#canyayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#canyayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Değişen İnsanın Dili: Sibop


Geçtiğimiz yılın bol kahkahalı romanlarından biriydi bence Sibop. Romanı merakla, güle eğlene, bir solukta okumuştum. Yakın bir tarihte kitabı yeniden gözden geçirdim. Çünkü öyküleriyle tanıdığımız Başar Başarır’ın ilk romanı Sibop, ikinci kez yazarına -bu defa roman dalında-  Yunus Nadi Ödülü getirdi.
 
Başarır romanında sanattan, bilimden, teknolojiden, mekanikten az çok anlayan, yeri gelince hepsinin terminolojisini laf ebeliğine seferber eden, bilmiş ama bir baltaya sap olamamış bir karakter yaratmış: Orhan. Argoda, uygun olmayan bir ortamda yapılmaması gereken şeyleri yapan anlamına gelen sibop da Orhan’ın lakabı. Yazar neden kitabına böyle bir isim seçmiş? Önce tuhaf geliyor (Hamdi Alkan’ın Gazman tiplemesini çağrıştırıyor), okudukça sebepleri kavrıyorsunuz. Kitabın aşağı yukarı klişe bir kurgusu var. Orhan, Hukuk Fakültesini bitirdiği hâlde, adalete inancını kaybettiği için avukat olamayan, evde ablasının kurduğu şirket üzerinden para kazanmaya çalışan, diplomalı bir işsiz. Annesi gibi baskın bir karakter olan ablası Nebahat’le aynı evde yaşıyor. Ara sıra onlara konuk olarak gelip gitmek bilmeyen, iyi saatte olsunlara karışmış bir de halaları var (kitabın bence en renkli tiplemesi). Çok karışanlı bir hayat Orhan’ınkisi, evdeki mevcut kadroya laf yetiştirmek yetmezmiş gibi mezarından vara yoğa söylenen annesine de ara sıra dil dökmesi gerekiyor. İnsanlardan korkmak, onlara iyi davranamamak, bir de hazır cevaplık Orhan’la Nebahat’e anneden yadigâr. Zaman zaman kara mizaha da dönüşebilen mizah anlayışı ise Orhan’ın uyum sağlayamadığı hayata katlanabilme biçimi.  

Kendisini “Cihangir çiyanı”, “acemi kolpacı” olarak nitelendirse de iyi bir adam Orhan, hiç gizlisi saklısı yok, ne varsa dilinde; kimseye bir faydası dokunmuyor ama zarar da vermiyor, hayatta kaybettiğini baştan kabullenmiş, belki de aşkta kazananlardan olmaya çalışıyor. Bir gün feysbuk yoluyla tanıştığı Aslı’yla, ne olduğunu anlayamadan evleniveriyor. Evliliklerinin ilk günleri aşkla dolu, mutlu, umutlu geçiyor, ancak kısa bir süre sonra Aslı ortalıktan kayboluyor. Evlilikten önce bir evin tenhalığında, etliye sütlüye karışmadan yaşayan Orhan’ın hayatı, karısının kaybolmasıyla birden arapsaçına dönüyor. Ayrılık yüzünden acının dibine vurması bir tarafa, hayatına beklenmedik olaylar ve insanlar giriyor. Orhan Aslı’nın kayboluş sırrını çözüyor ama bu arada kendini tutamayıp Sami Abi’nin önünde ağlayınca adı “Sibop Orhan”a çıkıyor. Olaylar zincirine acemice işlenmiş, bir yandan da komik, Necip Tekbulut cinayeti ekleniyor; işin içinde büyük paralar dönüyor, olan bitenin aslında Aslı’nın babasının yani eski tiyatrocu Kerim’in hikâyesine dayandığı anlaşılıyor. Yazar kurgunun temelinde yatan geçmiş olayları okura, kronolojik akış içerisine yerleştirdiği geriye dönüş bölümleriyle aktarıyor. Bu işte karı-koca-kardeş tiyatrocuların (bize ünlü tiyatrocu bir aileyi hatırlatıyor), müvekkilinin aile sırlarına vakıf, her türlü dolabı çevirmeye müsait avukatların, Şükrü Yosun gibi yeni türedi, ensesi kalın inşaat zenginlerinin, mafyanın parmağı var. Olaylar barda tehdit, haneye baskın gibi polisiye film sahneleriyle renkleniyor. Hikâye, onlar ermiş muradına denebilecek bir sonla nihayetleniyor. 

Sibop’ta evlere şenlik tipler var: Detay Haşmet, Sami Abi, Yosunlar İnşaat’ın sahibi Şükrü Bey gibi üç kâğıtçı tipler, dünya batsa üste çıkmanın yolunu bulacak Tekcan gibiler, yerinden kalkmadan âlemi takip eden Nebahat gibi internet bağımlısı bilgeler, Şule ve Oruç gibi işini bilen ama aydın geçinen ünlüler; özü, sözü bir Başrol Hamdi ve karakter oyuncusu Kerim gibi düzgün adamlar, konuşup kendi derdini anlatamayan, okura hep Orhan aracılığıyla aktarılan Aslı gibi masumiyet abidesi kadınlar. Kamu malını kişisel çıkarları için kullanmaya teşebbüs edenler, amaçlarına kutsal ideal süsü vermiş menfaatçiler, doğru söylediğini iddia eden yalancılar, kısaca iyiler ve kötüler var. Yazar, memleketin son model insan profilinin karakteristik tiplerinden bir derleme yapmış. Kişilerdeki bu seçim, romanı hem çok sesli hem de çok renkli kılmış. İlginçtir, romanda farklı çevrelerden, farklı kişiliklerde birçok kahraman yer alıyor, her birinin kendine özgü bir sesi var. Yazarı öncelikle gözlem yeteneğinden ve tespitlerindeki isabetten ötürü kutlamak gerek. Kurgunun kronolojik ve geriye dönüşlü anlatım zamanları kendine ait bir atmosfer derinliği taşıyor. 70’li yılların anlatıldığı bölümler dönemin ruhunu, o günkü insanın yaşam biçimini, dünya görüşünü ve ahlak anlayışını yansıtarak okura günümüzle geçmişi kıyas şansı veriyor.


Kitabın en orijinal yanı, hiç kuşkusuz dili. Başarır romanını popüler bir üslupla, sosyal medya diliyle (buna youtuber ağzı mı desek?) örmüş. Anlatıya yer yer kabalaşan, iğrençleşmekten çekinmeyen, sert, eril, argo bir dil, küfürbaz bir erkek sesi hâkim. Önüne gelene öfkelenen, rahatça kabalaşıp sövebilen, ikiyüzlü davranmaktan çekinmeyen günümüz insanının farklı toplumsal katmanlardaki temsilcilerini görüyoruz Sibop’ta. Barmeni de büyük şirket patronu da mafyası da aydın geçineni de aynı dille ‘konuşuyo’. Üstelik bu üslup yalnızca diyaloglarda ortaya ‘çıkmıyo’, romanın anlatım dili onun üzerine kurulmuş. Olaylar Orhan’ın iç konuşmalarıyla aktarılıyor, bir anlamda yazar okurla sohbet ediyor. Bizzat Orhan’ın üslubu bu; imlayı hatta kesik, kopuk cümleleriyle grameri bile zorlayan bir Türkçe. Kitabın bir yerinde kahramanına “…beni ve bozuk ağzımı bağışlayınız. Açık saçık konuşuyorsam, derdimi açık seçik anlatabilmek içindir.”[1] dedirterek okurdan özür dilese de bu anlatım dili, yazarın bilinçli seçimi. Başarır edebi olmayan bir dille bir edebiyat eseri yazmış. Dikkat edilirse geçmişin tozlu sayfalarına dönüldüğünde üslup birden değişiyor. Sanırım bu noktada, kuralları ihlal ederek değişen, başka bir anlaşma biçimine dönüşen bu dilin yaşamımızı nasıl biçimlendirdiğine bakmak gerek. Kullanılan dil, zihniyetin temsilcisidir. Böyle düşününce kitabın ismini de bir gönderme saymak mümkün. “Reytingini düşük bulmak”, “RT almak” gibi güncel tabirlerin yanı sıra Orhan’dan ve halasından işittiğimiz yerel atasözü ve deyimlerin anlatımı zenginleştirdiğini de söylemeden geçmeyelim.

Yazar romanında öncelikle adalet olmak üzere aşk, aile, etik, şehircilik, mimari, sanat ve tiyatro/oyunculuk gibi kavramları ironiyle sorgulayıp yorumluyor. Aslı ile Orhan’ın evlilikten beklentileri de kadın ve erkeğin ayrıştığı noktaları göstermek bakımından manidar. Zaten Aslı’nın masumiyeti ve idealizmi (babasının vasiyetine karşı gösterdiği hassasiyet) de Orhan için yabancı. Çünkü Orhan akışın dışında kalsa bile bugünün insanı. Sibop bence, erdemli olsa da çalışmayı ve savaşmayı göze alamadığı için hayatın kıyısında kalanlarla ‘anasının gözü olmadığı’ için susturulan masumların, ekonomik ve siyasi gücü ele geçirerek dilediğince at koşturanlara karşı verdiği sessiz mücadeleyi anlatıyor. Savaşın kazananı baştan belli ama sonunda adaletin tecelli edeceğine de güvenmek gerek. Kaybetmiş gibi görünen taraf ise evinde, huzur içinde, deli gibi sevdiği karısının yanında içkisini yudumluyor ne de olsa “galip sayılır bu yolda mağlup”.



Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.102'de yayınlanmıştır.

Başar Başarır, Sibop, Can Yayınları





[1] Sibop s. 165

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Nerede Kaldınız, Peyami Bey?

Tanpınar’dan bile önceydi benim Peyami Bey’le tanışıklığım. O benim için ilk esaslı yazardı. Sözde Kızlar’la başlayıp (onun yazdıklarına yetişmek zor olsa da) külliyatını okumaya varacak kadar sıkı bir dostluğumuz oldu kendisiyle. Ne hikmetse ben de okurken onunla hep ruhsal diyaloglara girer, bu sırada kendisine “Peyami Bey” diye hitap ederdim. Ayrıca Yalnızız romanının kahramanı Samim, eski ahbaplarımdandır; Simeranya benim de hayal ülkem sayılır. Hamdi Koç’un adıyla bile “Yalnızız”ı çağrıştıran son romanı “Yalnız Kaldınız, Peyami Bey”e nasıl çekildiğim bu açıklamalardan anlaşılmıştır, sanırım. Bakalım, Hamdi Koç’un Peyami Bey’i benim hayalimdekiyle örtüşecek mi diye merakla başladım okumaya.  

Hamdi Koç bu romanında ‘mirası reddedilmiş, adı bile antika olmuş’ bir yazarı, Peyami Safa’yı kahramanlarından biri kılar ama kitabı biyografik bir roman beklentisiyle eline alacak okurların hayal kırıklığına uğrayacağını baştan belirtelim. Her ne kadar kurgu Peyami Safa’nın kişisel özellikleriyle, kitaplarından izlerle ve motiflerle zenginleştirilmiş olsa da bu bizim bildiğimiz Peyami Safa değildir, buradaki Simeranya da Yalnızız’ın Simeranyası değil. Hamdi Koç, Peyami Bey karakteriyle kitabının kurgusuna uygun bir başka yazar tasavvur etmiş, bu konuda kendisine yöneltilebilecek eleştiriler için de elbette bir cevap hazırlamış “…benim Peyami Safa tasavvurum bu. Siz de sizinkini yazın...”(s.41).

Kitap, önce kendisinin öldüğünü zanneden ancak henüz hayattan kopmamış, komadaki bir hastanın, aynı zamanda romanın anlatıcısı ve yazar olan kahramanın Peyami Bey adlı kahramanla ilişkisini yani iki farklı kuşaktan yazarın özü yazıya dayanan çekişmeli, sürtüşmeli dostluğunu konu ediniyor. Önceleri birbirinden kuşku duyan bu iki kahramanın aralarındaki zıtlıklara rağmen bir süre sonra gelişen arkadaşlığının hikâyesi. Kitapta adı belirtilmeyen anlatıcı kahramanın verdiği ölüm kalım mücadelesi ve acılı yaşam hikâyesi, Doktor Ramiz, hastaneye benzeyen bir oda, yatak ve battaniye gibi unsurlar bize Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu çağrıştırsa da oluşturulan evrenin Simeranya olarak adlandırılması ve ayrıntılar, kahve leit motifi bile, Yalnızız’a gönderme. Koç, rüya ikliminde kurulmuş, zaman zaman Hollywood filmlerini hatırlatacak bir roman atmosferi sunuyor okuruna, belki ölümlülerin değil, öldüğü için artık ölmekle kayıtlanmayacak ölümsüzlerin diyarından sesleniyor.(Ama buradakiler bile ölmekten korkuyor.) Bilmediği bir nedenle yediği şiddetli dayaktan ötürü ölümle burun buruna gelerek Peyami Bey’in bulunduğu boyuta, tabiri caizse yerçekimsiz ortama düşen anlatıcı, kitap boyunca karşılaştığı kişileri ve orada oluşturulmuş kurgusal dünyayı tanıyıp anlamaya çalışıyor.

Simeranya olduğunu öğrendiğimiz bu öteki boyutta Peyami Bey, bir roman yazmakta, ayrıca anlatıcı kahramandan da gerçek hayata dönüp kendisiyle ilgili bir roman yazmasını istemektedir. Zaten yaşama karşı isteksiz ve mutsuz olan anlatıcı ise ölüp gerçek hayattan kurtulma arzusundadır ancak orada yaşadıkları ve tanık olduğu tuhaf olaylar da kafasını karıştırır. Peyami Bey ve Doktor Ramiz’le kendisini öldürmeye çalışanların peşine düşer. Söz konusu bölümde kurgu polisiye bir hâl alır. Bu sırada yaşarsa gerçek hayatta, gelecekte başına neler geleceğini görür, iyice kararsız kalır. Öte yandan akıl sır erdirilmez olaylar olmaktadır Simeranya’da. Mesela Peyami Bey’in iradesine bağlı olarak kar yağar, fırtına çıkar. Kitapları bile korkutacak kadar öfkelenebilir Peyami Bey, volta atarken duvarlardan geçebilir. Yanan insanlar, yer altına inen merdivenler, yılanlar tarafından öldürülmeye çalışılan ecinni kadınlar vardır. Sık sık fantastik unsurlar devreye girer. Kahramanlar genellikle psişik yönleri olan kişilerdir. Simeranya’daki gerçekliği Peyami Bey yönetse de Doktor Ramiz’le aralarında uzun tartışmalara neden olan, sürekli bir iktidar çatışması vardır. Doktor Ramiz bir otorite alternatifi oluşturmaya ve diktatör olmaya hazırlanmaktadır. Peyami Bey’in ayak işlerine bakan, anlatıcıya polisleri atlatmak konusunda yardımcı olan “Yavrum” diye anılan bir çocukla, Cavit Bey’i arayan bir kadın kahraman, anlatıcının bir kez görüp âşık olduğu, daha sonra göremediği ancak varlığını sezebildiği Seniha adlı kadın da bir görünüp bir kaybolarak kurgunun gizemini arttırırlar. Sanki Peyami Bey’in içinden ara sıra nizam ve disiplin düşkünü bir doktorla -Doktor Ramiz- bir şeytan çıkmakta, Simeranya’nın hâkimiyetini bir biri, bir öteki ele geçirmekte, hatta Peyami Bey’i bitirmeye ve kurguyu da yönetmeye kalkışmaktadırlar. Belki kahramanları Peyami Bey’den güçlüdür. Peki bu kahramanlar kimin kahramanıdır aslında, Hamdi Koç’un mu, Peyami Bey’in mi?

Romanda olaylar, rüyalardaki gibi parça parça ve kopuk kopuktur hatta aralarında bütünlük sağlanması zordur, kitapta bu duruma da bir açıklama getirilmiş tabii. Bir yerde yazar Peyami Bey’e “Hiçbirimiz hayatı rüyaları anlayabildiğimizden daha fazla anlamadık. Bir rüyayı diğerine bağlayamadık.” (s.209) dedirtir. Nasıl rüyada olmayacak işler başımıza geldiğinde sorgulamadan kabullenip yaşıyorsak hayatta ve kitap da anlamaya çalışma çabası nafiledir. Bazen hikâyenin hızına ve cazibesine kapılmak yeter.

İnsanı, söz ve davranışlarını, rollerini, toplumu iyi analiz eden Hamdi Koç, bu romanında da sık sık psikolojik tahlillere yer veriyor ve altı çizilecek cümleler kuruyor. Satır aralarında günümüz siyasi yaşamına ve gündeme göndermeler yapmaktan da çekinmiyor.

Yazı rüyaya benzer mi? Kurgu tamamen bilinçle yapılan bir iş mi? Kurmacada kuran/yazan ne kurduğunu biliyor mu, yoksa kahramanlar burada olduğu gibi başına buyruk davranarak, alıp başını gidiyor mu? Yazarlar kahramanlarıyla empati kurmaya ve onları anlatmaya çalışırken Peyami Bey gibi sancılar mı çekiyor? Yazar yazıdan başka nelerle mücadele ediyor? Kitabı okurken bu ve benzeri soruları sormadan edemiyor insan. Çünkü Yalnız Kaldınız, Peyami Bey, aynı zamanda bir yazma serüveni hikâyesi. Koç, kitabında yazarlığın sırlarına değinip kurgunun gelişim evrelerini de gösteriyor. Mesela ilk bölümlerde üç kahramanın diyaloğuyla kurulan hikâye çatısı sonrasında yeni kişiler ve olaylarla zenginleşip hız kazanıyor.

Peyami Safa, Hamdi Koç’un romanını okusa ne düşünürdü bilemem. Yıllar sonra bir romancının, yaşam hikâyesinin ve yazdıklarının değil, kendisinden ilhamla, adını adından alan kurgusal bir kahramanın peşine düşeceğini söyleseler durumdan pek hoşnut olmazdı herhâlde ama bu kitapla modern edebiyatın gündemine geldiği için de sevinirdi belki. Zaten hikâye, yazarın ve kahramanın birbirine tahammülünden başka nedir ki?


Neticede her şeyin sonunda bize kalacak olan hislerdir, bu kitaptaki gibi. Rüyaların ruhumuzda bıraktığı iz gibi. Belli ki Hamdi Koç herkes bu kitaptan ayrı bir tat alsın istemiş. Tam olarak izahı zor, kitaptan, tatlı tuzlu karışık, buruk bir tat kaldı dilimde. Bakalım siz okuyunca neler hissedeceksiniz?

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.90'da yayınlanmıştır.

Yalnız Kaldınız Peyami Bey, Hamdi Koç, Can Yayınları

26 Aralık 2016 Pazartesi

Denizde Geçen Hayatlar

Her yazarın anlatısının içimizde bıraktığı tat başkadır. Cemil Kavukçu öykülerini okuyup da onun gündelik yaşamı, sıradan insanları, dost meclisinde sohbet eder gibi anlattığı hikâyelerinin buruk tadını bilmeyen yoktur herhâlde.

Yıllarca gemide çalışmış Cemil Kavukçu. Buna rağmen geriye dönüp baktığında denizi konu edinen sadece on üç öykü kaleme aldığını görmüş. Farklı zamanlarda yazılmış ve her biri ayrı bir kitapta yer alan öyküler derlenince “Maviye Boyanmış Sular” ortaya çıkmış.

Bir zamanlar tayfa olma hayalleri kurmuş bir çocuk olarak heyecanla, adeta deniz kokusu duya duya aldım, Maviye Boyanmış Sular’ı elime. Biz yerleşik yaşayanlar için seyahat, geçici bir süredir ve eğlencelidir. Gezip gördüğümüz yerlerin tadını çıkarır, döneriz. Oysa sürekli denizde olmak ona kıyıdan bakanların anlayabileceği bir şey değilmiş. Hatta belki kitabın ilk öyküsü “Gemide”de anlatıldığı gibi ıssız bir adaya düşmekten beter, gerilimli bir yalnızlığı var denizin. Şeş cihet masmavi; deniz de gök de vahşi, üstelik bir kara parçası kadar güvenli ve güvenilir de değil deniz. Kavukçu, kitabın takdim yazısında uzun süre gemide kalan, statik elektrikle yüklenen denizcilerin sinir sisteminin harap olduğundan bahseder. Zannediyorum, hikâyelerin hazin tarafı burada başlıyor. Dağların güvenli duruşuna karşın, öykülerde sık sık tekrarlandığı gibi, denizde olmayı, denize açılmayı göze alabilenlerin hikâyesi anlatılıyor bu kitapta. Kitabın son öyküsü “Zaman Aynası”nda “Öğrendiğinde keşke bunları bilmeseydim, diyeceğin, geri dönüşü olmayan bir sırrı vardır denizin. Omuzlarına yüklenen, taşıyamayacağın, anlatmazsan rahatlayamayacağın, anlatırsan cezalandırılacağın bir yük.” diyor, ‘kendisinden olmayan her canlıya, her nesneye düşman’ deniz için.

Kavukçu’nun deniz öyküleri gemide türlü işlerde çalışanları, kaptanı, çarkçıbaşını, aşçıbaşını, kamarotu, kısaca bilmediğimiz bir yaşamı, ayrıntılarıyla dünyamıza getirir. İdris, Baha, İbrahim, adını bile öğrenemediğimiz ama denizdeki en büyük eğlencesi balık tutmak olan ve bu uğurda gemide keyfi arızalar çıkartıp, çıkan arızaları uzattığı için gemi mürettebatını kızdıran (bence komik ve sevimli bir tip) Çarkçıbaşı ve Eran Kaptan neredeyse tüm hikâyelerin ortak kahramanlarıdır. Bu durum müstakil gibi görünen öyküleri birbirine bağlar ve bir nehir öykü hâline getirir. Farklı zamanlarda yazılmış olsalar da öyküler arasındaki bağ, yalnızca temaya dayanmaz; bunlar zaten birbirini çağrıştıran, tamamlayan, örtüşen detaylarla kurulmuştur, dolayısıyla bir kitapta toplanmaları şaşırtıcı değildir ve kitaptaki sıralanışları da oldukça isabetlidir. Mesela insana benzeyen balık yani misafir yolcu, son öyküye kadar denizcileri takip eder. Çarkçıbaşı hikâyelerin tümünde ‘arıza çıkaran’ kahramandır.

Her öyküde bir başka olaya ve başka bir kahramanın serüvenine ışık tutulur. Metinlerdeki kurgusal yapı erkeklerin dünyası üzerine oturtulmuştur. Kadınlar uzakta yahut düşlerdedir. Aşk ve cinsellik de öyle. Hatta cinsellik, Eyyup’un Helga’sı gibi dramatik bir romantizm taşır ve yıllarca denizde dolaşan yalnız adamların kederini sadece bir nebze dindirmeye yarar. Balık tutmak, akşamları kamaralarında içmek gibi küçük eğlenceleri vardır deniz adamlarının. Yasak olsa da hepsinin odasında sakladığı içkisi ve kuruyemişi bulunur. Aralarında sert ve kıyıcı şakalar yaparlar.

Kitaptaki öykülerin hemen hepsinde olay, denizde geçer. Günlerce, gecelerce süren ne zaman sona ereceği genellikle bilinmeyen bir yolculuktur bu. Çünkü her şeyi deniz belirler. Yalnızca gemi bir koya demirlediğinde –ki bunun için fırtına olması yahut motorda bir arıza çıkması gerekir- kıyıya çıkıp nefeslenebilir gemiciler, kadınlarla eğlenip içer ve geri dönerler. Karaya çıksalar bile ‘denizde olmak’ hâli üstlerine yapışıp kalmıştır. Denizciler, denizin kurallarına uymayı öğrenen, bir anlamda ona boyun eğen ve aslında başka türlü yaşamak bilmeyen adamlardır. Karada bıraktıkları yakınları ile aralarında kocaman bir deniz vardır ve hayatları da denizle çevrilmiştir. Denizin ortasında ama hayatın kıyısında yaşarlar. Hatıralar tarafından kuşatılmış hafızaları onların hiçbir zaman tek bir zaman diliminde var olmalarına izin vermez. Bazen çıkılan bir kıyı kasabası yahut barda görülen bir kadın eski sevgilileri, hüsranla biten hikâyeleri hatırlatır. Denize aşkla bağlıdır denizciler. Hem korkarlar ondan hem de her türlü azabına rağmen ona doğru çekilirler. Kimileri için hüzünlü bir serüvenden kaçış, sığınaktır deniz, kimisi için bir hapishane. Çünkü bazıları Hurşit gibi, kara adamıdır. İşsizlik canına yettiği için denize düşmüştür Hurşit. Diğerleri gibi dayanıklı değildir. Bu yüzden Azrail’in nefesini ensesinde hisseder. Hatta kendine bir katil bile seçmiştir. Ondan kaçarken yakalanır, en çok korktuğu şeye.

Denizdeki hayatı ağırlaştıran bir türlü geçmeyen zamandır. Bir süre sonra zaman kavramı kaybolur, günler geceler tıpa tıp birbirine benzer. Buna bir de bir koya demirleyip uzun süre beklemeler eklenince her şey adeta kokuşur. Yazar bu durumu Balık öyküsünde “Davranış bozuklukları göstermeye başlamıştık. Yüzmeyen ya da yüzdürülmeyen bir gemide yaşamanın doğal bir sonucu olmalıydı bu.” diye anlatır. Bu ‘zamansızlık’ öykülerin kurgusal yapısına da yansımış. Pek çoğunda temel kavram olan gün ve geceden öteye gidilmiyor. Çözülmesi gereken problemler, büyük gerilim ve entrikalar bulunmuyor Kavukçu’nun deniz öykülerinde. Bu nedenle de yorumu okuyucuya bırakılan, açık uçlu bir sonla bitiyor çoğu. Ana çatı denizin insan üzerine çöken ağırlığı ile kurulmuş. “Eyyup”, “Telsizci”, “Kamarot” ve “Müjark” gibi öykü adlarına bakılınca zaten kurguların kişisel serüven eksenli oldukları tahmin edilebiliyor.

Kitaptaki öyküler bize aynı gözlemci anlatıcının dilinden aktarılır. Yalnızca buruk bir aşk hikâyesi olan “Mor Çiçekli Toka” ve “Müjark” öykülerinde anlatıcı, kahramanın kendisidir. Bu öykülerde kahramanın iç dünyasından ve duygularından söz edilir. Diğer öyküler ise daha çok izlenime dayanır. Çünkü anlatıcı “gözlemci” ya da “kahraman” hangi rolde olursa olsun deniz adamı değildir, yani gözlemlenen yaşama yabancıdır. Dolayısıyla bazı olayları en az bizim kadar şaşkınlıkla izler.

Maviye Boyanmış Sular’la denizin kokusu, dalgaları, tuzu, fırtınaları geliyor ruhunuza. Deniz tutuyor zaman zaman, deniz her şeyi yutuyor ve dünya ıssızlaşıyor. Kurgunun içerisine sıkıştırılmış ufak ayrıntılarla yüreğinize usul usul ince bir sızı sokuluveriyor. Kitaptaki öykülerin tümü aynı güçte olmasa da Kavukçu’nun bu öykülerde yarattığı kahramanlar canlı ve oldukça sahici. Sokağa çıktığınızda onlara rastlayamazsınız ama denize açılırsanız görebilirsiniz ve hepsini görür görmez tanıyacaksınız. Muhtemelen hikâyelerini fısıldamak için kendilerini dinleyecek okuyucuları bekliyor olacaklar.

Tuba Dere, Ayraç dergisi s.85'te yayınlanmıştır.

Cemil Kavukçu, Maviye Boyanmış Sular, Can Yayınları


22 Haziran 2016 Çarşamba

Gökten Üç Öykü Düştü: Acayip Bir Hediye


Son zamanlarda çocuk kitapları arasında yaptığım seyahatin duraklarından biri de “Acayip Bir Hediye” oldu. Doğan Gündüz’ün beşinci çocuk kitabı. Yazar, yalnızca çocuk kitapları yazmıyor. Kitabın başındaki tanıtım yazısında özellikle zamanın sesli tanıkları saydığı, mekanik saatlere olan ilgisinden de bahsediyor. Zaten kendisinin Osmanlı’dan bu yana alaturka ve alafranga saatleri ele alan, bu arada zaman kavramına toplumsal bakışımızı irdeleyen detaylı bir çalışması daha bulunuyor.

Kitap, gökten düşen üç elma misali çocuk, baba ve annenin dünyalarını konu alan üç öyküden oluşuyor, adını son öyküden almış; öyküler usta illüstratör Sedat Girgin tarafından resimlenmiş. İlk öykü “Odamda Neler mi Var?” da kitabın gizli kahramanı -adını bir türlü öğrenemediğimiz- küçük kızla tanışıyoruz,  kitap boyunca o bize eşlik ediyor, öyküleri onun ağzından dinliyoruz.  İlk öyküde bize odasını dolayısıyla dünyasını tanıtıyor. Biri disiplinli biri daha denetimsiz ve özgür; biri kurallara tabi diğeri kuralsız yaşamı temsil eden iki odası var. Hatta bu odalardan bir düşsel ve kurgusal diğeri gerçek olabilir ya da aynı oda içerisinde iki farklı dünyadan söz ediliyor olabilir, bu hususun ucu açık bırakılmış yani okuyucunun hayal gücüne kalmış. Odalar, çocuğun farklı ruh hâllerini temsil ediyor. İkisinde de odanın özelliklerine göre farklı ebatlarda yataklar, oyuncaklar ve kitaplar yer alıyor. Ayrıca da anne ve babanın özel eşyalarından biri çocuk tarafından odada bir yere gizlenmiş, her iki odada da çocuğun kendine ait sırları var. Düşsel odaya “babacino” gerçek olan oda “annecino” hakim (Bu adlandırmaları biraz kulak tırmalayıcı bulsam da çağrışıma açık oluşları bakımından tercih edildiklerini düşünüyorum.).

Kitaptaki öykülerin bence en orijinal yanı, anne ve babanın sosyal rollerindeki değişim, ayrıca bunun çocuk dünyasında doğal bir biçimde kabul görmüş olması. Baba evde erkek işi denebilecek –tamirat gibi- işlerle hem de daha çok kadınlara uygun görülen yemek ve çocuk bakımı gibi işlerle meşgul oluyor. Bahçede çalışıyor, ayakkabı tamir ediyor, spor yapıyor; çocuk bunların her birinin meslek olabileceğini düşünüyor ancak sonrasında hiçbirinden para kazanılmadığını fark ediyor. İkinci öykü olan “Babamın Mesleği”nin sonunda babanın aslında işsiz bir mühendis olduğunu anlıyoruz. Bu nedenle kızıyla geçirecek vakti anneden daha fazla, daha özgürlükçü ve yaratıcı; anne ise çalışma hayatı yoğun bir iş kadını.

Kitapta çocuk ve baba eksenli iki öyküden sonra üçüncü öykü anne eksenli olarak kurgulanmış. Annenin giyimi, kuşamı, alışkanlıkları ve sevdiği eşyalar iş hayatının temposuna göre şekillenmiş. Üçüncü öykü olan “Acayip Bir Hediye”de kahramanımız, “Tombik’im” diye hitap ettiği annesinin doğum günü için her zamankinden farklı bir hediye arıyor ama aklına gelen bütün seçenekleri bir şekilde çürütüyor. Sonunda bulduğu hediye hem çok yaratıcı hem de çok içten ve çocukça.

Acayip Bir Hediye’deki öyküler birbirine doğrudan değil birtakım detaylarla bağlanmış olduğundan, her biri müstakil birer öykü kabul edilebilir. Bu nedenle bir hikâye kitabı hacminde olan öyküler kolayca okunacaktır. Kitabın kurgusu, dil ve üslubundaki sadeliği, puntosu, tasarımı ve görselleri 7-10 yaş grubu çocuklar için çok uygun. Yer yer kurguya tam olarak yedirilemediği için sırıtan ayrıntılar ve doğallığı bozan ufak tefek didaktik unsurlar bulunsa da öyküler, çocuk dünyasına hitap edecek basitlikte, yaratıcı ve sıcacık. Kitabın minik okurlar tarafından beğenileceğini umuyorum.

Tuba DERE
Ayraç Dergi s.79

Acayip Bir Hediye, Doğan Gündüz, Can Çocuk Yayınları