeye çalışılan ecinni kadınlar vardır. Sık sık fantastik unsurlar devreye girer. Kahramanlar genellikle psişik yönleri olan kişilerdir. Simeranya’daki gerçekliği Peyami Bey yönetse de Doktor Ramiz’le aralarında uzun tartışmalara neden olan, sürekli bir iktidar çatışması vardır. Doktor Ramiz bir otorite alternatifi oluşturmaya ve diktatör olmaya hazırlanmaktadır. Peyami Bey’in ayak işlerine bakan, anlatıcıya polisleri atlatmak konusunda yardımcı olan “Yavrum” diye anılan bir çocukla, Cavit Bey’i arayan bir kadın kahraman, anlatıcının bir kez görüp âşık olduğu, daha sonra göremediği ancak varlığını sezebildiği Seniha adlı kadın da bir görünüp bir kaybolarak kurgunun gizemini arttırırlar. Sanki Peyami Bey’in içinden ara sıra nizam ve disiplin düşkünü bir doktorla -Doktor Ramiz- bir şeytan çıkmakta, Simeranya’nın hâkimiyetini bir biri, bir öteki ele geçirmekte, hatta Peyami Bey’i bitirmeye ve kurguyu da yönetmeye kalkışmaktadırlar. Belki kahramanları Peyami Bey’den güçlüdür. Peki bu kahramanlar kimin kahramanıdır aslında, Hamdi Koç’un mu, Peyami Bey’in mi?

Romanda olaylar, rüyalardaki gibi parça parça ve kopuk kopuktur hatta aralarında bütünlük sağlanması zordur, kitapta bu duruma da bir açıklama getirilmiş tabii. Bir yerde yazar Peyami Bey’e “Hiçbirimiz hayatı rüyaları anlayabildiğimizden daha fazla anlamadık. Bir rüyayı diğerine bağlayamadık.” (s.209) dedirtir. Nasıl rüyada olmayacak işler başımıza geldiğinde sorgulamadan kabullenip yaşıyorsak hayatta ve kitap da anlamaya çalışma çabası nafiledir. Bazen hikâyenin hızına ve cazibesine kapılmak yeter.

İnsanı, söz ve davranışlarını, rollerini, toplumu iyi analiz eden Hamdi Koç, bu romanında da sık sık psikolojik tahlillere yer veriyor ve altı çizilecek cümleler kuruyor. Satır aralarında günümüz siyasi yaşamına ve gündeme göndermeler yapmaktan da çekinmiyor.

Yazı rüyaya benzer mi? Kurgu tamamen bilinçle yapılan bir iş mi? Kurmacada kuran/yazan ne kurduğunu biliyor mu, yoksa kahramanlar burada olduğu gibi başına buyruk davranarak, alıp başını gidiyor mu? Yazarlar kahramanlarıyla empati kurmaya ve onları anlatmaya çalışırken Peyami Bey gibi sancılar mı çekiyor? Yazar yazıdan başka nelerle mücadele ediyor? Kitabı okurken bu ve benzeri soruları sormadan edemiyor insan. Çünkü Yalnız Kaldınız, Peyami Bey, aynı zamanda bir yazma serüveni hikâyesi. Koç, kitabında yazarlığın sırlarına değinip kurgunun gelişim evrelerini de gösteriyor. Mesela ilk bölümlerde üç kahramanın diyaloğuyla kurulan hikâye çatısı sonrasında yeni kişiler ve olaylarla zenginleşip hız kazanıyor.

Peyami Safa, Hamdi Koç’un romanını okusa ne düşünürdü bilemem. Yıllar sonra bir romancının, yaşam hikâyesinin ve yazdıklarının değil, kendisinden ilhamla, adını adından alan kurgusal bir kahramanın peşine düşeceğini söyleseler durumdan pek hoşnut olmazdı herhâlde ama bu kitapla modern edebiyatın gündemine geldiği için de sevinirdi belki. Zaten hikâye, yazarın ve kahramanın birbirine tahammülünden başka nedir ki?


Neticede her şeyin sonunda bize kalacak olan hislerdir, bu kitaptaki gibi. Rüyaların ruhumuzda bıraktığı iz gibi. Belli ki Hamdi Koç herkes bu kitaptan ayrı bir tat alsın istemiş. Tam olarak izahı zor, kitaptan, tatlı tuzlu karışık, buruk bir tat kaldı dilimde. Bakalım siz okuyunca neler hissedeceksiniz?

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.90'da yayınlanmıştır.

Yalnız Kaldınız Peyami Bey, Hamdi Koç, Can Yayınları

11 Nisan 2017 Salı

Doğru Bildiğimiz Yanlışlar ve İşe Yaramaz Sanılan İşler

Öncekilerden biliyorum, Ömer Açık kitaplarını okumak, tabiri caizse çekirdek çitlemek gibi, bir başladı mı elinizden bırakamıyorsunuz. Şöyle bir göz atayım diye ilk sayfayı çevirseniz, bakmışsınız ki kitabın sonu gelmiş hatta bittiğine üzülüyorsunuz. Yazarın yeni kitabı “Montsuzlar’ ı da aynı biçimde okudum, hem bir solukta hem heyecanla hem de gururlanarak ve gözlerime doluşan yaşları kovarak.

Tam, toplumda artık birey olduğunu ifade etmek isteyen gençlere göre bir roman Montsuzlar. Ömer Açık’ın diğer kitapları Menekşe İstasyonu ve Benim Babam Ömür Adam’a göre daha büyük yaşta okurlara hitap ediyor. Kitabın kahramanı Veysel, liseye yeni başlamış; Adana’da on yıldır, otoriter ve disiplinli yönetimiyle, iyi bir eğitim kurumu olarak tanınan Yunus Emre Lisesi’nde dokuzuncu sınıf öğrencisi. Yunus Emre Lisesi ise bu otoriter eğitim düzenini, öğrenciler arasındaki lakabıyla İbili’ye yani okul müdürü İbrahim Demirdöven’e borçlu.
Veysel’in ailesi Eşiyok’lar, iş yaşamında sürekli sorunlar yaşayan, doğru söylediği ve dürüst davrandığı için dokuz köyden kovulup “sürgün” edilen baba Eşiyok yüzünden şehir şehir dolaşmak zorunda kalmış. Adana’ya da üç yıl önce sürülmüşler. Mühendis olan baba Eşiyok ile şehir içi otobüs şoförü anne Eşiyok’un Veysel’den başka iki çocuğu daha var; Sevim ve Elif. Akşamları tüm aile, bir masa etrafında toplanıp çekirdek çitleyerek Sevim’in deyimiyle Çekirdek Terapi seansları sırasında sohbet edip dertleşiyor.

Yunus Emre Lisesi’nin şehrin her yerinde tanınmasının bir sebebi daha var; öğrencilerin giydikleri, okul tarafından dağıtılan, armalı montlar. Sene başında -her yıl olduğu gibi- dokuzuncu sınıflara verilecek olan montların dağıtımı sırasında, alfabetik sıralama yüzünden yaşanan adaletsizlik, romanın kahramanı Veysel’i dönem sonunda okulun da kahramanı yapıyor. Montsuzlar bu sürecin hikâyesi ve kitap adını buradan almış. Olaylar, mont alamayan öğrencilerden biri olan Veysel’in bütün sıralamaları kendisine göre yaptığımız, esasen hiçbir mantıksal nedene dayanmayan alfabetik sırayı sorgulamasıyla başlıyor. Harfleri böyle bir sıralamayla birbirinin peşine takmak kimin fikriydi acaba? Veysel ve arkadaşı Yelda düştükleri haksız duruma itiraz etmek niyetiyle okul müdürü İbrahim Bey’le görüşüyorlar ancak İbili’yle yaptıkları konuşma, beklentileri sadece anlaşılmak olan çocukları hiç de tatmin etmiyor, bilakis otoriteyi enselerinde hissetmelerine neden oluyor. Baskı, maruz kalanlar için gayrı meşru yolları bile meşru kılar. Birkaç hafta sonra söz konusu itiraz, tüm sınıflara gizlice dağıtılan bir “bildiriye” dönüşüyor. Bildiriyi yazıp duvar panolarına asarak düşüncelerini özgürce söylemek ve bir tartışma başlatarak eğlenmek isteyen Veysel’i tespit etmek okul idaresi için çocuk oyuncağı. Bu olay üzerine rehber öğretmen Ayla Hanım, olayın büyüyüp uzamamasını engellemek amacıyla Veysel’i kütüphanede sıkıştırıp tehditkâr bir konuşma yapıyor.

İnsanların özgürce düşüncelerini ifade edemediği bir ortamda herkes konuşmak, en azından uğuldaşmak için gözü pek birinin öncü olmasını bekler. Yunus Emre Lisesi’nde de ilk adımı atma cesaretinin gösterilmiş olması, olgunlaşarak patlama noktasına gelmiş, otoriteye karşı direncin ortaya dökülmesine sebep oluyor. Delinin kuyuya attığı taş yok sayılsa da suda yarattığı haleler genişliyor. Veysel’in başlattığı hareket, kartopu etkisiyle büyüyor,  öğretmenler ve öğrenciler arasında delikanlıyı gizli ya da açıktan destekleyenler çıkıyor. Veysel’in yazısından kısa bir süre sonra sınıf panolarına ve okulun birçok yerine yeni bildiriler, Aziz Nesin’in “Çocuklarıma” ve Can Yücel’in “El Tutuşa Tutuşa” şiirleri asılıyor. Okul idaresi içinse olanlardan sorumlu tutulacak tek kişi var: Veysel. Oysa kulüplerde yapılan etkinlikleri, başlatılan imza kampanyasını, münazarayı kısacası olup bitenleri Veysel de şaşkınlıkla ama bir yandan da düşüncelerinin başkaları tarafından paylaşılmasının gururuyla izliyor. Bu arada alfabetik sıralama mağduriyeti, okul takımlarının ve halk oyunları ekibinin okullar arası yarışmalarda son sıralarda yarışmaktan ötürü başarısız oluşlarıyla da yeniden gündeme geliyor. Okulda yaşananlar esasen Veysel’i olgunlaştırıyor, toplumda hakkını savunmanın ve düşüncelerini açıkça söylemenin bir bedeli olduğunu fark ediyor, sürekli şehir değiştirmelerine neden olan babasını yıllardır gereksiz yere suçladığını anlayarak ona hak vermeye başlıyor. Öğrencilerin çoğunluğu tarafından benimsenen, ifade özgürlüğü mücadelesi farklı biçimlerde sürerken esas taşı gediğine koyacak hamle yine, Edebiyat Kulübü’nün çıkardığı okul dergisi Donkişot’a zehir zemberek bir yazı hazırlayan Veysel’den geliyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de mücadeleyi gençlerin kazanacağını, onların kazanmasının yetişkinler adına kazanç olacağını aslında okul müdürü İbrahim Bey de biliyor.

Akıcı üslubu ve sağlam kurgusuyla okur gönlünü çarçabuk fetheden Ömer Açık’ın bu romanının da sıkı bir çalışma ürünü olduğu ortada. Kitabı okuyanlar, eminim iyi huylu, aslan yürekli Veysel’i pek sevecekler. Montsuzlar -bildirilerde yer alan şiirlere kadar- detaylarıyla ustaca işlenmiş bir roman. Kurgusal dönemeçler okuyucu üzerinde etki yaratacak biçimde hazırlanmış. Metnin mesajlarına hizmet edecek Çağlar Öğretmen ve baba Ekşiyok gibi karakterler, mücadeleci kişilikleriyle ele alınmış. Veysel’in duygularıyla ilgili anlatımlar, öğrenci gruplarının başlayan hareketi benimseyiş biçimi ve tepkileri bir eğitimci olan yazarın iyi bir gözlemci olduğunu ve ergen psikolojisinden de iyi anladığını gösteriyor.


Montsuzlar, aile içi ilişkilerde ve okulda dayanışma, adalet, disiplin, ifade özgürlüğü gibi kavramları sorguluyor. Hatta yazar bir ara projektörü okul kütüphanelerinin durumuna ve bunlardan yararlanan azınlığa bile çeviriyor. Eşiyok’larla demokratik ve ideal bir aile modeli ortaya koyulmuş. Otoriter tavrın tüm katılığına rağmen kitaptaki okul ortamının, idareci, öğretmen, öğrenci ilişkilerinin de gerçek hayattakinden daha medeni olduğunu burada belirtmeden edemeyeceğim. Uzun lafın kısası Montsuzlar, keyfi sebeplerle konulmuş, benimsenip kabul gördüğü için de sorgulanmamış kuralları gözden geçirmemize sebep olacak, gençlerin ve yetişkinlerin zevkle okuyacakları bir roman. Bu romanı içinde bir Veysel taşıyan herkes mutlaka okumalı. 

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.89'da yayınlanmıştır.

Montsuzlar, Ömer Açık, Günışığı Kitaplığı

Yaşasın! Kopenhag’ın Kedileri

Bir kargo paketinden daha, görmeyi çok istediğim kitaplardan biri çıktı. Joyce’un torunu Stephan, dedesinin mektuplarını alınca benim kadar sevinmiş miydi, bilemem. Ben, çiçeği burnunda bir yayın evinden –Hep Kitap’tan- çıkmış, oldukça iyi bir baskıyla hazırlanmış, bu tarihî kitabı Kopenhag’ın Kedileri’ni elime alınca pek heyecanlandım.

Kitap Ulysses, Dublinliler, Sanatçının Genç Adam Olarak Portresi eserleriyle tanınan, geçen yüzyılın büyük şair ve yazarı James Joyce’un dört yaşındaki torunu Stephan’a postayla gönderdiği iki mektuptan biri. Anlaşıldığı üzere aslında basılmak üzere yazılmamış. Joyce gibi imgesel, lirik şiir dilini çok iyi bilen bir dedeyle torunu arasındaki konuşmalara, zamanla kurulmuş özel iletişime ve çağrışımlara dayanan iki kısa öykü bunlar. Mektuplardan ilki Kedi ve Şeytan adıyla birkaç yıl önce İletişim Yayınları’ndan çıkarak okurla buluşmuştu. Kopenhag’ın Kedileri, ikinci mektup. Her iki mektubun çevirisini de Celâl Üster yapmış[1]. Bu kitabın illüstrasyonları ise Casey Sorrow’a ait.

Mektupların bulunma ve yayınlanma hikâyesi de ilginç. İlk mektup daha önce İngiltere’de farklı yayın evleri tarafından birkaç kez resimlenip basılmış. İkinci mektup ise 2006 yılında Joyce Vakfı’na bağışlanan bir bavul dolusu yıpranmış kâğıt arasında bulunmuş.

Joyce mektuplardan önce, o sıralar bulunduğu Calvados’taki Mer kasabasından 4 yaşındaki torununa, büyükleri atlatmak için Truva atı gibi küçük bir hileyle, içi şeker dolu bir kedi göndermiş. İlk mektup olan “Kedi ile Şeytan”ın girişinde bundan söz ederek gönderdiği Beaugency kedisinin hikâyesini anlatmaya başlar. Mektupların ikisinde de kedilerin yer almış olması, torunu ile Joyce’un bu sevimli kahramanları çok sevdiklerini ve onlardan konuşmadan edemediklerini bize düşündürür.

İkinci mektup olan Kopenhag’ın Kedileri, 5 Eylül 1936 tarihli. Yazar, Mer’den sonraki durağı Kopenhag’tan da bir mektup yollamakta ama maalesef bu şehirden Stephan’a bir kedi gönderememektedir, çünkü Kopenhag’da hiç kedi yoktur. Şehirde balık ve bisiklet dolu olmasına rağmen kediler ve polisler ortalıkta görünmez. Çünkü Danimarkalı polisler tüm gün evlerinde yatıp purolarını tüttürerek kaymaklı süt –yani çocukların hiç sevmediği bir şey- içerler. Öyküde Kopenhag’ın polisleriyle kediler arasında karşılaştırmaya dayalı bir ilinti kurulur, illüstrasyonlar da bunu destekler. Polisler evlerinde yata dursunlar kırmızı giysili postacılar evlere, mektuplar, telgraflar ve kartpostallar taşımaktadır. (Kopenhag’ın bu kırmızı ceketli postacıları Joyce’un epey ilgisi çekmiş olmalı ki yalnız bu mektubuna değil Finnegans Wake adlı eserine de bir kahraman olarak girmiş.) Joyce, postacıların taşıdıkları mektupların içeriğinden de bahseder. Burada hem torunuyla kurdukları imgeler dünyasına, hem daha önceki mektubunda söz ettiği hileli Beaugency kedisine hem de zannımca mevcut sosyal yapıya göndermeler yapmakta, otorite karşıtı eleştirel bakışını da hissettirmektedir. Joyce şehre bir dahaki gelişinde yanında bir kedi getirecektir, çünkü kediler Danimarkalılara polislerden buyruk almadan karşıdan karşıya nasıl geçileceğini ve polislere de nasıl davranmaları gerektiğini öğretebilirler. Üstelik kediler sepetler dolusu balık varken asla kaymaklı süt içmezler.

Kopenhag’ın Kedileri soyut ve sembolik dille kaleme alınmış, bir küçürek öyküdür. Her ne kadar minik Stephan’a yazılmış olsa da tam anlamıyla bir çocuk öyküsü olduğu söylenemez. Tabii hemen şunu ekleyelim, alegorik olarak kurulmuş bu eğlenceli öykünün mesajlarını çözebilmek için Kopenhag’ın Kedileri’ni tekrar tekrar okuyup üzerinde düşünmek gerek. Bu kitabı bir defa okumakla bitiremezsiniz.




[1] http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/joyce-cevirmeni-oldum-sonunda-350673

Tuba Dere, Ayraç Dergisi, s.89'da yayınlanmıştır.

Kopenhag'ın Kedileri, James Joyce, hep kitap

30 Ocak 2017 Pazartesi

Çantasızlar Kampı’ndaki Buluşma

Çocukluk çağlarının en güzel zaman dilimi hiç kuşkusuz yaz tatilleridir. Çocukların, arkadaşları ve akraba çocuklarıyla bir araya geldikleri, okulla ilgili sorumluluklardan sıyrılarak gönüllerince oynayıp eğlenebildikleri tatillerin tadı asla unutulmaz. İşte böyle, adı üzerinde, yükü ve sorumluluğu temsil eden “çanta”dan kurtulunmuş, özgürce yaşanan bir yaz tatilini anlatıyor Behçet Çelik’in ilk çocuk romanı Çantasızlar Kampı. Başındaki ithafa bakılırsa yazar, romandaki bazı hikâyeleri birkaç çocuktan ödünç almış ama kitabın konusu biz yetişkinler için bile ilgi çekici.

Romanın kahramanı olan beş afacanı yaz tatilinde bir araya getirmek, akrabaları olan Ufuk Amca’nın fikridir. Onlarla ilgilenmenin güçlüğünü ve çocukların bir araya geldiklerinde birer canavara dönüşebileceğini bilen ebeveynler onun bu fikrine itiraz etse de Ufuk, bu tatil planında kararlı ve isteklidir, ne kadar isabetli bir karar verdiğini de zaman geçince daha iyi anlar. Çocuklar farklı ailelerden gelirler. Kerem’le Defne yani ikizler Almanya’da yaşamaktadır, bu kamp onların yaz tatili için Türkiye’ye geldikleri zamana denk getirilir, dolayısıyla ikizler, aynı zamanda Ufuk ve ailesinin yatılı misafiridir. Vedat ve abisi Baran ayrıca Zeynep de Ufuk’la aynı şehirde yaşamaktadır. Onlar da Ali Dede’yle Ayşe Nene’nin evine gündüzleri misafir olurlar.

Ufuk, ilk günlerde çocuklara, grup ruhu kazandırmak için, birlikte bir ad bulmalarını önerir. Çocukların isim arayışları bile oyunlarında olduğu gibi çatışmalara neden olur. Sonunda Ufuk’un teklifi olan, “Çantasızlar” adı hepsi tarafından benimsenir. Çantasızlar henüz yolun başında bir kedi kurtarma operasyonuyla, gruptaki dayanışmanın ve beraberlik ruhunun farkına varırlar. Gün boyu birlikte olan çocuklar, önceleri bilgisayar oyunlarıyla ilgilenip her şey için tartışırlar, hatta bu tartışmalar içlerinden birinin ağlamasıyla sona erebilir. Çünkü çocuklar aralarında cinsiyet ve yaş ayrımının keskin olduğu yaşlardadırlar. Ancak daha sonra Akif Dede’nin evini ve bahçesini keşfetmek onların gündemini değiştirir.

Akif Dede mahallede, metruk bir apartmanda tek başına yaşayan; evi, bahçesi ve kendisi kimsesiz kalmış bir ihtiyardır. Çocuklar için apartmanlar arasında bulunan bir cennet gibidir onun bahçesi. Hele evinin karşısındaki boş daire, kısa sürede Çantasızlar için “yuva” adını verdikleri bir oyun mekânı hâline gelir. Ama apartmanın diğer sahipleri orasının yıkılıp yerine büyük bir bina yapılmasını istemektedir, çocukların gidip gelmesinden rahatsızlık duyarak boş dairenin kapısına bir süre sonra kocaman bir asma kilit vurur, dahası çirkin oyunlar oynarlar. Bu durum karşısında hayal kırıklığına uğrayan ve üzülen afacanlar, hep beraber Akif Dede’nin sorununa odaklanıp üzerinde kafa yormaya başlarlar. Asıl aralarındaki kaynaşma bundan sonra gerçekleşir ve heyecan burada başlar. Geçen süre zarfında çocuklar, birlikte oynamaya ve sorunlarını çözmeye de alışırlar. Yaratıcılık ve cesaretleri sayesinde durumla ilgili çözüm arayışları elbette sonuçsuz kalmaz, sürekli yeni fikirler üretilir, bu arada Çantasızlar’a en büyük yardım da çocukların en iyi arkadaşı kedilerden gelir. Korkusuzca atıldıkları macerada çocuklar Akif Dede’nin yeğeniyle aralarındaki gerginliğin giderilmesini ve evle ilgili isteklerinin gerçekleşmesini sağlarken, ağaçları, bahçeyi, çocukça düşleri de insan ve değer öğüten çarkların dişlilerinden kurtarmış olurlar. Bu, çocuklar için unutulmaz bir deneyimdir.

Emanet çocukların tehlikeli sularda dolaştığını öğrenen Ufuk, bir yetişkin olarak telaşlansa da çocuklardan öğrenilecek çok şey olduğunu bilir neyse ki. Bazen bir yetişkin kadar olgun ve akıllı olan Çantasızlar bazen de çocuk olduklarını kimseye unutturmayacak kadar çılgın davranabilirler. Her an yeni bir şeyle Ufuk’u ve diğer büyükleri şaşırtmaktan geri kalmazlar. Oyunları, aralarındaki tartışmalar, adalet anlayışları, grupça belirledikleri kurallar ve yaptırımlar, bunlara uymayana kestikleri ceza, sorunlara yaklaşım biçimleri hep yetişkinlere ders verecek niteliktedir. Yaratıcılıkları sayesinde kolayca kendilerine göre bir dünya yaratabililer, bir anda bir evcilik hatta bir kovboy filmi senaryosu yazıp oynayabildiklerini görürüz romanda. Yazar, çocukların dünyasına Ufuk Amca’nın gözünden bakarak yetişkinlerle çocukların sorunlara yaklaşımındaki farklılıkları ortaya koyar. Birkaç dakika önce yapılmış hararetli bir tartışma yahut kavga çocuk dünyasında, biraz sonra oynanacak neşeli bir oyuna engel değildir. Çocuklar küslüklerin üzerinden atlayıp yola devam edebiliyorlar, Ufuk da bu nedenle ara sıra “Keşke büyükler de…” diye başlayan cümleler kuruyor.  

Çantasızlar Kampı’nda dur durak bilmeyen çocuklukla yavaşlayan yaşlılık arasında bir ilişki ağı kurmuş Behçet Çelik. Hepimizin hasret duyduğu çocukluğumuza yüzünü dönerek eskilerle yenileri buluşturmuş. Romanda Akif ve Ali Dede’ler, Ayşe Nene, Ufuk ve çocuklar üçgeninde üç kuşak bir araya geliyor. Kuşaklar birbirlerinin hayatlarına, sohbetlerine tanık oluyorlar, aradaki mesafe kayboluyor. Ufuk, yaşlılarla çocuklar arasında köprü vazifesi görüyor. Çocuklar yetişkinlerin sevgi, anlayış ve hoşgörüsüyle kuşatılıyorlar; bu sayede kendi dünyalarının güzelliklerini, renklerini ve zenginliklerini ortaya koyup adeta büyüklere bir hediye gibi sunuyorlar. Bu nedenle Çantasızlar Kampı içimizi ısıtıp ruhumuzu ışıtıyor.

Bir yetişkin yazarı olan Behçet Çelik’in çocuklar için yazarken de başarılı olabileceğini gösteriyor bu ilk roman. Yazar kendine özgü bakışı, dili ve hikâye etme metoduyla, “çocuğa göre”liği iyi harmanlamış. Bence Çantasızlar Kampı’nı sadece çocuklar değil, yetişkinler de okumalılar. Zira birlik, beraberlik, barış ve dostluk adına çocuklardan öğrenilecek ne çok şey var.

Tuba Dere
Ayraç Dergisi s.87'de yayınlanmıştır.

Behçet Çelik, Çantasızlar Kampı, Günışığı Kitaplığı



26 Aralık 2016 Pazartesi

Denizde Geçen Hayatlar

Her yazarın anlatısının içimizde bıraktığı tat başkadır. Cemil Kavukçu öykülerini okuyup da onun gündelik yaşamı, sıradan insanları, dost meclisinde sohbet eder gibi anlattığı hikâyelerinin buruk tadını bilmeyen yoktur herhâlde.

Yıllarca gemide çalışmış Cemil Kavukçu. Buna rağmen geriye dönüp baktığında denizi konu edinen sadece on üç öykü kaleme aldığını görmüş. Farklı zamanlarda yazılmış ve her biri ayrı bir kitapta yer alan öyküler derlenince “Maviye Boyanmış Sular” ortaya çıkmış.

Bir zamanlar tayfa olma hayalleri kurmuş bir çocuk olarak heyecanla, adeta deniz kokusu duya duya aldım, Maviye Boyanmış Sular’ı elime. Biz yerleşik yaşayanlar için seyahat, geçici bir süredir ve eğlencelidir. Gezip gördüğümüz yerlerin tadını çıkarır, döneriz. Oysa sürekli denizde olmak ona kıyıdan bakanların anlayabileceği bir şey değilmiş. Hatta belki kitabın ilk öyküsü “Gemide”de anlatıldığı gibi ıssız bir adaya düşmekten beter, gerilimli bir yalnızlığı var denizin. Şeş cihet masmavi; deniz de gök de vahşi, üstelik bir kara parçası kadar güvenli ve güvenilir de değil deniz. Kavukçu, kitabın takdim yazısında uzun süre gemide kalan, statik elektrikle yüklenen denizcilerin sinir sisteminin harap olduğundan bahseder. Zannediyorum, hikâyelerin hazin tarafı burada başlıyor. Dağların güvenli duruşuna karşın, öykülerde sık sık tekrarlandığı gibi, denizde olmayı, denize açılmayı göze alabilenlerin hikâyesi anlatılıyor bu kitapta. Kitabın son öyküsü “Zaman Aynası”nda “Öğrendiğinde keşke bunları bilmeseydim, diyeceğin, geri dönüşü olmayan bir sırrı vardır denizin. Omuzlarına yüklenen, taşıyamayacağın, anlatmazsan rahatlayamayacağın, anlatırsan cezalandırılacağın bir yük.” diyor, ‘kendisinden olmayan her canlıya, her nesneye düşman’ deniz için.

Kavukçu’nun deniz öyküleri gemide türlü işlerde çalışanları, kaptanı, çarkçıbaşını, aşçıbaşını, kamarotu, kısaca bilmediğimiz bir yaşamı, ayrıntılarıyla dünyamıza getirir. İdris, Baha, İbrahim, adını bile öğrenemediğimiz ama denizdeki en büyük eğlencesi balık tutmak olan ve bu uğurda gemide keyfi arızalar çıkartıp, çıkan arızaları uzattığı için gemi mürettebatını kızdıran (bence komik ve sevimli bir tip) Çarkçıbaşı ve Eran Kaptan neredeyse tüm hikâyelerin ortak kahramanlarıdır. Bu durum müstakil gibi görünen öyküleri birbirine bağlar ve bir nehir öykü hâline getirir. Farklı zamanlarda yazılmış olsalar da öyküler arasındaki bağ, yalnızca temaya dayanmaz; bunlar zaten birbirini çağrıştıran, tamamlayan, örtüşen detaylarla kurulmuştur, dolayısıyla bir kitapta toplanmaları şaşırtıcı değildir ve kitaptaki sıralanışları da oldukça isabetlidir. Mesela insana benzeyen balık yani misafir yolcu, son öyküye kadar denizcileri takip eder. Çarkçıbaşı hikâyelerin tümünde ‘arıza çıkaran’ kahramandır.

Her öyküde bir başka olaya ve başka bir kahramanın serüvenine ışık tutulur. Metinlerdeki kurgusal yapı erkeklerin dünyası üzerine oturtulmuştur. Kadınlar uzakta yahut düşlerdedir. Aşk ve cinsellik de öyle. Hatta cinsellik, Eyyup’un Helga’sı gibi dramatik bir romantizm taşır ve yıllarca denizde dolaşan yalnız adamların kederini sadece bir nebze dindirmeye yarar. Balık tutmak, akşamları kamaralarında içmek gibi küçük eğlenceleri vardır deniz adamlarının. Yasak olsa da hepsinin odasında sakladığı içkisi ve kuruyemişi bulunur. Aralarında sert ve kıyıcı şakalar yaparlar.

Kitaptaki öykülerin hemen hepsinde olay, denizde geçer. Günlerce, gecelerce süren ne zaman sona ereceği genellikle bilinmeyen bir yolculuktur bu. Çünkü her şeyi deniz belirler. Yalnızca gemi bir koya demirlediğinde –ki bunun için fırtına olması yahut motorda bir arıza çıkması gerekir- kıyıya çıkıp nefeslenebilir gemiciler, kadınlarla eğlenip içer ve geri dönerler. Karaya çıksalar bile ‘denizde olmak’ hâli üstlerine yapışıp kalmıştır. Denizciler, denizin kurallarına uymayı öğrenen, bir anlamda ona boyun eğen ve aslında başka türlü yaşamak bilmeyen adamlardır. Karada bıraktıkları yakınları ile aralarında kocaman bir deniz vardır ve hayatları da denizle çevrilmiştir. Denizin ortasında ama hayatın kıyısında yaşarlar. Hatıralar tarafından kuşatılmış hafızaları onların hiçbir zaman tek bir zaman diliminde var olmalarına izin vermez. Bazen çıkılan bir kıyı kasabası yahut barda görülen bir kadın eski sevgilileri, hüsranla biten hikâyeleri hatırlatır. Denize aşkla bağlıdır denizciler. Hem korkarlar ondan hem de her türlü azabına rağmen ona doğru çekilirler. Kimileri için hüzünlü bir serüvenden kaçış, sığınaktır deniz, kimisi için bir hapishane. Çünkü bazıları Hurşit gibi, kara adamıdır. İşsizlik canına yettiği için denize düşmüştür Hurşit. Diğerleri gibi dayanıklı değildir. Bu yüzden Azrail’in nefesini ensesinde hisseder. Hatta kendine bir katil bile seçmiştir. Ondan kaçarken yakalanır, en çok korktuğu şeye.

Denizdeki hayatı ağırlaştıran bir türlü geçmeyen zamandır. Bir süre sonra zaman kavramı kaybolur, günler geceler tıpa tıp birbirine benzer. Buna bir de bir koya demirleyip uzun süre beklemeler eklenince her şey adeta kokuşur. Yazar bu durumu Balık öyküsünde “Davranış bozuklukları göstermeye başlamıştık. Yüzmeyen ya da yüzdürülmeyen bir gemide yaşamanın doğal bir sonucu olmalıydı bu.” diye anlatır. Bu ‘zamansızlık’ öykülerin kurgusal yapısına da yansımış. Pek çoğunda temel kavram olan gün ve geceden öteye gidilmiyor. Çözülmesi gereken problemler, büyük gerilim ve entrikalar bulunmuyor Kavukçu’nun deniz öykülerinde. Bu nedenle de yorumu okuyucuya bırakılan, açık uçlu bir sonla bitiyor çoğu. Ana çatı denizin insan üzerine çöken ağırlığı ile kurulmuş. “Eyyup”, “Telsizci”, “Kamarot” ve “Müjark” gibi öykü adlarına bakılınca zaten kurguların kişisel serüven eksenli oldukları tahmin edilebiliyor.

Kitaptaki öyküler bize aynı gözlemci anlatıcının dilinden aktarılır. Yalnızca buruk bir aşk hikâyesi olan “Mor Çiçekli Toka” ve “Müjark” öykülerinde anlatıcı, kahramanın kendisidir. Bu öykülerde kahramanın iç dünyasından ve duygularından söz edilir. Diğer öyküler ise daha çok izlenime dayanır. Çünkü anlatıcı “gözlemci” ya da “kahraman” hangi rolde olursa olsun deniz adamı değildir, yani gözlemlenen yaşama yabancıdır. Dolayısıyla bazı olayları en az bizim kadar şaşkınlıkla izler.

Maviye Boyanmış Sular’la denizin kokusu, dalgaları, tuzu, fırtınaları geliyor ruhunuza. Deniz tutuyor zaman zaman, deniz her şeyi yutuyor ve dünya ıssızlaşıyor. Kurgunun içerisine sıkıştırılmış ufak ayrıntılarla yüreğinize usul usul ince bir sızı sokuluveriyor. Kitaptaki öykülerin tümü aynı güçte olmasa da Kavukçu’nun bu öykülerde yarattığı kahramanlar canlı ve oldukça sahici. Sokağa çıktığınızda onlara rastlayamazsınız ama denize açılırsanız görebilirsiniz ve hepsini görür görmez tanıyacaksınız. Muhtemelen hikâyelerini fısıldamak için kendilerini dinleyecek okuyucuları bekliyor olacaklar.

Tuba Dere, Ayraç dergisi s.85'te yayınlanmıştır.

Cemil Kavukçu, Maviye Boyanmış Sular, Can Yayınları


3 Ekim 2016 Pazartesi

Tatilde Gümüş Göl’e Gidelim

Yeni çıkan kitapları tararken bir dizi kitap dikkatimi çekiverdi. Erdem Yayınlarını takip edenler, yayın evinin taze okurlar için hazırladığı kitapları ve masalları bilirler. Gakgukların Maceraları ve Keloğlan Masalları ile üslubunun doğallığını, renkli kurgu dünyasını sevdiğim Melike Günyüz’ün yeni masallarla okur karşısına çıktığını görünce hemen incelemek istedim. Günyüz, ilk yazarlık deneyiminden bu günlere taşıdığı on kitaplık masal setine“Gümüş Göl Masalları” adını vermiş.

Kitapları elime alınca tanıdık bir kahramanla, Timsah Temsi’yle karşılaştım. Birkaç yıl önce başka bir kitap serisi içerisinde tanışmıştım onunla. Bu masal seti hakkında kaleme aldığı içtenlikli yazıdan anladığım kadarıyla yazar da Gümüş Göl sakinlerinin hepsiyle zaman içerisinde tanışmış ve her birinin macerasını uzun zamana yayarak yazmış.

Gümüş Göl’de yolculuk, Timsah Temsi’nin diş ağrısıyla başlıyor. Her kafadan bir ses çıksa da onun derdine deva bulmak için Gümüş Göl ahalisi seferber oluyor. Çünkü tüm farklılıklara rağmen herkesin birbirine dost olduğu bir yer Gümüş Göl. Kahramanlar, özel isimleri ve kendilerine ait kişilik özellikleriyle oldukça dikkat çekiciler. Duyup gördüklerini Gümüş Göl sakinlerine anında iletmekle görevli, haberci Teli Kopter ve hemen her durumda serinkanlı ve aklıselim davranabilen Kaplumbağa Bilgeduruş, Gümüş Göl’ün ileri gelenlerinden.  Ama Gümüş Göl’de kimler kimler yok ki? Kendisine oyun arkadaşı arayan kurbağa Şıpır ile arkadaşının söylediklerini tekrarlayan Vızır’ın arkadaşlığını mı, anaç Cırcır böceğinin macerasını mı, Tombalak Fil’in göl kenarında sabah sporu yaparken kendi özelliklerini keşfedişini mi okumak istersiniz? Yoksa canı sıkıldığı için değişiklik arayan ve ne yiyeceğine karar veremeyen Timsah Temsi’ye yardımcı olmayı mı, durmadan kükreyen üç aslan yavrusu Mavi Yele, Sarı Yele ve Siyah Yele’nin gürültüsüne çözüm bulmayı mı tercih edersiniz? Belki siz Teli Kopter’in yaydığı yanlış haber yüzünden mağdur olup yalnız kalan Tıstıs Yılan’a Kaplumbağa Bilgeduruş’tan evvel yardımcı olabilirsiniz ya da Keseli Peli’nin şampiyonluğa giden hikâyesini, Yangelir Yengeç’in Tortop Tosbağa’ya verdiği dersi merak ettiniz. Bu on kitaptan birini seçebilirsiniz. İyi yürekli ve yardımsever Gümüş Göl ahalisi maceralarıyla minik okurlarına dostluk, aile, yardımlaşma, dürüstlük, güven, af dileme ve bağışlama gibi değer ve kavramlarla ilgili dersler de veriyorlar.


Bu on kitap arasındaki kurgusal uyum ve bütünlük de takdire değer. Yeni okumaya başlayan çocuklar için oldukça ideal bir kitap seti Gümüş Göl Masalları. İyi bir yaz tatili kitabı da olabilir. Kitaplar ‘çocukça’ görselleriyle de minik okurların gönlünü fethedeceğe benziyor, illüstrasyon Gülnar Hajo’ya ait. Her kitabın başında etkin okuma deneyimini teşvik edecek ve okuru metne hazırlayacak sorular yer alıyor. Ayrıca kitap sonunda da masal değerlendirme soruları var. Hem kurgusal hem görsel ve metinsel yoğunluk yaş düzeyine gayet uygun. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, Gümüş Göl sakinlerini ben pek sevdim, her birinin macerası bir yudum su gibi tatlıydı.

Tuba Dere- Ayraç Dergi s.82'de yayınlandı.

Gümüş Göl Masalları- Melike Günyüz, Erdem Yayınları


21 Eylül 2016 Çarşamba

Yedi Renk, Bir Kitap: Gökkuşağı Yazı


Birkaç gün şöyle nefis, tatlı mı tatlı bir çocuk romanı bana eşlik etti. Beraber yolculuk yaptık, parkta oturduk, birkaç akşam birlikte kahve içtik. Melisa’dan bahsediyorum, Sevim Ak’ın yeni kitabı Gökkuşağı Yazı’nın kahramanı olan küçük arkadaşımdan.

Sevim Ak, daha önce Horoz Adam ve Korsan kitabında duyma engelli bir çocuğun serüvenini konu edinmişti. Gökkuşağı Yazı’nda da Göksu ve Fidan karakterleriyle özel durumu olan ya da engelli çocuklar ve yakınları için bir pencere açıp okurlarında farkındalık oluşturmaya çalışmış. Bu kitapta kıvrak zekâsı, farklı algıları, yaratıcılığı ve herkesin baktığı yere bakıp herkesin gördüklerini görmeyen özgün kişiliğiyle Göksu sayesinde otizmli bir çocuğun dünyasına dokunuyor. Göksu gibi sıra dışı, özel bir kardeşe sahip olmanın aile hayatına ve bireysel yaşama getirdiği sorumluluk ve zorlukları da abla Melisa gözünden dile getiriyor.

Kitabın ana kahramanı, sorumluluk abidesi bir kız, Melisa. Henüz on bir yaşında olmasına rağmen yaşından büyük işlerin üstesinden geliyor. Yetişkinlerin bile farkında olmadığı sorumlulukları o üstleniyor. Dört yıldır, ayaklarına paten takılmış gibi sürekli hareket eden, haylaz, yarı otizmli kardeşi Göksu’yla ilgilenmek zorunda kalmak birden büyütmüş onu, anaç bir çocuk olup çıkmış Melisa. O, pek çok şeye anlayış gösteren, olgun bir abla. Kardeşinin hayatı algılayış biçimini farklı ve özel buluyor, onu aşağılamıyor, küçük görmüyor hatta onun zekâsına ve yeteneklerine hayranlık duyuyor. Meşgul bir iş kadını olan annesinin, özgür yaşamayı seven babasının hayatlarında bıraktığı boşluğu o tamamlıyor. Kardeşine ve kendisine yetişemedikleri için anne ve babasını yargılamıyor da üstelik. Yüksünmeden, sevgiyle ve fedakârca yapıyor, ne yapıyorsa. Kardeşinin dur durak bilmeyen istekleri ve enerjisi onu bezdirmiyor. Kendi istek ve ihtiyaçlarını öteleyerek kardeşininkileri önceliyor. Çünkü bir çocuk kalbinin duruluğuyla bakıyor yaşama. Türlü tehlikelerle başını derde sokan Göksu’ya karşı benimsediği ‘kurtarıcı’ rolü esasen Melisa’nın yaşama sebebi ve gayesi. Melisa, yetişkinlerin sıklıkla yaptığı bir şeyi yapmış; yaşamını etrafındakilere ‘adamış’. Kendini böyle iyi hissediyor, kendine ve hayata bu sayede güven duyuyor. Gözleri görmeyen arkadaşı, Fidan’a da yardım ediyor, hırçın fil Bubik’in dilinden anlayan dedesine de… Aldığı sorumlulukların üstesinden gelmek onu onurlandırıyor.

Dedesiyle birlikte hayvanat bahçesine gittiği bir gün, Melisa’nın düşmesi ve iki bacağının birden çatlaması romanın kırılma noktasını oluşturuyor. Kurgu, bu olaydan sonra yeni bir akışa giriyor ve bir çocuğun kendi kişiliğini inşa ediş serüveni başlıyor. Sürekli insanlara yardım eden Melisa, bir gün kendisi yardıma ihtiyaç duyarsa neler olur? Olumsuz görünen bu olay, Melisa’nın düşüncelerini ve etrafında alışılagelmiş şeyleri değiştiriyor. Bu sayede o, değer verdiği için değil, değerli olduğu için ilgi görmenin tadına varıyor. Kendini başkalarına yardım ederek ifade edip tanımlama fırsatı bulmuş olan küçük kız, insanların o olmadan da işlerini yürütebilmesine şaşıyor önce. Eksik kalacağını düşündüğü işler, kendisi yapmasa da bir şekilde tamamlanıyor ve yoluna giriyor. Mesela, ablası kardeşini takip etmeyi bırakınca annesi görevi devralıyor, Göksu etrafına ve kendine zarar vermekten vazgeçiyor, otizmi geriliyor. Ama Melisa bunları gözlemledikçe boşluğunu çabucak doldurdukları için yakınlarına kırılıyor. Varlığını ve ne için yaşadığını sorgulamaya başlıyor. Otistik olduğu hâlde, Göksu’nun bile yaptığı tüm işlerde kendine ait bir iz bıraktığını görüyor. Kendince giyiniyor, yemek yiyor, odasını süslüyor Göksu. Oysa birey olarak Melisa’nın izini taşıyan hiçbir şeyi; kendi zevkleri, istek ve hayalleri yok. Özgün bir kişilik oluşturmak için artık kendi adına bir şeyler yapması gerektiğini fark ediyor.
   
Melisa’nın hayatındaki eksikliği görmesinde, rahatsızlığı sırasında tanıştığı ve ilgi duyduğu Kaykaycı çocuk, Barış’ın da rolü büyük. Romandaki sürpriz gelişmeler, Barış’ı, Melisa’nın çok yakınına getiriyor. Barış’ı tanırken, onun ilgi ve zevklerini fark ettikçe, onunla kendini kıyaslama şansı buluyor Melisa, kendini tanımaya başlıyor, kendi hakkında bildikleri de değişiyor. Aslında Barış’ın aile hayatında, yolunda gitmeyen şeyler olduğunu, babasının seçimlerinden dolayı sıkıntılar yaşadıklarını sonradan öğreniyor. Hatta ailece Barış’a ve ailesine yardım etmek, onların sorunlarını çözmek, hüzünlerini gidermek için seferber oluyorlar.

Kitapta Melisa dışındaki karakterler de öne çıkan özellikleriyle iyi işlenmiş. Anne evde çalışan, çok sigara içen, aldığı elbiseleri bile giymeye vakti olmayan meşgul bir iş kadını; baba seyahat etmeyi, dışarda yaşamayı seven ve kendince zevkler edinmiş bir iş adamı; teyze neşeli ve coşkulu bir kadın; dede yem fabrikasında çalışırken hayvanat bahçesindeki fil Bubik’in dilinden anladığını keşfetmiş, satranç meraklısı bir adam; anneanne güzel yemekler yapan bir kadın. Barış’ın babası Abbas Bey de insanlara yardıma ömrünü adamış bir adam. Gözleri görmese de iyi masal anlatan, renkli bir arkadaş, Fidan; özel zevk ve istekleri olan, oldukça yaratıcı bir kardeş, Göksu. Doğmamış kardeşleri adına başka başka ilgi alanlarına sahip olmuş, ilginç bir çocuk Barış. Kısacası romanın diğer kahramanları da güzel ve özel insanlar.  Ayrıca kitap, abla kardeş, anne baba çocuk, teyze yeğen, dede torun ilişkileri için de ideal modeller ortaya koyuyor.

Gökkuşağı Yazı, süreç, sebep-sonuç ilişkileri ve olayların kişiler üzerindeki duygusal yansımaları bakımından iyi kurgulanmış bir kitap. Bir çocuk kitabının başarılı olabilmesi için anlatımın, yetişkin dünyasının tepeden bakışından sıyrılarak çocuk dünyasının içinden seslenebilmesi gerekiyor. Yazar Gökkuşağı Yazı’nda bunu başarmış. Melisa’nın kardeşi ve arkadaşlarıyla oynadığı oyunlar, kek hamurundan heykeller, bahçede kitap okuyup resimlemeler, hikâyedeki bazı mutlu anların gökkuşağı ile taçlanması gibi ayrıntılar çocuk dünyasının en doğal renklerini ve tatlarını taşıyorlar. Sevim Ak, bence çocuk gerçekliğini çok iyi yakalayan bir yazar. Yaşamı ve etrafındakileri olduğu gibi yargısız, sorgusuz kabullenen, masum ve elindeki imkânlarla mutlu, değişime açık çocuk kahramanlar yaratıyor. Onun kitaplarının en güçlü yanlarından biri de, çocuk dünyasının duygu ve düşüncelerini, imgelerin dilinden okuyucuya hissettiren sağlam bir üslupla yazılmış olmamaları. Gökkuşağı Yazı’nda kurgunun zemininde akan ve her yaştan okurun payına düşeni alabileceği mesajlar var. Böyle bir derinlik, tasvir ve imgelerle ince ince işlenerek üsluba da şekil vermiş. Bu nedenle okumanın tadı damağınızda kalıyor.

Çoluk çocuk herkese Melisa’yla ve romanın diğer kahramanlarıyla tanışmanızı öneririm. Gökkuşağı Yazı biz yetişkinlerin dünyasına da kendimizi seyredebileceğimiz bir ayna tutuyor. İster inanın, ister inanmayın biz olmasak da dünya dönüyor. Başkalarına adanmış bir yaşamdan birey olmaya giden yolda yürürken Melisa hiç de yalnız değil.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s. 81'de yayınlanmıştır.

Sevim Ak, Gökkuşağı Yazı, Günışığı Kitaplığı



24 Mayıs 2016 Salı

Bir “Ağıtçı”nın Son Ağıdı




“aşk sende
 heves bende kaldı”
                   K. Varol

Herkesin merak ve heyecanla takip ettiği, ne yazsa okumak istediği yazarlar vardır. Şiirlerine ve etkileyici üslubuna meftun olduğum, Kemal Varol böyle yazarlardandır, benim için. İkinci romanı “Haw”ı, okur okumaz hayranlıkla, aldığı ödülden çok evvel, gönlümde en sevdiğim kitaplar arasına yerleştirmiştim. Yakın zamanda çıkan üçüncü romanı “Ucunda Ölüm Var”ı da aynı merakla elime aldım.

Kederli hikâyeler anlatır hep Kemal Varol. Kitap zaten Ankara Garı faciasının en küçük kurbanı Veysel Atılgan’a ithaf edilmiş. Adından da anlaşılacağı üzere bir ölüler ve ölümler kitabı, “Ucunda Ölüm Var”. Eceli gelip sevdiklerinin yanında, sıcak yatağında huzurla ölenlerin değil; bir gözü açık gidenlerin, gözü arkada kalanların, geride hüzünler, sırlar, gerçekleşmemiş ukdeler, yarım kalmışlıklar bırakanların, susarak ölenlerin hikâyesi, kısaca hevesi kursağında kalanların ağıdı, bu roman.

Varol, kitabında eski inançların ve Alevi-Bektaşi kültürünün uzantısı olan, unutulmaya yüz tutmuş bir gelenekten, “ağıtçılık”tan yola çıkarak yaşlı bir kahraman yaratmış; Ağıtçı Kadın. Yırtık pırtık elbisesi, dövmeleri, aslanağızlı asası, belindeki kurt ve çakal kuyrukları, kara teni, yılların kederle doldurduğu kalbiyle bu masalsı kahraman, ilk sayfadan itibaren okurun kalbini fethediyor. İlk bölümde onunla birlikte Azrail’i beklerken birden ses olup uykulara karışan Heves Ali’nin fısıltısını işitiyoruz: Ses “Ben öldüm, gel bul beni” diyerek kahramanı, ağıdını yakmak üzere yanına çağırıyor. Ağıtçı Kadın’la düş mü gerçek mi olduğunu bilemediğimiz Heves Ali’nin peşine biz de düşüyoruz hatta ara sıra onun gibi Heves Ali’yi sağ salim bulma hayallerine bile kapılabiliriz.

Ağıtçı kadın, elli yıl önce kendisini bırakıp giden sevdiği, saz şairi Heves Ali’sini bulabilme umuduyla doğup büyüdüğü Kırşehir’den çıkmış, uzun zaman diyar diyar gezmiş; köy odalarında, âşık kahvelerinde, dağlarda onu aramış, gördüğü saz âşıklarına sormuş, bir saz âşığının mutlaka yolunun Arguvan’a düşeceğini söyleyen birileri yüzünden sonunda Arguvan’a gelip yerleşmiş. Burada önce ebelik yapmış, sonra cenaze evlerinde yaktığı ağıtlardan aldığı göz silimliği ile geçimini sağlamış, bu onun yaşam biçimi olmuş. Eserde yaşlı kahraman, ölümüne birkaç gün kala yollara düşer. Çünkü rüyada duyduğu ses onu Konya’ya çağırır. Orada aldığı işaretler kadını, emekli bir demiryolu işçisinin evine götürür, yaşlı adamın hikâyesini oğlundan dinleyip ağıdını yakar. Buradan Bursa’ya, Ermeni Artin’in hikâyesine sürüklenir. Onun hikâyesini de kardeşinden (abi mi kardeş mi, burada bir karmaşa var. s.78-80) öğrenir. Neye uğradığını anlayamadan, zorla, İstanbul’a, “Komutan İlteriş” adlı subayın cenazesine götürülür. Oradan da yine rüyalar sebebiyle Erzurum’a, Como Emmi’nin hikâyesine savrulur. Tam evine dönmeye niyet etmişken Arkanya’da, otobüste gördüğü Cemal’in yüzündeki kedere duyduğu merak onu, dağa çıkarak ölen gencecik Ümit’in hikâyesine çeker. Olaylar her şeyin başladığı şehirde, Malatya’nın Arguvan kasabasında son bulur.

Roman, yarım asırlık sevdasının peşine tekrar düşerek şehir şehir dolaşan yaşlı bir kadının öyküsü gibi görünse de anlaşıldığı üzere bu bir çerçeve öyküdür. Ağıtçı Kadın, iyi seçilmiş bir motif. Varol, Haw’da Mikasa’nın hikâyesi içerisine yerleştirdiği meseleleri bu romanında da yaşlı kadının serüvenine katarak anlatmış. Kitabın kurgusunda masalla gerçeği buluşturan yazar, esasen zor bir işe kalkışmış. Ağıtçı Kadın’ın hikâyesine, masalsı özelliğini yok etmeden, mantıksal dokuyu zedelemeden, gerçek yaşam hikâyeleri yerleştirmek ve bunları birbiri içine yedirebilmek oldukça güç görünüyor. Çarpıcı ve yaratıcı kurgusuna, iyi işlenmiş kahramanına rağmen anlatımın, yer yer akışkanlığını ve ritminin kaybetmesinin nedeni bu olsa gerek.

Ağıtçı Kadın’ın dolaştığı şehirler Ankara hariç Tanpınar’ın “beş şehir”idir. Ankara yerine ona ses bakımından çok benzeyen, yazarın diğer romanlarında da söz ettiği Arkanya yer alır. Kitaptaki beş ayrı yaşam öyküsü okuru geçmişe, otuz yıl evvelki olaylara götürür. Hepsi de bir başka aşka adanmış bu beş ömrün hikâyesini -meçhul taraflarıyla- yakınlarının ağzından dinleriz. Hikâyelerin içinde siyasi olaylara, gündeme, yazarın önceki romanları Jar ve Haw’a göndermeler, ironik detaylar ve imalar bulunur. Aslında olması istenilenle olan arasındaki fark, görünenle gerçek arasındaki mesafe ürkütücüdür. İşaret parmağı havada ölen Artin’in hikâyesinde olduğu gibi “gerçek” bakılan yere göre biçim değiştirir. Yazar anlatının bazı yönlerini bile isteye karanlıkta bırakır, çünkü üzerinde düşünmemizi ister.


Romanda Ağıtçı Kadın tren ya da otobüsle seyahat eder. Onunla birlikte Anadolu’nun hüzünlü yol manzaralarına tanıklık ederiz. Bazı hikâyelerde farklı kültürlere ait lezzetlerden ve yemeklerden de söz edilir. Tüm hikâyelerin sonunda Ağıtçı Kadın’ın sesi duyulur. Yollar ve dağlar ıssızlık katar, onun serüvenine. İçine içine haykırır Ağıtçı Kadın, ünler, bağırır: “Heveeeees! Heves Ali…” Yıllar yılı kalbinde biriktirdiği acıları, bir hasret uğruna harcanmış ömrünün ağıdını dile getirir yaşlı kadın, oldukça içlidir; romanın pek çok yerinde yazarın okuma hazzımızı arttıran şairane cümleleri ışıldar durur.

Varol, romanında dünya görüşleri, yaşama biçimleri, ırk, mezhep ve dinleri birbirinden farklı, her biri başka dertlerden muzdarip, sonunda ölümde eşitlenmiş insanları anlatırken tarafsız kalmaya, olaylara tepeden bakmaya çalışmış. Zaten gerçek hayatta aynı zeminde hiçbir zaman bir araya gelmeyecek bu insanlar; devletini seven, ömrünü ona hizmetle geçiren Konya’daki emekli demiryolu işçisi de, İstanbul’da bir suikasta kurban giden, vatansever, Mardin Cezaevi Komutanı Sedat da, halkına başka türlü faydası olabilecekken Diyarbakır’da dağa çıkan zehir gibi akıllı liseli genç Ümit de, hayallerinin peşinde ömrünü heder eden Ermeni Artin de, bir aşk hikâyesinden sonra dağılan, Bingöl koyunu gibi kokan, kötülük timsali eşkıya Como Emmi de işte bu romanda buluşurlar.

Kitapta kahramanlar, hayatlarının son deminde, ölüme yaklaştıkça başkalaşıp yakınlarıyla bir biçimde vedalaşırlar. Hemen hepsinin kıymeti öldüğünde anlaşılır. Ağıtçı Kadın da dünyada bildiği, onu “o” yapan ne varsa hepsinden soyunur. Yıllardır başkalarının olan ama onun tarafından da sahiplenilen onca acı, kalbine yerleşip belini bükmüş, dizlerinde derman bırakmamış, yüzünü buruşturmuş, ellerine lekeler düşürmüş, saçlarını ağartmıştır. Kara elbisesindeki sökükler ve ona bağlanmış her bir çaput ayrı bir hayat hikâyesinin eseridir. Dinlediği çok sayıda hikâyenin yükünü kalbinde taşıyan bu yaşlı kadın, sonunda hepsinin ağırlığından kurtulur, hepsiyle vedalaşır; yeni lastik pabuçlar, güllü entariler giyer, ölüme bir düğüne gider gibi hazırlanır, diline bir türkü gibi mevlidin sözleri dolanır.

Kitabı okudukça sizi bilemem ama ölümün ve ayrılığın başka dertlere benzemeyen kederi usul usul sokuldu, benim kalbime. Bir Ağıtçı Kadın’dan öğrendiklerim kaldı geriye, bir de… “Kendi gitse de hikâyesi kaldı yadigâr”…

Tuba DERE, Ayraç Dergi s.78'de yayınlanmıştır.

Kemal Varol; Ucunda Ölüm Var, İletişim Yayınları


9 Mart 2016 Çarşamba

Küçük Paris’e Bir Öksürük Şurubu





Triportörü bilir misiniz, hani şu kitabın kapağında resmi olan? Ben bilirim, çocukluğuma rastlar. Tüpçüler, sütçüler filan kullanırdı. Patırtılarla, tekleyerek çalışırdı, öksürür gibi. Ay, bulaşıcı mı bu acaba? Ne? Anlatıcının dili ya da anlatma hastalığı. Bana da mı bulaştı yoksa? Böyle bölük pörçük cümlelerle yazıya girince. İçime kurt düştü.

Sedat Demir ‘in kitabından söz ettiğim yazının başlığından anlaşılmıştır. Son yıllarda gördüğüm en güzel kapak görseli, kitabı görür görmez zaten bizi okumaya davet ediyor. Yazarın içimizde derin meraklar uyandıran ithafını saymıyorum bile. Şifahi Efendi’den(Kim ola bu Şifahi Efendi?) alıntı,  eski şark metinlerine benzeyen mukaddimenin, bir de anlatıcı girizgâhının ardından öyküleri okumaya başlıyorsunuz. Kitap müstakil gibi duran ancak birbirine görünmez bağlarla, ayrıntılarla bağlı üç öyküden oluşuyor. Bir öyküyü bitirmeden elinizden bırakıp soluklanmanız zor. Bu nedenle okumaya tedarikli oturun. Ben kitabı bir bardak su gibi üç yudumda içtim.

Bu kitapta hiçbir şey alıştığımız gibi değil. Öykülerin başlığını bile olması gereken yerde bulamayacaksınız. Her birinin başında öykü hakkında kısaca malumat edinilecek bir takdim kısmı yer alıyor. Okurken önce kitabın atmosferine alışmak, ayrıca çok dikkatli olmak gerekiyor. Öyküler teknik olarak başladığı noktaya geri dönen, çember biçimli hatta helezonik bir planla kurulmuş. Kurguyu besleyen oldukça zengin bir sinema, müzik, edebiyat ve mitoloji birikimi var. Hiç de yabana atılmayacak bir de mutfak kültürü… Sundukları tatlarla başımızı döndürüyorlar. İlk kitaplar daima sahihtir, yazarını ele verir. Öykülerin derinliğine bakınca bunun bir “ilk kitap” olduğuna inanmak güç olsa da Küçük Paris’in öykülerini okurken satır aralarındaki gözeneklerden dikkatlice bakarsanız tanımak istediğiniz yazarını da görebilirsiniz. Çünkü kitaptaki anlatıcıların sesi, bazen bizi şaşkına çevirip sonra ettikleriyle eğlenen yazarın sesine çok benziyor.

Kurgu, çağrışımı çok güçlü metafor ve imgelere dayandırılmış. Triportör, balkon, yara izi, kumrular, balıklar, mezeler, kambur bunlardan birkaçı.  Anlatımın başından itibaren bir bataklık mevzusudur,  gidiyor. Bu öyle bir bataklık ki hem anlatıcıları hem de okurları tatlı bir sarhoşlukla içine çekiyor. Kitapta tıpkı bir mazmun gibi kurgu içerisine saklanmış motifler de bulunuyor. İthafın bize verdiği ipuçlarından birinin, Chavela Vargas’ın izini sürerseniz ‘girizgâh’ olarak tanımladığım bölümde bazı detaylar yakalayabilirsiniz(Vargas denilince Frida’yı hatırlamamak mümkün değil, yalnızca Vargas değil kitaptaki bazı işaretler de bize Frida’yı çağrıştıracak). Sarı Dede ile Maryam’ın efsanevi hikâyesi –ki bu, bataklıkla ilgili temel anlatı-  Meksikalıların “Ağlayan Kadın” efsanesi ile “Saba Melikesi Belkıs” hikâyesine bir gönderme. Son öykünün kahramanı, bir zamanların güzel şarkıcısı Suzan’ın macerasında da “Ağlayan Kadın”ı hatırlatan ayrıntılar gizli. Saba Melikesi Belkıs başka yerlerde de çağrışımlarla önümüze geliyor, mesela ikinci öykünün kahramanı Nurperi’nin asıl adı Belkıs; ilk öykünün sonuna doğru da birinin “Makeda” diye seslendiğini duyuyoruz.

Kitabın temel kurgusu, neredeyse ölüm tarafından bile bir müddet unutulmuş, üç geçmiş zaman kadınının -Sadberk, Nurperi ve Suzan’ın- macerası etrafında örülmüş, bir mahalle hikâyesidir. İstanbul’un çok renkli,  çok sesli; tarihi, mutfağı, kültürü ile oldum olası zengin, dizilere, filmlere, kitaplara konu edilmiş semti Samatya yani zamanının “Küçük Paris” i öykülerin mekânı oluyor. Deresi, bataklığı, İkiyüzlü Çeşme Sokağı, İstasyon Gazinosu, Merhaba Caddesi en çok da eski Ermeni ve Rum evleriyle, anlatılan yaşamlara tanıklık edip geçmiş zamanın tozuna bulanmıştır, Küçük Paris. Kitapta sürekli kimlik ve el değiştiren hatta kaybolan anlatıcıların arasına, uğuldayan sokakları, dişil özellikleri, titrek sesiyle pekâlâ Samatya da karışabilir, çünkü yaşlı kadınlar hep öksürerek ve kesik kesik konuşurlar.

Sadberk, Nurperi ve Suzan, üçü de aslında iyi koşullarda yaşamış güzel hatta ‘çapkınca’ kadınlardır (Bu arada belirtelim, bir erkek yazarın kadın kahramanların dilinden bu kadar başarıyla konuşması pek takdire şayandır).Hayatın cilveleri zengin yoksul, güzel çirkin ayrımı yapmaz ve keder herkese eşit uzaklıktadır, bu üç kadının hikâyesi de buruktur. Hayatlarına karışan, yanlarında, yakınlarında bulunan kişiler de hikâyeleriyle onların acısına acı katarlar. En çok da nefes alabilmek için sığındıkları ama hiçbir zaman gerçek olamamış düşlerin bataklığında boğulurlar.

Kitabın içinde dört görsel yer almış. Bunlardan ilki “Triportörlü Hikâye”nin başında ve Aragon’un “Kibar Semtler” romanına ait. Diğeri, bir sayfa sonra, metnin kurgu taslak çizimine benziyor. Bu çizim okurun öyküyü kavramasına kılavuzluk edebilir. İlk öykü, kahramanı Sadberk’in adı gibi çok katmanlı, kitapta kendisini takip eden iki öyküden daha kompleks bir yapıya sahip. Sadberk bir iştahla, kendisinin, Mevlüt’ün, Ayla’nın, yıllardır birbirini arayan ama kör bir nokta yüzünden kavuşamayan âşıkların hikâyesini anlatıyor. Bu arada kahramanlar alıp başını gidiyor, kurgu öyle dallanıp saçılıyor ki iskeleti görmek güçleşiyor. Aslında okuyacaklarımızın, okuduklarımızı aydınlatacağı fikri bu karmaşada merakımızı tetikliyor. Bu öykü üslup bakımından da diğerlerinden biraz farklı. Şuur akışının yoğunlaştığı bölümlerde iç içe geçmiş, parçalanmış cümleler anlamı ve grameri zorluyor.

İkinci öykünün başında bulunan “Rüzgâr Gibi Geçti” filminin afişi kitaptaki bir diğer görsel. Öykü bir apartmanın beşinci katından atlamaya hazırlanan bir gencin düşünceleriyle başlıyor. Kurgu ilerledikçe gencin amacının intihar olmadığını anlıyoruz. Evvela uçmayı öğrenmiş bu delikanlı, şimdi konmaya yani dünyaya dönmeye çalışıyor. Ona kanatlanıp uçmayı öğretense masmavi gözleri olan, kendi güzel ama bahtı kara, ihtiyar bir kadın, Nurperi, kahramanın çocukluk aşkı. Filmlerin hayal dünyasına getirdiği zenginlikle yaşayan bu kadın, hayattan, yaşayamadıklarının intikamını film izleyerek alıyor. Kahramana da küçük bir çocukken ‘ondaki manayı terbiye edecek’ olan sinemanın, müziğin, aşkın ve rüyaların kapısını aralıyor. Lâkin düşlerin lezzeti zehirlidir, uçmak güzelse de konmak zor ve acı vericidir.

Kitaptaki son görsel, üçüncü öykünün başında yer alan bir gazino afişi. Küçük Paris’in bir zamanlar meşhur gazinolarında sahne almış güzel şarkıcı Suzan Dilber’e ait. Bir suçun bedelini yaşamıyla ödemiş, dahası acılarını ömür boyu taşımaktan yorulmuş, çirkince bir kamburdur artık Suzan. Hâlâ okuma yazma bilmiyor, ağzı bozuk, huysuz bir ihtiyar, yapayalnız yaşıyor. Üstelik kimsenin göremediği bir çocuk –Asım- tarafından takip ediliyor. Doğdu mu Asım, hiç var oldu mu bilinmez, ama Suzan’a sürekli hatırlatıyor, hatırlamaması gerekenleri. Suzan’sa hep acı çekiyor.

Bitiriyoruz, son sayfa. Üslubu şiirsel olmasa da bu öyküler; filmler, kitaplar, şarkılar sayesinde metafor, imge ve çağrışımları ile şiir lezzeti bırakıyor ruhumuzda. Yazarından daha ne güzel kitaplar gelecek kim bilir? Son sayfayı da okudunuz mu? Artık karakterleri az çok tanıdınız, olayları anladınız. Az çok mu? Evet… Şimdi dönün en başa, dönün, dönün üşenmeyin. Kaçırdığınız dehlizler, fark etmediğiniz ayrıntılar var. Damağınızda kalan bu tat devam edecek. Bir bardak çay daha doldurun. Konuşan ses size çok tanıdık gelecek, artık dilini çözdünüz. Kim? Aramızda sır. Hangisi kurmaca ne kadarı gerçek, siz karar verin.


“Bir de her şey anlatılmaz, hikâye sessizlikte demlenir. Boşluklarda.” (s.16)

Sedat DEMİR, Küçük Paris Fena Öksürüyor, Dedalus Kitap, Ocak 2016

Kitabı, Chavela Vargas dinlemeden okumak olmaz.

Tuba DERE, Ayraç Dergisi, s.76'da yayınlanmıştır.