#tdere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#tdere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Haziran 2016 Çarşamba

Gökten Üç Öykü Düştü: Acayip Bir Hediye


Son zamanlarda çocuk kitapları arasında yaptığım seyahatin duraklarından biri de “Acayip Bir Hediye” oldu. Doğan Gündüz’ün beşinci çocuk kitabı. Yazar, yalnızca çocuk kitapları yazmıyor. Kitabın başındaki tanıtım yazısında özellikle zamanın sesli tanıkları saydığı, mekanik saatlere olan ilgisinden de bahsediyor. Zaten kendisinin Osmanlı’dan bu yana alaturka ve alafranga saatleri ele alan, bu arada zaman kavramına toplumsal bakışımızı irdeleyen detaylı bir çalışması daha bulunuyor.

Kitap, gökten düşen üç elma misali çocuk, baba ve annenin dünyalarını konu alan üç öyküden oluşuyor, adını son öyküden almış; öyküler usta illüstratör Sedat Girgin tarafından resimlenmiş. İlk öykü “Odamda Neler mi Var?” da kitabın gizli kahramanı -adını bir türlü öğrenemediğimiz- küçük kızla tanışıyoruz,  kitap boyunca o bize eşlik ediyor, öyküleri onun ağzından dinliyoruz.  İlk öyküde bize odasını dolayısıyla dünyasını tanıtıyor. Biri disiplinli biri daha denetimsiz ve özgür; biri kurallara tabi diğeri kuralsız yaşamı temsil eden iki odası var. Hatta bu odalardan bir düşsel ve kurgusal diğeri gerçek olabilir ya da aynı oda içerisinde iki farklı dünyadan söz ediliyor olabilir, bu hususun ucu açık bırakılmış yani okuyucunun hayal gücüne kalmış. Odalar, çocuğun farklı ruh hâllerini temsil ediyor. İkisinde de odanın özelliklerine göre farklı ebatlarda yataklar, oyuncaklar ve kitaplar yer alıyor. Ayrıca da anne ve babanın özel eşyalarından biri çocuk tarafından odada bir yere gizlenmiş, her iki odada da çocuğun kendine ait sırları var. Düşsel odaya “babacino” gerçek olan oda “annecino” hakim (Bu adlandırmaları biraz kulak tırmalayıcı bulsam da çağrışıma açık oluşları bakımından tercih edildiklerini düşünüyorum.).

Kitaptaki öykülerin bence en orijinal yanı, anne ve babanın sosyal rollerindeki değişim, ayrıca bunun çocuk dünyasında doğal bir biçimde kabul görmüş olması. Baba evde erkek işi denebilecek –tamirat gibi- işlerle hem de daha çok kadınlara uygun görülen yemek ve çocuk bakımı gibi işlerle meşgul oluyor. Bahçede çalışıyor, ayakkabı tamir ediyor, spor yapıyor; çocuk bunların her birinin meslek olabileceğini düşünüyor ancak sonrasında hiçbirinden para kazanılmadığını fark ediyor. İkinci öykü olan “Babamın Mesleği”nin sonunda babanın aslında işsiz bir mühendis olduğunu anlıyoruz. Bu nedenle kızıyla geçirecek vakti anneden daha fazla, daha özgürlükçü ve yaratıcı; anne ise çalışma hayatı yoğun bir iş kadını.

Kitapta çocuk ve baba eksenli iki öyküden sonra üçüncü öykü anne eksenli olarak kurgulanmış. Annenin giyimi, kuşamı, alışkanlıkları ve sevdiği eşyalar iş hayatının temposuna göre şekillenmiş. Üçüncü öykü olan “Acayip Bir Hediye”de kahramanımız, “Tombik’im” diye hitap ettiği annesinin doğum günü için her zamankinden farklı bir hediye arıyor ama aklına gelen bütün seçenekleri bir şekilde çürütüyor. Sonunda bulduğu hediye hem çok yaratıcı hem de çok içten ve çocukça.

Acayip Bir Hediye’deki öyküler birbirine doğrudan değil birtakım detaylarla bağlanmış olduğundan, her biri müstakil birer öykü kabul edilebilir. Bu nedenle bir hikâye kitabı hacminde olan öyküler kolayca okunacaktır. Kitabın kurgusu, dil ve üslubundaki sadeliği, puntosu, tasarımı ve görselleri 7-10 yaş grubu çocuklar için çok uygun. Yer yer kurguya tam olarak yedirilemediği için sırıtan ayrıntılar ve doğallığı bozan ufak tefek didaktik unsurlar bulunsa da öyküler, çocuk dünyasına hitap edecek basitlikte, yaratıcı ve sıcacık. Kitabın minik okurlar tarafından beğenileceğini umuyorum.

Tuba DERE
Ayraç Dergi s.79

Acayip Bir Hediye, Doğan Gündüz, Can Çocuk Yayınları


18 Ağustos 2015 Salı

Mazi İmha Merkezi yahut Aşk Bozan


Seveceğimi bile bile ertelediğim kitaplar ve yazarlar olur. Keşfedilmek için özel zamanları beklerler. Çünkü okumanın yaşama ve koşullara denk düşen, kısmet gibi bir zamanı vardır. Üstelik bir yazarı anlamak için tek bir kitaptan bakmak da yetmeyebilir.

Bir süre önce Nermin Yıldırım’ı ITEF etkinliklerinde “zaman, algı, bellek” konulu bir söyleşide görüp tanımıştım. Henüz hiçbir kitabını okumadığım için onu, yazısının cahili bir merakla dinlemiş,  sohbetinden sızan kıvrak zekâyı sevmiştim. Genellikle bu ilişki tam tersinedir. Kitaplarla tanışıp yazara gidilir ama çok defa okurun tasavvuru ile yazarın gerçeği örtüşmez. Oysa bir yazarı tanıyıp kitaplarını okuma isteği duymak, görüp sevdiğimiz bir dünyanın yazıdaki iz düşümünü izleme isteğidir ve çok defa bizi yanıltmaz.

Nermin Yıldırım’ın okunacak dağlar gibi kitabın arasında seçilip gelen son romanı yazısıyla tanışmak için pek de güzel bir fırsatmış.

Bir aşk acısının, ayrılığın ilk günlerindeki sancının muhteşem tarifiyle karşılar bizi Unutma Dersleri. Mesele sinema ve edebiyatta sıklıkla yer bulmuş “unutmak”  kadar tanıdık bir konu, ilk cümle “Size öyle bir hikâye anlatacağım ki, anlatacaklarım bittiğinde, öğrendiklerinizin bir kısmını unutmak isteyeceksiniz.” gibi klişe bir iddia olunca bencileyin meraklı okurların zihninde birtakım önyargılar oluşabiliyor, hâliyle. İlkin Yedi Peçeli Efsanesi’ndeki gibi sevgili imgesinde bir çözülme,  Irvin Yalom’un “Aşkın Celladı” öyküsünü hatırlatan bir çözümleme beklentisiyle okumaya başladım.  Hatta kurguya kendimce bir rota bile çizdim. Ama üzülmeyin, yanıldığınızı anlamanız uzun sürmüyor. Çok söz söylenmiş konular hakkında yazmak, hep aynı seslerde gezinmek, başkalarının söylediklerinden öteye geçememek gibi riskler taşır. Ancak Unutma Dersleri’nde kurguya katılan, üzerinde epey çalışılmış psikolojik ve felsefi derinlik onu bu tehlikeden koruyor.

Kitabın ilk sayfasında, acısıyla kalbimizi alıp yerlere çalacağını zannetsek de şeker şerbet dili, kendisiyle ve hayatla eğlenmeyi bilen insanların muzipliği ile ciğer parçalamaktan çok yüzümüzü tebessümle dolduran hâlleri var, yazarın. Daha doğrusu öyküsünü kendi dilinden bize aktaracak olan Feribe’nin. Zaman zaman cüretkâr bir dille anlatır başından geçenleri, alaycılığını dil uzattığı her yere bulaştırır, acısını gülerek hafifletenlerdendir, belli ki… Okuma serüvenimizi eğlenceli bir yolcuğa dönüştürür.

Bir bankacı olan Feribe, hayatın beklenmedik süprizleri sonucu kendini yasak bir aşk hikâyesinin ortasında bulmuştur. Rüyâ kısa sürmüş, henüz çizgiden çıkmanın heyecanı, kaygıları, şaşkınlığı içindeyken hikâye bitmiş, geride keskin bir acı ve ağır bir suçluluk duygusu kalmıştır. Ayrılığın sevdaya dâhil yanı onu zorlamaktadır. Çünkü akıl gerçeğe, kalp rüyâya inanır. Akıl hakikati kolay kabul eder de kalbin ikna olması zaman alır. Rüyâ ile gerçek arasındaki mesafe bazen çok açılır ve zemin farkı birinden diğerine geçişi iyice zorlaştırır.

Okuyucu romanda olayların akışını aşk değil, ayrılık noktasında izlemeye başlar, Feribe’nin hikâyesini onun hatırladıkları ya da unuttukları arasında dolaşırken öğreniriz. Onun hafıza koridorlarındaki gezintimizi Mazi İmha Merkezi’nde alacağı önce hatırlama, sonra unutma temalı dersler sayesinde yaparız. Romandaki diğer kişiler ikincil rollerde olduğu için bütün işleniş Feribe üzerinedir. Meselâ kurguda, aşk acısından yola çıkılmış gibi görünse de kitapta sevgilinin neredeyse esamesi okunmaz. Hatta acılı âşık Feribe bile sevgilisi Nedim’in karmaşık, uzun kirpiklerinden başka bir şey hatırlamaz, desek yeridir.

Zaman zaman hafızası kıt balıklar gibi acı veren hatıraları unutmayı kim istemez? Unutmak isteğinin temelinde birkaç sebep vardır. Yitip gitmiş tüm güzel anlar zehirlidir, özlemek yüzünden hayatın sularına acı karıştırır. Bazen boş bulunur insan, bu yüzden hayatımız, lüzumsuz insanlar, başımıza gelmiş uğursuz olaylarla doludur ki hatırlamak bile istemeyiz. Hataları, utançla andığımız olayları, hiçbirini…

Unutmak dediğimiz şey, esasen önemsemekten kurtulmak arzusudur. Romanda Feribe’nin de ayrılık acısı henüz tazedir, hayatın bilindik yollarından çıkmış ve ezberlerini bozmuştur. Hata yapmayı kendine yakıştıramayan, mükemmeliyetçi insanların kaygılarını taşır. Duyduğu utanç sebebiyle yaşadıklarını dostları ve yakınlarıyla paylaşamaz. Acı tarafından tüm dengeleri altüst edildiği için eski rutin, sıkıcı ama düzenli, alışıldık yaşamına da dönemez. Kabahat dolu bu hakikat, doktora tedaviye gitmiş bir hastanın deva umudu gibi ancak hiç tanımadığı ve bir daha asla karşılaşmayacağı yabancılara anlatılabilecek cinstendir. Çaresizlik onu, tesadüfen karşısına çıkan Mazi İmha Merkezi’ndeki derslere ve yaşayacağı yeni maceralara sürükler.

İlk bakışta kişisel gelişim merkezlerine benzeyen Mazi İmha Merkezi, -bana çocukluğumuzun uzay çağı filmlerindeki mekânları anımsatan- teknolojik donanıma sahip, bilimsel verilere dayanılarak hazırlanmış, danışanlarına hafıza temizleme hizmeti sunan bir yer olarak tarif edilir. Biz de Feribe ile MİM’den içeri adımımızı atarız. Aşk acısı çeken biri olarak orta yoğunluklu travmalar bölümünde ders alacaktır Feribe.  Onu saran merak, bizim de yakamızı bırakmaz. “Malumat” departmanında başlayıp “Son Karar” departmanında çözülecek bir sırra kadar yaşanan tüm serüvende bizi kurgunun içinde tutar. Zaman zaman şaşkınlıklar alır, merakın yerini. Zaten MİM çok iyi kurgulanmıştır. Feribe’ye MİM yolculukları sırasında eşlik eden yakışıklı lordtan, katlara çıkaran asansörün müziklerine,  derslerin yol göstericisi “Ses”in anne şefkatinden, “Biz bize paketi”ndeki Mehpare’ye kadar tüm detaylar kurguya bir yapboz parçası gibi hizmet eder.

Gerçek birçok yüzlüdür. Sonunda yapboz tamamlanacaktır. Ayrıntıları görebilmek için önce Feribe’nin annesinin öyküsünü hatırlamasını beklememiz gerekir. Sonra bankada yaşanan hırsızlık olayı için Süheyla’nın, Feribe’nin eşi Vedat’ın bildiklerini öğrenmek için Selim’in hafiyeliğine ihtiyacımız olacaktır. Feribe “Son Karar” departmanına gittiğinde şaşkın Şinasi’nin sesini işitip girmesi yasak olan odalara dalınca MİM’in verdiği özel “çivi çiviyi söker” hizmetinden de haberdar oluruz.  Romanın son bölümünde yüzleşmeler peş peşe sıralanır. Meşhur Truman Show’un kurmaca dünyasını hiç aratmayan, insanların mutsuzlukları ve umutları üzerinden para kazanmayı iyi beceren, para tuzağı MİM’in de cilası dökülür, her şey anlaşılır. Ortaya çıkan gerçekler aslında yaralayıcıdır.
Romanda bizi ruhsal çöküntüye uğratan travmaların görünen ya da karanlıkta kalan yüzleri irdelenirken aşk, aile, evlilik, namus, sadakat, dostluk gibi kavramların da soruşturması yapılır. Aşk acısı giz dolu bir ıstırabın üzerini örter. Hayatta da öyle değil midir? Su yüzüne çıkanlar, derindekilerin hem habercisi hem de perdesi olur çok defa. Hatırlamak bir nevi kendiyle ve geçmişiyle barışmaktır. Unutmaksa her şeyi olduğu gibi kabullenmek…

Romanın sorguladığı konular arasında gerçek de yer alır. Nedir gerçek? Hatırlanan mı yaşanmış olan mı? Hatırlamak yaşadığını ispatlamaktır. Hatta insan hatırladığı ve hatırladıklarından anladığı kadar yaşar. Yaşamın iyi ve kötü tortusu hafızada birikir. Hafızanın zaman içerisinde “unutmak”, tavsatmak gibi kendini temizlenme yöntemleri vardır, elbette.

Bir gün hiç beklenmedik bir zamanda her şey birbirine karışabilir, acılar zihni parçaladığında bütünlük duygusu bozulur, hafıza geçmişe ait gerçekleri başka türlü kodlayarak saklamaya girişir, hastalık baş gösterir ve algı, gerçeği yeniden şekillendirir. Bizi yanıltmakla kalmaz, kandırabilir. Asıl acı olan böyle durumlarda iyileşmek için çok derinlerdeki gizli acılara temas etmek mecburiyetidir. Feribe’nin hikâyesini okuduğumuzu sanırken kendi hikâyemize de açılan kapılar buluruz. Roman işte tam buradan çarpar bizi.

Baştan sona satır satır altı çizilecek cümleler var, kitapta. Hayatın içindeki olayları meraklı bir öykü okumuş da ana fikrini arıyormuş edasıyla izleyen, yaşamdan türlü türlü dersler çıkarmayı seven okurların bayılacağı “iri kıyım laflar”la dolu. Cümlelerin altını çize çize defalarca üstünden geçebilirsiniz. Zaten yazar da zaman zaman söylemek istediklerini sezdirmek yerine doğrudan göstermek ister. Bir çeşit alt metin kılavuzluğuna girişmiş gözükmektedir. Altı çizilecek cümlelerle metnin mesajlarının altını çizer. Böyle bir dile getirme kaygısı roman için zaaf kabul edilebilir. Ancak bu sözler boşlukta sallanan vecizeler değildir neyse ki, içleri doludur. Olaylarda karşılıkları mevcuttur. Okurlar arasında Unutma Dersleri’nden notlar olarak pekâlâ kabul görebilir.

Bu günlerde Unutma Dersleri’ni okuyacaksanız;  biri sizi uçurumun kenarına çağırıp aşağıya bakmanızı isteyecek hazırlıklı olun, derim. Korkmayın, aşağı düşmeyeceksiniz. Yanınızda küçük bir defter bulundurun, kendinizce notlar alacaksınız. Peş peşe gelen şaşırtmacaları, okuma isteğinizi kamçılayan tatlı ironisi sebebiyle kitabı elinize alınca zor bırakacaksınız. Toplu taşım aracı gibi kalabalık mekânlarda da okumaya devam ederseniz, şaşkın bakışların hedefi olacaksınız. Çünkü yüzünüzde açan tebessümü saklayamayacaksınız.

Unutma Dersleri/ Nermin YILDIRIM
Doğan Kitap/2015

Fotoğraf Fatmagül Okutan

Tuba DERE- Ayraç Dergisi, s. 69

Unutma Dersleri müziklerinden Işıl German-Aşkın Kaderi 1976




13 Ağustos 2015 Perşembe

"Haw" Hakkında yahut Mikasa için Bir Şeyler Söylemek



Sevdiğim tüm kitapları günlerce kalbimde açmış taze bir bahar çiçeği gibi saklar, koklar dururum. Okuma süresince kitabın içinde yaşar, kahramanlarıyla dost olurum. Öyle kitaplardandı Haw. Bu yüzden bir süre konuğum oldu Mikasa. Köpeklerden korktuğum hâlde çok sevdim onu. Bir köpeğin bize seslenişi; Haw. Onun sayesinde ilk kez, bir köpeği anlayabilmek için gözlerinin içine baktım.

İçimde güzel bir tat bırakacağından emin olarak aldım Kemal Varol’un son romanını elime. Neticede şiirlerindeki çarpıcı güzelliğe ve derinliğe hayran olduğum bir şairin tezgâhında dokunmuştu. Kitabın ilk sayfasından itibaren yanılmadığımı anladım. Çünkü Varol’un şairliği kadar güçlü, özenli, içtenlikli bir yazı dili var.

Kitabın kahramanı Mikasa’nın hüzünlü hikâyesini iki ayrı ağızdan, perspektif değiştirerek iki anlatıcıdan öğreniriz. Olayları yaşayan, içeriden bir bakışla anlatan dede Mikasa ve olan bitene dışarıdan bakan, rivayetlerden öğrenen, romanın sonuna kadar kendisi hakkında hiçbir bilgi edinemediğimiz, sadece sesini işittiğimiz bir de torun.  Mikasa geçmişin, torun ise barınaktaki günlerin yani romanın şimdiki zamanının aktarıcısıdır. Kitabın görünen zemininde sakat kalmış bir mayın arama köpeğinin hayat hikâyesi yer alsa da geri planda akan, 90’lı yıllara ait olaylar ve süregelen bir savaş öyküsüdür. Bu katmanlı öyküleme okuru hem üzerinde konuşmaktan çekinilen konular hakkında düşünmeye çağırır hem de şiirsel bir aşkın içine. Mikasa’nın Makam Dağı’nın eteklerinde Arkanya’da açılmış, geçmişin tozuna dumanına bulanmış yarası, olayları dinleyen roman kahramanları kadar kitabı eline alan okuyucuları da kalbinden vuracaktır elbette.

Varol, görünen o ki, bıçak sırtı, “netameli” bir konuyu tarafları incitmeden, acıyı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererek ifade etmenin çaresini Mikasa üzerinden anlatmakla bulmuştur. Bu konuda da oldukça başarılıdır. Dünyada ve edebiyatımızda pek çok eserin belli bölümlerinde bir anlatım tekniği olarak hayvanların, eşyanın konuşturulduğunu görsek de Haw romanının ana kahramanının bir köpek olduğu, ana çatıyı fabl bir öykünün oluşturduğu düşünülürse yazarın bu konuda gerçekten zoru başardığı anlaşılacaktır. Her şeyden önce çok iyi bir gözlemci olmayı gerektiren bu anlatım, okuyucuyu köpeklerin kendi aralarında bu cinsten konuşmalar yaptığına inandıracak kadar sahicidir de… Kurgunun içinde insanlar ve köpekler birbirlerine çok yakınlaşıp benzeşirler. Mesela Köpek Cengiz Mikasa’nın dilinden anlar. Mikasa efkârlanıp sigara içer, spor toto için tahmin bile yürütür. Ancak bu tür fantastik ögeler romanın gerçekçi dokusuna zarar vermez ve hiç de iğreti durmaz. Oldukça zengin bir kişi kadrosunun içinde askerlerin yaşam öyküleri gibi köpek kahramanların öyküleri ve kişilikleri de detaylarıyla işlenmiştir. Mikasa’nın çocukluğundan itibaren tanıdığı,  Alevli Kalpler Çetesi’nin üyesi olan köpekler; sevgilisi Melsa, asker köpekler ve hayvan barınağındakiler… Her birinin kendine ait bir sesi, dili ve söyleyişi vardır.

Yaralandığı ve arka ayakları koptuğu için getirildiği hayvan barınağında Mikasa öyküsünü diğer köpeklere anlatırken öğreniriz. Daha çocukken acının içine düşmüş bir köpektir o. Başka bir adamın eli ona değdi, başka bir tastan süt içti diye anası tarafından terk edilir. Yalnızlığı ve çaresizliği öğrenir. Heves Amca’nın Muhterem Nur’a olan aşkından ilham ile kalbinde aşkı idealize etmiştir. Bu ideale yakışır bir sevgili ararken görüp sever Melsa’yı. Mikasa’yı tanıyana dek hiçbir erkeğe yüz vermemiştir Melsa. Mikasa’ya “zehir sarısı gözleri”yle bakar, “Güneylilerin bayramında seninim” diye söz verir, onun kalbini sınar. Yaşanmışlıktan çok, hayale ve hatıraya yaslanan; ahde vefa gösterilen, acısına tahammül edilen, değerini bizatihi sevenin kalbinden alan bir aşktır, bu. Güneylilerin partisinin kahraman köpeğine âşık Mikasa, vuslattan koparılıp atılır ayrılığa. Beklenmedik bir anda, tutsak gibi askere alınır, “öteki uç”a fırlatılır. Devletin zimmetli köpeği olur, hayatı artık kendisinin değildir. Bir sokak köpeği olduğu hâlde Jandarma Köpek Eğitim Merkezi’nde kendisinden Alman kurtlarıyla aynı yetenekleri sergilemesi beklenir. Başaramadığı içinse ezilir, horlanır, eziyet görür. Melsa bir sır gibi uzaklarda kalmıştır. Mikasa yaşadığı dünyanın kirliliğinden onun hatırasına sığınır, hayaliyle avunarak kederini taşır.

Romanda aşkının kahramanıdır Mikasa, savaşın değil. Hatta birileri tarafından sonunda hain ve suçlu bile kabul edilir. Esasen onun dünyasında savaşa yer yoktur. Güneylilerle Kuzeylilerin savaşının içine doğmuştur, taraflardan biri olmadığı hâlde -istemeden- savaşın ortasında kalır. Bu yüzden mahvolur hayatı. Ölümün ve acının karşısında haklı ile haksızın birbirine karıştığı bir savaştır yaşanan. Masumdur Mikasa, gece yarıları isimsiz duasız mezarlara gömülenler, bayraklara sarılıp ailelerine teslim edilenler, ölüm korkusunun kol gezdiği karakollarda şafak sayanlar, faili meçhuller kadar masum ve onlar kadar savaşın mağdurudur. Üstelik bu savaşın içinde birilerinin hayatı kana ve ıstıraba bulanırken birtakım adamlar sürekli kirli işler peşindedir. Savaşın hesaplarını yapanlar ile bedelini ödeyenler aynı değildir. Romandaki tüm ayrıntılar kahramanlar kadar savaşın izlerini taşır. Mikasa savaşa bakan üçüncü gözdür, yazar onunla savaşın sebebini, anlamını sorgulatır bize. Doğrudan gösterilmeyip ayrıntılarla sezdirilen, sinema, müzik ve edebiyata göndermelerle beslenen, metnin alt katmanındaki bu derinlik kederle doludur.

Mikasa’nın tesadüfen askeriyeden kaçıp özgür kalması kurgunun kırılma noktasıdır. Uzun zaman içerisinde yaşadığı sistem, onu dışarıdaki hayattan uzaklaştırmış, korkak biri yapmıştır bir kere. Şehirde tek başına var olmayı beceremez. Her taraf asker doludur. Yakalanıp cezalandırılmaktan çok korkar. Açlık bezdirici bir etki yaratır üzerinde. Melsa’yı bulmak konusundaki umutlarını tamamen yitirir. Gözünün önünde bir adam öldürülür ama o, karnını doyurmanın derdindedir, adamın elindeki ekmeği yer hatta kanının tadına bakar. Romanın en dramatik vurgusu da buradadır kanaatimce. Çaresizliğini, çıkmazda olduğunu fark eden; umudunu tamamen yitiren, kaybedecek bir şeyi kalmayan birinin dönüşümüdür bu. Mikasa’nın askeriyeye dönüşüne sebep olan çaresizlik, içinde intikam duygusu doğurur. Kıskançlık ve öfke bu savaşın kötü adamlarına, Turkuvaz’a karşı bileyler onu. Ama ne yaparsa yapsın Melsa içindir, hatta namus için.

Ağırlıklı olarak bir erkekler kitabıdır Haw. Kalabalık kişi kadrosunun büyük bölümü erkektir. Mikasa’nın arkadaşları, askerler, partidekiler hatta ölenler hep erkek... Bu yüzden kitaba bir erkek bakış açısının hâkim olduğu, bunun özellikle askerlikten sonraki bölümünde kitabın dilini de etkilediği söylenebilir. Olaylar ve hatıralar arasında kadınlar ana ve yâr rolleriyle birer motiften ibaret kalır. Savaşın onlar üzerindeki tesirini açıkça göremeyiz. Kitaba yer yer mizahi unsurlar da katan, askerliğin kendine mahsus yaşama bakış biçimi, tuhaflığı; hayvan barınağına bile sirayet eden dili, küfürleri kadın okurların zaman zaman gözlerini ve kulaklarını kapamasını gerektirecek cinstendir. Kitabın kahramanlarının işlenişindeki derinlik, aşkın şiirsel yorumu, Mikasa’nın güzelliği bu kusuru herkesin gözünde örter mi, bilemem. Sanırım bu husus “edebiyat, gerçeği ne kadar esere taşıyıp yansıtmalı” tartışması içinde cevabını bulacaktır.

Öykünün neredeyse bize aktarılış vesilesi sayılabilecek cesur ve fedakâr dişi köpek Adıgüzel, kitabın sonunda, acısı dillendirilmiş tüm kahramanlar adına en güzel düşü kurar. Bireyin kendi hayatını dilediği gibi özgürce yaşayabilmesindeki huzuru, çoktan mutluluğu hak etmiş Mikasa’nın önüne bir gelecek vaadi olarak serer. Oysa Mikasa bu düşe ayak uyduramayacak kadar yorgundur.

Kitap bitti, Mikasa gitti. Sizi bilmem ama ben Mikasa’yı çok sevdim. Son satırı okuyup kitabın kapağını kapadıktan sonra onun gibi uzun uzun susmak istedim. Güneyli bir köpeğin öyküsü kalbimi acıyla doldurdu, Kuzeyli bir kadın olan ben Haw’ı bağrıma basıp sessizce ağladım.

Haw, Kemal Varol, İletişim Yayıncılık

Tuba DERE Ayraç Dergisi, s.58

Fotoğraf Fatmagül Okutan

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Bizim Kitap: Peri Gazozu



Bugünlerde bir kitabın gölgesinde yaşamaktayım, ışığında mı demeliyim yoksa?

“Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım” diyor ya Murathan. Okuduğu kitaplarda konaklıyor insan. “Değişen ruh iklimleri” ile başka kitapları serüvenine ortak ediyor. Nedir bir kitaba bağlayan bizi? Hangi kitapları içselleştiririz? İçimizi aşkla ya da hüzünle dolduran, bakışlarımızı kendimize çeviren nedir? Net bir cevaba ulaşmak zor. Elbette bir aşinalık buluyor insan okuduklarında. Kitaplar, filmler, şarkılar bize bizden haberler getirdikçe seviliyor biraz da. Söyleyemediklerimizi dillendirip deneyimlerimizle ve duygu dünyamızla örtüşüyorlar, bazen tam kalbimizden vuruyorlar bizi.

Bazı kitaplar sevdiğim lezzetler gibi okuyup bitirmeye kıyamam. Okuyup bitirsem de benim için hiç bitmez o kitaplar. Kitaplığımın bir köşesinde beklemeye bırakamam. Çantamda taşırım, gittiğim her yere götürürüm bir süre. Eşe dosta söz eder, okuturum heyecanla. Tekrar tekrar okurum bazı bölümleri ezber eder gibi. Demlenir içimde bir zaman. İşte onlardandı Ercan Kesal’ın Peri Gazozu… Susamış da su içer gibi okuduğum. Çocukken büyük dedemizin dolabından aşırıp içtiğimiz gazozların tadında.

Ercan Kesal’ın gazete yazılarını takip edenler elbette tanıyordur kitaptakileri. Ancak yazıların art arda gelişleri başka bir bütünlük duygusu oluşturuyor. Gazetedekilerin ne kadar tadımlık olduğunu anlıyorsunuz Peri Gazozu’nu okurken.

Son zamanların çok reklamı yapılıp az okunan kitapları arasında gerçekten kıymete değer olanları seçmek epey güç oluyor. Geç fark ettim ben Peri Gazozu’nu. Temmuzda raflarda yerini almış ama Tüyap’ta seslendi kitap bana. Bir solukta okunacak cinstendi, okudum. Hangimiz söyleşmeyiz elimize alıp da bırakamadığımız bir kitabın kahramanlarıyla yahut yazarıyla? Okurken zihnimizde oluşan bir konuşma isteği. Bu yüzden üzerinde pek çok şey yazılıp söylenmiş de olsa ben de bir şeyler söylemek hevesine kapıldım kitap hakkında.

Yazının sihirli bir yanı vardır, okurken ya da yazarken keşfettirir, zihnimize ışıltılı bir uyanış getirir. Peri Gazozu’nda sunuş bölümünde zaten yazar tavan arasındaki bir sandığı karıştırmaya çağırmaktadır bizi. O gösterir, biz izleriz. Bir koridordan geçer, bir dehlize girer gibi gireriz öykülerin arasına. Sağlı sollu dört bir yanımızdan akmaktadır anlatılanlar. Bir an görünüp kaybolan geri dönüş ve hatırlamalar. Şimdiki zamanın içinde capcanlı duran geçmiş zaman. Bir an dönüp baksak, tozlu eşyalar gibi üzerindeki perdeyi bir kaldırsak nefes alıp verdiğini duyabileceğimiz bir geçmiş. Aslında geçmemiş, hiç bitmemiş, uzaklaşılmamış sahici bir geçmiş. Bu gün hâlâ izlerini taşıdığımız, ölene kadar da taşıyacağımız; benzerlerini her gün yaşamaya devam ettiğimiz ilişkiler, karmaşalar, haksızlıklar ve kederler ağı. Kapadokya’nın gizemli coğrafyası gibi taş bir ev, bir mağara, bir oyuk içine gizlenmiş gözlerin seyridir bu. Herkesin görebildiği, açıktan yaşanan bir hayattan, zaman zaman da yalnızca bir hekimin bilebildiği sırlardan söz eder. Bazen herkesin baktığı yerden bakıp kimselerin göremediğini gören bir sanatçı duyarlılığı karışır işin içine. Sinemacı kimliğini de unutmamak lazım tabii.  O kendi dünyasında hatıraların kapılarını bir bir aralarken bizimkilere de ışık tutar, kalbimize ayna olur.  Kendi deyimiyle “kalemini kamera gibi kullanmakta”dır.

Sinemanın hareket-diyalog merkezli kurmacasıyla örülmüştür öyküler. Yazar yaşadıklarını ve yaşanmış öyküleri örtüsüz bir samimiyetle anlatır. Sadece anlatmaz, gösterir. Yalın, gösterişsiz bir dille - eskilerin sehli mümteni diye tarif ettikleri cinsten- bir çırpıda yazılıvermiş gibi görünen öyküler film gibi gerçeklik duygusu uyandırır içimizde… Okudukça fark edersiniz Peri Gazozu’ndaki öyküler asıl gücünü hayat kadar sahici oluşlarından almaktadır. Basbayağı konuştuğumuz dildir kullanılan ama anlatım öyle bir sözcük, ifade ya da ayrıntıda kilitlenir ki asıl etki onda saklıdır. Birbirinden farklı anektodların bir araya geliş sebebidir bu ayrıntı. Aslında öykülerin arasında organik bir bağ vardır, anlatılanlar temel bir motif etrafında kurgulanmıştır. Hem çıkış hem de varış noktasıdır o “metafor”.

Peri Gazozu’nu okurken Anadolu’nun bir kasabasında bir zamanlar Gazozcu Mevlüt’ün imal ettiği gazozlardan içip Ercan Kesal’ın çocukluğuyla birlikte hatıralarınızı seyredebilirsiniz. Çocukluğuma döndüm ben de sıkça. Bazen hafızamın kıvrımlarında sıkışıp unutulmuş bir hatıraya. Çocukken hep gittiğimiz bir doktor vardı, bizim kasabada. Hastalara yaklaşımı, teşhis ve tedavideki başarısı “Doktor İsmet bildiydi.” diye hâlâ anlatılır. Şiir ve edebiyata, sanata, eski eşyaya meraklıydı. İnsanına, memleketine önem ve değer veren bir adamdı. Kendince yıllar önce muayene olmuş hastalarla ilgili dosyalar tutar, yazdığı ilaçları bile not alırdı. Gözlüğünün üstünden şöyle bir bakıp “Falanca tarihte bir boğmaca geçirmiş.” diyerek başlardı muayenesine. Çocukken daha çok ateşlenince gittiğim, sancılar arasında ilaç kokan odalarda hayal meyal yüzünü hatırladığım Doktor İsmet amcanın kıymetini gençlik yıllarımda idrak etmiştim ki aramızdan göçüp gidiverdi. Birden, Peri Gazozu’nun sayfaları arasında ona rastladım. Ölmemiş, gitmemiş. Başka bir zaman ve mekânda, başka bir kahramanın şahsında hâlâ yaşamaktadır ve onun öyküleri öykülerimize benzer. Evet, bir kahraman… Peri Gazozu’ndaki öykülerin değişmez bir kahramanı vardır: yazar. Çocukluğu, gençliği, öğrenciliği, hekimliği ile; önce bir evlat sonra bir baba olarak türlü rollerde görürüz onu. Bazen kendisi yer alır öykülerin merkezinde bazen de görüp bildiği, tanıdığı insanlar. Ama tüm Anadolu insanının ruhu sanki onda tecessüm eder.

Hangimizin eski bir radyoya, mektup zarfına, siyah beyaz fotoğrafa hatta bir sobaya bakınca burnunun direği sızlamaz? Belli yaşa gelmiş insanların çocukluk, gençlik yılları, o yıllarda az ya da çok hepimizin yaşadığı garibanlık saklıdır bu eşyaların içinde. Tavan arası bu eşyalarla doludur. Bu yüzden baştan sona hüznün kitabıdır, Peri Gazozu. Kırık buruk sevinçlerin ve iç çekişlerin kitabı. Bir tohum düşer gibi toprağa, hüzün düşer her öyküde içimize gizli gizli. Gizli, çünkü yazar satır aralarına gizlemiştir asıl söylemek istediklerini. Açıkça ağır bir ıztıraptan, feryat figan eden bir acıdan söz etmez. Sessiz  bir âh’tır yalnızca. Acıyı, aşkı, yaraları onların adını bile anmadan anlatır. Bazı öyküleri okurken gözyaşlarınızı tutamazsınız.

Neyin hüznü bu? Her şeyden önce geçen zamanın. Çocukluk ve gençlik capcanlı hatıralarda duruyor olsa da geçip gitmiştir nihayetinde. Sıkıntılı anlarımız da geçer mutluluklar gibi. O günlerde kanayan yaraların sızısı çoktan dinmiştir. Her şey, dopdolu bir inançla uğruna baş konulan davalar bile -o uğurda ölen fidanlar gibi- bir zaman sonra yitip gider. İzler?... Zamanın suları izleri yavaş yavaş siler. Ölüler… Her biri kendi öyküsünün kederini yüklenip uzaklaşır. Geriye sızısız, boş kalpler kalır. Zamanla kanıksanır her şey. Yalnızlaşır insan, susar ve içine gömülür. Aslında kalbimiz sızılarımızdan uzak düşmesin diye yazılmıştır Peri Gazozu. Çocuğunda çocukluğunu seyreden, hastalarının acılarıyla acılanan bir adamın bizimle ve zamanla hesaplaşmasıdır bu öyküler. Üzerinden atlayıp geçtiklerimizi işaret eder, onlara döndürür bakışlarımızı. Hastalarının yardımına gece gündüz koşan bir hekim gibi bunları bize göstermeyi de bir görev saymaktadır belki. Kim bilir?


Biz’dendir yazdıkları Ercan Kesal’ın bizimdir! Soğuk odalarda sarınılan yorganlar, şarkı dinlenen radyolar, dua mırıldanan nineler kadar bizim. Kendi sesimizi dinler gibi okuruz. Anlattığı öyküler yazarla bizim aramızda bir yerde durmaktadır. Öykülerin ona yakınlığıyla aynıdır bizim onlara mesafemiz. Bizim yüreğimiz değil midir zaten onun kaleminde dile gelen? Öyleyse bizimdir Peri Gazozu, hepimizin.,

Peri Gazozu-Ercan KESAL- İletişim Yayınları

Tuba DERE / Ocak 2014