Son zamanlarda çocuk kitapları
arasında yaptığım seyahatin duraklarından biri de “Acayip Bir Hediye” oldu. Doğan
Gündüz’ün beşinci çocuk kitabı. Yazar, yalnızca çocuk kitapları yazmıyor.
Kitabın başındaki tanıtım yazısında özellikle zamanın sesli tanıkları saydığı,
mekanik saatlere olan ilgisinden de bahsediyor. Zaten kendisinin Osmanlı’dan bu
yana alaturka ve alafranga saatleri ele alan, bu arada zaman kavramına
toplumsal bakışımızı irdeleyen detaylı bir çalışması daha bulunuyor.
Kitap, gökten düşen üç elma
misali çocuk, baba ve annenin dünyalarını konu alan üç öyküden oluşuyor, adını
son öyküden almış; öyküler usta illüstratör Sedat Girgin tarafından
resimlenmiş. İlk öykü “Odamda Neler mi Var?” da kitabın gizli kahramanı -adını
bir türlü öğrenemediğimiz- küçük kızla tanışıyoruz, kitap boyunca o bize eşlik ediyor, öyküleri
onun ağzından dinliyoruz. İlk öyküde
bize odasını dolayısıyla dünyasını tanıtıyor. Biri disiplinli biri daha
denetimsiz ve özgür; biri kurallara tabi diğeri kuralsız yaşamı temsil eden iki
odası var. Hatta bu odalardan bir düşsel ve kurgusal diğeri gerçek olabilir ya
da aynı oda içerisinde iki farklı dünyadan söz ediliyor olabilir, bu hususun
ucu açık bırakılmış yani okuyucunun hayal gücüne kalmış. Odalar, çocuğun farklı
ruh hâllerini temsil ediyor. İkisinde de odanın özelliklerine göre farklı
ebatlarda yataklar, oyuncaklar ve kitaplar yer alıyor. Ayrıca da anne ve
babanın özel eşyalarından biri çocuk tarafından odada bir yere gizlenmiş, her
iki odada da çocuğun kendine ait sırları var. Düşsel odaya “babacino” gerçek
olan oda “annecino” hakim (Bu adlandırmaları biraz kulak tırmalayıcı bulsam da
çağrışıma açık oluşları bakımından tercih edildiklerini düşünüyorum.).
Kitaptaki öykülerin bence en
orijinal yanı, anne ve babanın sosyal rollerindeki değişim, ayrıca bunun çocuk
dünyasında doğal bir biçimde kabul görmüş olması. Baba evde erkek işi
denebilecek –tamirat gibi- işlerle hem de daha çok kadınlara uygun görülen
yemek ve çocuk bakımı gibi işlerle meşgul oluyor. Bahçede çalışıyor, ayakkabı
tamir ediyor, spor yapıyor; çocuk bunların her birinin meslek olabileceğini
düşünüyor ancak sonrasında hiçbirinden para kazanılmadığını fark ediyor. İkinci
öykü olan “Babamın Mesleği”nin sonunda babanın aslında işsiz bir mühendis
olduğunu anlıyoruz. Bu nedenle kızıyla geçirecek vakti anneden daha fazla, daha
özgürlükçü ve yaratıcı; anne ise çalışma hayatı yoğun bir iş kadını.
Kitapta çocuk ve baba eksenli iki
öyküden sonra üçüncü öykü anne eksenli olarak kurgulanmış. Annenin giyimi,
kuşamı, alışkanlıkları ve sevdiği eşyalar iş hayatının temposuna göre
şekillenmiş. Üçüncü öykü olan “Acayip Bir Hediye”de kahramanımız, “Tombik’im”
diye hitap ettiği annesinin doğum günü için her zamankinden farklı bir hediye
arıyor ama aklına gelen bütün seçenekleri bir şekilde çürütüyor. Sonunda
bulduğu hediye hem çok yaratıcı hem de çok içten ve çocukça.
Acayip Bir Hediye’deki öyküler
birbirine doğrudan değil birtakım detaylarla bağlanmış olduğundan, her biri
müstakil birer öykü kabul edilebilir. Bu nedenle bir hikâye kitabı hacminde
olan öyküler kolayca okunacaktır. Kitabın kurgusu, dil ve üslubundaki sadeliği,
puntosu, tasarımı ve görselleri 7-10 yaş grubu çocuklar için çok uygun. Yer yer
kurguya tam olarak yedirilemediği için sırıtan ayrıntılar ve doğallığı bozan
ufak tefek didaktik unsurlar bulunsa da öyküler, çocuk dünyasına hitap edecek basitlikte,
yaratıcı ve sıcacık. Kitabın minik okurlar tarafından beğenileceğini umuyorum.
Tuba DERE
Ayraç Dergi s.79
Acayip Bir Hediye, Doğan Gündüz, Can Çocuk Yayınları
Seveceğimi bile bile ertelediğim
kitaplar ve yazarlar olur. Keşfedilmek için özel zamanları beklerler. Çünkü okumanın
yaşama ve koşullara denk düşen, kısmet gibi bir zamanı vardır. Üstelik bir
yazarı anlamak için tek bir kitaptan bakmak da yetmeyebilir.
Bir süre önce Nermin Yıldırım’ı
ITEF etkinliklerinde “zaman, algı, bellek” konulu bir söyleşide görüp
tanımıştım. Henüz hiçbir kitabını okumadığım için onu, yazısının cahili bir
merakla dinlemiş, sohbetinden sızan
kıvrak zekâyı sevmiştim. Genellikle bu ilişki tam tersinedir. Kitaplarla tanışıp
yazara gidilir ama çok defa okurun tasavvuru ile yazarın gerçeği örtüşmez. Oysa
bir yazarı tanıyıp kitaplarını okuma isteği duymak, görüp sevdiğimiz bir
dünyanın yazıdaki iz düşümünü izleme isteğidir ve çok defa bizi yanıltmaz.
Nermin Yıldırım’ın okunacak
dağlar gibi kitabın arasında seçilip gelen son romanı yazısıyla tanışmak için
pek de güzel bir fırsatmış.
Bir aşk acısının, ayrılığın ilk
günlerindeki sancının muhteşem tarifiyle karşılar bizi Unutma Dersleri. Mesele
sinema ve edebiyatta sıklıkla yer bulmuş “unutmak” kadar tanıdık bir konu, ilk cümle “Size öyle
bir hikâye anlatacağım ki, anlatacaklarım bittiğinde, öğrendiklerinizin bir
kısmını unutmak isteyeceksiniz.” gibi klişe bir iddia olunca bencileyin meraklı
okurların zihninde birtakım önyargılar oluşabiliyor, hâliyle. İlkin Yedi Peçeli
Efsanesi’ndeki gibi sevgili imgesinde bir çözülme, Irvin Yalom’un “Aşkın Celladı” öyküsünü
hatırlatan bir çözümleme beklentisiyle okumaya başladım. Hatta kurguya kendimce bir rota bile çizdim. Ama
üzülmeyin, yanıldığınızı anlamanız uzun sürmüyor. Çok söz söylenmiş konular
hakkında yazmak, hep aynı seslerde gezinmek, başkalarının söylediklerinden
öteye geçememek gibi riskler taşır. Ancak Unutma Dersleri’nde kurguya katılan, üzerinde
epey çalışılmış psikolojik ve felsefi derinlik onu bu tehlikeden koruyor.
Kitabın ilk sayfasında, acısıyla
kalbimizi alıp yerlere çalacağını zannetsek de şeker şerbet dili, kendisiyle ve
hayatla eğlenmeyi bilen insanların muzipliği ile ciğer parçalamaktan çok yüzümüzü
tebessümle dolduran hâlleri var, yazarın. Daha doğrusu öyküsünü kendi dilinden
bize aktaracak olan Feribe’nin. Zaman zaman cüretkâr bir dille anlatır başından
geçenleri, alaycılığını dil uzattığı her yere bulaştırır, acısını gülerek
hafifletenlerdendir, belli ki… Okuma serüvenimizi eğlenceli bir yolcuğa dönüştürür.
Bir bankacı olan Feribe, hayatın
beklenmedik süprizleri sonucu kendini yasak bir aşk hikâyesinin ortasında
bulmuştur. Rüyâ kısa sürmüş, henüz çizgiden çıkmanın heyecanı, kaygıları, şaşkınlığı
içindeyken hikâye bitmiş, geride keskin bir acı ve ağır bir suçluluk duygusu
kalmıştır. Ayrılığın sevdaya dâhil yanı onu zorlamaktadır. Çünkü akıl gerçeğe,
kalp rüyâya inanır. Akıl hakikati kolay kabul eder de kalbin ikna olması zaman
alır. Rüyâ ile gerçek arasındaki mesafe bazen çok açılır ve zemin farkı
birinden diğerine geçişi iyice zorlaştırır.
Okuyucu romanda olayların akışını
aşk değil, ayrılık noktasında izlemeye başlar, Feribe’nin hikâyesini onun hatırladıkları
ya da unuttukları arasında dolaşırken öğreniriz. Onun hafıza koridorlarındaki
gezintimizi Mazi İmha Merkezi’nde alacağı önce hatırlama, sonra unutma temalı
dersler sayesinde yaparız. Romandaki diğer kişiler ikincil rollerde olduğu için
bütün işleniş Feribe üzerinedir. Meselâ kurguda, aşk acısından yola çıkılmış
gibi görünse de kitapta sevgilinin neredeyse esamesi okunmaz. Hatta acılı âşık Feribe
bile sevgilisi Nedim’in karmaşık, uzun kirpiklerinden başka bir şey hatırlamaz,
desek yeridir.
Zaman zaman hafızası kıt balıklar
gibi acı veren hatıraları unutmayı kim istemez? Unutmak isteğinin temelinde
birkaç sebep vardır. Yitip gitmiş tüm güzel anlar zehirlidir, özlemek yüzünden
hayatın sularına acı karıştırır. Bazen boş bulunur insan, bu yüzden hayatımız,
lüzumsuz insanlar, başımıza gelmiş uğursuz olaylarla doludur ki hatırlamak bile
istemeyiz. Hataları, utançla andığımız olayları, hiçbirini…
Unutmak dediğimiz şey, esasen
önemsemekten kurtulmak arzusudur. Romanda Feribe’nin de ayrılık acısı henüz
tazedir, hayatın bilindik yollarından çıkmış ve ezberlerini bozmuştur. Hata
yapmayı kendine yakıştıramayan, mükemmeliyetçi insanların kaygılarını taşır.
Duyduğu utanç sebebiyle yaşadıklarını dostları ve yakınlarıyla paylaşamaz. Acı
tarafından tüm dengeleri altüst edildiği için eski rutin, sıkıcı ama düzenli,
alışıldık yaşamına da dönemez. Kabahat dolu bu hakikat, doktora tedaviye gitmiş
bir hastanın deva umudu gibi ancak hiç tanımadığı ve bir daha asla
karşılaşmayacağı yabancılara anlatılabilecek cinstendir. Çaresizlik onu, tesadüfen
karşısına çıkan Mazi İmha Merkezi’ndeki derslere ve yaşayacağı yeni maceralara
sürükler.
İlk bakışta kişisel gelişim merkezlerine
benzeyen Mazi İmha Merkezi, -bana çocukluğumuzun uzay çağı filmlerindeki
mekânları anımsatan- teknolojik donanıma sahip, bilimsel verilere dayanılarak
hazırlanmış, danışanlarına hafıza temizleme hizmeti sunan bir yer olarak tarif
edilir. Biz de Feribe ile MİM’den içeri adımımızı atarız. Aşk acısı çeken biri
olarak orta yoğunluklu travmalar bölümünde ders alacaktır Feribe. Onu saran merak, bizim de yakamızı bırakmaz.
“Malumat” departmanında başlayıp “Son Karar” departmanında çözülecek bir sırra
kadar yaşanan tüm serüvende bizi kurgunun içinde tutar. Zaman zaman
şaşkınlıklar alır, merakın yerini. Zaten MİM çok iyi kurgulanmıştır. Feribe’ye
MİM yolculukları sırasında eşlik eden yakışıklı lordtan, katlara çıkaran
asansörün müziklerine, derslerin yol
göstericisi “Ses”in anne şefkatinden, “Biz bize paketi”ndeki Mehpare’ye kadar
tüm detaylar kurguya bir yapboz parçası gibi hizmet eder.
Gerçek birçok yüzlüdür. Sonunda
yapboz tamamlanacaktır. Ayrıntıları görebilmek için önce Feribe’nin annesinin
öyküsünü hatırlamasını beklememiz gerekir. Sonra bankada yaşanan hırsızlık
olayı için Süheyla’nın, Feribe’nin eşi Vedat’ın bildiklerini öğrenmek için
Selim’in hafiyeliğine ihtiyacımız olacaktır. Feribe “Son Karar” departmanına
gittiğinde şaşkın Şinasi’nin sesini işitip girmesi yasak olan odalara dalınca
MİM’in verdiği özel “çivi çiviyi söker” hizmetinden de haberdar oluruz. Romanın son bölümünde yüzleşmeler peş peşe
sıralanır. Meşhur Truman Show’un kurmaca dünyasını hiç aratmayan, insanların
mutsuzlukları ve umutları üzerinden para kazanmayı iyi beceren, para tuzağı
MİM’in de cilası dökülür, her şey anlaşılır. Ortaya çıkan gerçekler aslında
yaralayıcıdır.
Romanda bizi ruhsal çöküntüye
uğratan travmaların görünen ya da karanlıkta kalan yüzleri irdelenirken aşk,
aile, evlilik, namus, sadakat, dostluk gibi kavramların da soruşturması yapılır.
Aşk acısı giz dolu bir ıstırabın üzerini örter. Hayatta da öyle değil midir? Su
yüzüne çıkanlar, derindekilerin hem habercisi hem de perdesi olur çok defa.
Hatırlamak bir nevi kendiyle ve geçmişiyle barışmaktır. Unutmaksa her şeyi
olduğu gibi kabullenmek…
Romanın sorguladığı konular
arasında gerçek de yer alır. Nedir gerçek? Hatırlanan mı yaşanmış olan mı? Hatırlamak
yaşadığını ispatlamaktır. Hatta insan hatırladığı ve hatırladıklarından
anladığı kadar yaşar. Yaşamın iyi ve kötü tortusu hafızada birikir. Hafızanın
zaman içerisinde “unutmak”, tavsatmak gibi kendini temizlenme yöntemleri vardır,
elbette.
Bir gün hiç beklenmedik bir zamanda
her şey birbirine karışabilir, acılar zihni parçaladığında bütünlük duygusu
bozulur, hafıza geçmişe ait gerçekleri başka türlü kodlayarak saklamaya
girişir, hastalık baş gösterir ve algı, gerçeği yeniden şekillendirir. Bizi
yanıltmakla kalmaz, kandırabilir. Asıl acı olan böyle durumlarda iyileşmek için
çok derinlerdeki gizli acılara temas etmek mecburiyetidir. Feribe’nin
hikâyesini okuduğumuzu sanırken kendi hikâyemize de açılan kapılar buluruz.
Roman işte tam buradan çarpar bizi.
Baştan sona satır satır altı
çizilecek cümleler var, kitapta. Hayatın içindeki olayları meraklı bir öykü
okumuş da ana fikrini arıyormuş edasıyla izleyen, yaşamdan türlü türlü dersler
çıkarmayı seven okurların bayılacağı “iri kıyım laflar”la dolu. Cümlelerin altını
çize çize defalarca üstünden geçebilirsiniz. Zaten yazar da zaman zaman
söylemek istediklerini sezdirmek yerine doğrudan göstermek ister. Bir çeşit alt
metin kılavuzluğuna girişmiş gözükmektedir. Altı çizilecek cümlelerle metnin
mesajlarının altını çizer. Böyle bir dile getirme kaygısı roman için zaaf kabul
edilebilir. Ancak bu sözler boşlukta sallanan vecizeler değildir neyse ki, içleri
doludur. Olaylarda karşılıkları mevcuttur. Okurlar arasında Unutma
Dersleri’nden notlar olarak pekâlâ kabul görebilir.
Bu günlerde Unutma Dersleri’ni
okuyacaksanız; biri sizi uçurumun
kenarına çağırıp aşağıya bakmanızı isteyecek hazırlıklı olun, derim. Korkmayın,
aşağı düşmeyeceksiniz. Yanınızda küçük bir defter bulundurun, kendinizce notlar
alacaksınız. Peş peşe gelen şaşırtmacaları, okuma isteğinizi kamçılayan tatlı
ironisi sebebiyle kitabı elinize alınca zor bırakacaksınız. Toplu taşım aracı gibi
kalabalık mekânlarda da okumaya devam ederseniz, şaşkın bakışların hedefi
olacaksınız. Çünkü yüzünüzde açan tebessümü saklayamayacaksınız.
Unutma Dersleri/ Nermin YILDIRIM
Doğan Kitap/2015
Fotoğraf Fatmagül Okutan
Tuba DERE- Ayraç Dergisi, s. 69
Unutma Dersleri müziklerinden Işıl German-Aşkın Kaderi 1976
Sevdiğim tüm kitapları günlerce
kalbimde açmış taze bir bahar çiçeği gibi saklar, koklar dururum. Okuma
süresince kitabın içinde yaşar, kahramanlarıyla dost olurum. Öyle kitaplardandı
Haw. Bu yüzden bir süre konuğum oldu
Mikasa. Köpeklerden korktuğum hâlde çok sevdim onu. Bir köpeğin bize seslenişi;
Haw. Onun sayesinde ilk kez, bir
köpeği anlayabilmek için gözlerinin içine baktım.
İçimde güzel bir tat bırakacağından
emin olarak aldım Kemal Varol’un son romanını elime. Neticede şiirlerindeki
çarpıcı güzelliğe ve derinliğe hayran olduğum bir şairin tezgâhında dokunmuştu.
Kitabın ilk sayfasından itibaren yanılmadığımı anladım. Çünkü Varol’un şairliği
kadar güçlü, özenli, içtenlikli bir yazı dili var.
Kitabın kahramanı Mikasa’nın hüzünlü
hikâyesini iki ayrı ağızdan, perspektif değiştirerek iki anlatıcıdan öğreniriz.
Olayları yaşayan, içeriden bir bakışla anlatan dede Mikasa ve olan bitene
dışarıdan bakan, rivayetlerden öğrenen, romanın sonuna kadar kendisi hakkında
hiçbir bilgi edinemediğimiz, sadece sesini işittiğimiz bir de torun. Mikasa geçmişin, torun ise barınaktaki
günlerin yani romanın şimdiki zamanının aktarıcısıdır. Kitabın görünen
zemininde sakat kalmış bir mayın arama köpeğinin hayat hikâyesi yer alsa da
geri planda akan, 90’lı yıllara ait olaylar ve süregelen bir savaş öyküsüdür.
Bu katmanlı öyküleme okuru hem üzerinde konuşmaktan çekinilen konular hakkında
düşünmeye çağırır hem de şiirsel bir aşkın içine. Mikasa’nın Makam Dağı’nın
eteklerinde Arkanya’da açılmış, geçmişin tozuna dumanına bulanmış yarası,
olayları dinleyen roman kahramanları kadar kitabı eline alan okuyucuları da
kalbinden vuracaktır elbette.
Varol, görünen o ki, bıçak sırtı,
“netameli” bir konuyu tarafları incitmeden, acıyı tüm çıplaklığıyla gözler
önüne sererek ifade etmenin çaresini Mikasa üzerinden anlatmakla bulmuştur. Bu
konuda da oldukça başarılıdır. Dünyada ve edebiyatımızda pek çok eserin belli
bölümlerinde bir anlatım tekniği olarak hayvanların, eşyanın konuşturulduğunu görsek
de Haw romanının ana kahramanının bir
köpek olduğu, ana çatıyı fabl bir öykünün oluşturduğu düşünülürse yazarın bu
konuda gerçekten zoru başardığı anlaşılacaktır. Her şeyden önce çok iyi bir
gözlemci olmayı gerektiren bu anlatım, okuyucuyu köpeklerin kendi aralarında bu
cinsten konuşmalar yaptığına inandıracak kadar sahicidir de… Kurgunun içinde
insanlar ve köpekler birbirlerine çok yakınlaşıp benzeşirler. Mesela Köpek
Cengiz Mikasa’nın dilinden anlar. Mikasa efkârlanıp sigara içer, spor toto için
tahmin bile yürütür. Ancak bu tür fantastik ögeler romanın gerçekçi dokusuna
zarar vermez ve hiç de iğreti durmaz. Oldukça zengin bir kişi kadrosunun içinde
askerlerin yaşam öyküleri gibi köpek kahramanların öyküleri ve kişilikleri de
detaylarıyla işlenmiştir. Mikasa’nın çocukluğundan itibaren tanıdığı, Alevli Kalpler Çetesi’nin üyesi olan köpekler;
sevgilisi Melsa, asker köpekler ve hayvan barınağındakiler… Her birinin kendine
ait bir sesi, dili ve söyleyişi vardır.
Yaralandığı ve arka ayakları
koptuğu için getirildiği hayvan barınağında Mikasa öyküsünü diğer köpeklere
anlatırken öğreniriz. Daha çocukken acının içine düşmüş bir köpektir o. Başka
bir adamın eli ona değdi, başka bir tastan süt içti diye anası tarafından terk
edilir. Yalnızlığı ve çaresizliği öğrenir. Heves Amca’nın Muhterem Nur’a olan
aşkından ilham ile kalbinde aşkı idealize etmiştir. Bu ideale yakışır bir
sevgili ararken görüp sever Melsa’yı. Mikasa’yı tanıyana dek hiçbir erkeğe yüz
vermemiştir Melsa. Mikasa’ya “zehir sarısı gözleri”yle bakar, “Güneylilerin
bayramında seninim” diye söz verir, onun kalbini sınar. Yaşanmışlıktan çok,
hayale ve hatıraya yaslanan; ahde vefa gösterilen, acısına tahammül edilen,
değerini bizatihi sevenin kalbinden alan bir aşktır, bu. Güneylilerin partisinin
kahraman köpeğine âşık Mikasa, vuslattan koparılıp atılır ayrılığa. Beklenmedik
bir anda, tutsak gibi askere alınır, “öteki uç”a fırlatılır. Devletin zimmetli
köpeği olur, hayatı artık kendisinin değildir. Bir sokak köpeği olduğu hâlde
Jandarma Köpek Eğitim Merkezi’nde kendisinden Alman kurtlarıyla aynı yetenekleri
sergilemesi beklenir. Başaramadığı içinse ezilir, horlanır, eziyet görür. Melsa
bir sır gibi uzaklarda kalmıştır. Mikasa yaşadığı dünyanın kirliliğinden onun
hatırasına sığınır, hayaliyle avunarak kederini taşır.
Romanda aşkının kahramanıdır
Mikasa, savaşın değil. Hatta birileri tarafından sonunda hain ve suçlu bile
kabul edilir. Esasen onun dünyasında savaşa yer yoktur. Güneylilerle
Kuzeylilerin savaşının içine doğmuştur, taraflardan biri olmadığı hâlde -istemeden-
savaşın ortasında kalır. Bu yüzden mahvolur hayatı. Ölümün ve acının karşısında
haklı ile haksızın birbirine karıştığı bir savaştır yaşanan. Masumdur Mikasa,
gece yarıları isimsiz duasız mezarlara gömülenler, bayraklara sarılıp
ailelerine teslim edilenler, ölüm korkusunun kol gezdiği karakollarda şafak
sayanlar, faili meçhuller kadar masum ve onlar kadar savaşın mağdurudur. Üstelik
bu savaşın içinde birilerinin hayatı kana ve ıstıraba bulanırken birtakım adamlar
sürekli kirli işler peşindedir. Savaşın hesaplarını yapanlar ile bedelini
ödeyenler aynı değildir. Romandaki tüm ayrıntılar kahramanlar kadar savaşın izlerini
taşır. Mikasa savaşa bakan üçüncü gözdür, yazar onunla savaşın sebebini,
anlamını sorgulatır bize. Doğrudan gösterilmeyip ayrıntılarla sezdirilen,
sinema, müzik ve edebiyata göndermelerle beslenen, metnin alt katmanındaki bu
derinlik kederle doludur.
Mikasa’nın tesadüfen askeriyeden kaçıp
özgür kalması kurgunun kırılma noktasıdır. Uzun zaman içerisinde yaşadığı
sistem, onu dışarıdaki hayattan uzaklaştırmış, korkak biri yapmıştır bir kere.
Şehirde tek başına var olmayı beceremez. Her taraf asker doludur. Yakalanıp
cezalandırılmaktan çok korkar. Açlık bezdirici bir etki yaratır üzerinde.
Melsa’yı bulmak konusundaki umutlarını tamamen yitirir. Gözünün önünde bir adam
öldürülür ama o, karnını doyurmanın derdindedir, adamın elindeki ekmeği yer
hatta kanının tadına bakar. Romanın en dramatik vurgusu da buradadır kanaatimce.
Çaresizliğini, çıkmazda olduğunu fark eden; umudunu tamamen yitiren, kaybedecek
bir şeyi kalmayan birinin dönüşümüdür bu. Mikasa’nın askeriyeye dönüşüne sebep
olan çaresizlik, içinde intikam duygusu doğurur. Kıskançlık ve öfke bu savaşın
kötü adamlarına, Turkuvaz’a karşı bileyler onu. Ama ne yaparsa yapsın Melsa
içindir, hatta namus için.
Ağırlıklı olarak bir erkekler
kitabıdır Haw. Kalabalık kişi
kadrosunun büyük bölümü erkektir. Mikasa’nın arkadaşları, askerler, partidekiler
hatta ölenler hep erkek... Bu yüzden kitaba bir erkek bakış açısının hâkim
olduğu, bunun özellikle askerlikten sonraki bölümünde kitabın dilini de
etkilediği söylenebilir. Olaylar ve hatıralar arasında kadınlar ana ve yâr
rolleriyle birer motiften ibaret kalır. Savaşın onlar üzerindeki tesirini
açıkça göremeyiz. Kitaba yer yer mizahi unsurlar da katan, askerliğin kendine
mahsus yaşama bakış biçimi, tuhaflığı; hayvan barınağına bile sirayet eden dili,
küfürleri kadın okurların zaman zaman gözlerini ve kulaklarını kapamasını
gerektirecek cinstendir. Kitabın kahramanlarının işlenişindeki derinlik, aşkın
şiirsel yorumu, Mikasa’nın güzelliği bu kusuru herkesin gözünde örter mi,
bilemem. Sanırım bu husus “edebiyat, gerçeği ne kadar esere taşıyıp yansıtmalı”
tartışması içinde cevabını bulacaktır.
Öykünün neredeyse bize aktarılış
vesilesi sayılabilecek cesur ve fedakâr dişi köpek Adıgüzel, kitabın sonunda,
acısı dillendirilmiş tüm kahramanlar adına en güzel düşü kurar. Bireyin kendi
hayatını dilediği gibi özgürce yaşayabilmesindeki huzuru, çoktan mutluluğu hak
etmiş Mikasa’nın önüne bir gelecek vaadi olarak serer. Oysa Mikasa bu düşe ayak
uyduramayacak kadar yorgundur.
Kitap bitti, Mikasa gitti. Sizi
bilmem ama ben Mikasa’yı çok sevdim. Son satırı okuyup kitabın kapağını
kapadıktan sonra onun gibi uzun uzun susmak istedim. Güneyli bir köpeğin öyküsü
kalbimi acıyla doldurdu, Kuzeyli bir kadın olan ben Haw’ı bağrıma basıp sessizce ağladım.
Haw, Kemal Varol, İletişim Yayıncılık
Tuba DERE Ayraç Dergisi, s.58 Fotoğraf Fatmagül Okutan
Bugünlerde bir kitabın gölgesinde
yaşamaktayım, ışığında mı demeliyim yoksa?
“Daha önce de başka şiirlerde
konaklamıştım” diyor ya Murathan. Okuduğu kitaplarda konaklıyor insan. “Değişen
ruh iklimleri” ile başka kitapları serüvenine ortak ediyor. Nedir bir kitaba
bağlayan bizi? Hangi kitapları içselleştiririz? İçimizi aşkla ya da hüzünle
dolduran, bakışlarımızı kendimize çeviren nedir? Net bir cevaba ulaşmak zor.
Elbette bir aşinalık buluyor insan okuduklarında. Kitaplar, filmler, şarkılar
bize bizden haberler getirdikçe seviliyor biraz da. Söyleyemediklerimizi
dillendirip deneyimlerimizle ve duygu dünyamızla örtüşüyorlar, bazen tam
kalbimizden vuruyorlar bizi.
Bazı kitaplar sevdiğim lezzetler
gibi okuyup bitirmeye kıyamam. Okuyup bitirsem de benim için hiç bitmez o
kitaplar. Kitaplığımın bir köşesinde beklemeye bırakamam. Çantamda taşırım,
gittiğim her yere götürürüm bir süre. Eşe dosta söz eder, okuturum heyecanla.
Tekrar tekrar okurum bazı bölümleri ezber eder gibi. Demlenir içimde bir zaman.
İşte onlardandı Ercan Kesal’ın Peri Gazozu… Susamış da su içer gibi okuduğum.
Çocukken büyük dedemizin dolabından aşırıp içtiğimiz gazozların tadında.
Ercan Kesal’ın gazete yazılarını
takip edenler elbette tanıyordur kitaptakileri. Ancak yazıların art arda
gelişleri başka bir bütünlük duygusu oluşturuyor. Gazetedekilerin ne kadar tadımlık
olduğunu anlıyorsunuz Peri Gazozu’nu okurken.
Son zamanların çok reklamı
yapılıp az okunan kitapları arasında gerçekten kıymete değer olanları seçmek
epey güç oluyor. Geç fark ettim ben Peri Gazozu’nu. Temmuzda raflarda yerini almış
ama Tüyap’ta seslendi kitap bana. Bir solukta okunacak cinstendi, okudum. Hangimiz
söyleşmeyiz elimize alıp da bırakamadığımız bir kitabın kahramanlarıyla yahut yazarıyla?
Okurken zihnimizde oluşan bir konuşma isteği. Bu yüzden üzerinde pek çok şey
yazılıp söylenmiş de olsa ben de bir şeyler söylemek hevesine kapıldım kitap
hakkında.
Yazının sihirli bir yanı vardır,
okurken ya da yazarken keşfettirir, zihnimize ışıltılı bir uyanış getirir. Peri
Gazozu’nda sunuş bölümünde zatenyazar
tavan arasındaki bir sandığı karıştırmaya çağırmaktadır bizi. O gösterir, biz
izleriz. Bir koridordan geçer, bir dehlize girer gibi gireriz öykülerin
arasına. Sağlı sollu dört bir yanımızdan akmaktadır anlatılanlar. Bir an görünüp
kaybolan geri dönüş ve hatırlamalar. Şimdiki zamanın içinde capcanlı duran
geçmiş zaman. Bir an dönüp baksak, tozlu eşyalar gibi üzerindeki perdeyi bir
kaldırsak nefes alıp verdiğini duyabileceğimiz bir geçmiş. Aslında geçmemiş,
hiç bitmemiş, uzaklaşılmamış sahici bir geçmiş. Bu gün hâlâ izlerini
taşıdığımız, ölene kadar da taşıyacağımız; benzerlerini her gün yaşamaya devam
ettiğimiz ilişkiler, karmaşalar, haksızlıklar ve kederler ağı. Kapadokya’nın
gizemli coğrafyası gibi taş bir ev, bir mağara, bir oyuk içine gizlenmiş
gözlerin seyridir bu. Herkesin görebildiği, açıktan yaşanan bir hayattan, zaman
zaman da yalnızca bir hekimin bilebildiği sırlardan söz eder. Bazen herkesin
baktığı yerden bakıp kimselerin göremediğini gören bir sanatçı duyarlılığı
karışır işin içine. Sinemacı kimliğini de unutmamak lazım tabii. O kendi dünyasında hatıraların kapılarını bir
bir aralarken bizimkilere de ışık tutar, kalbimize ayna olur. Kendi deyimiyle “kalemini kamera gibi
kullanmakta”dır.
Sinemanın hareket-diyalog merkezli
kurmacasıyla örülmüştür öyküler. Yazar yaşadıklarını ve yaşanmış öyküleri örtüsüz
bir samimiyetle anlatır. Sadece anlatmaz, gösterir. Yalın, gösterişsiz bir
dille - eskilerin sehli mümteni diye tarif ettikleri cinsten- bir çırpıda yazılıvermiş
gibi görünen öyküler film gibi gerçeklik duygusu uyandırır içimizde… Okudukça
fark edersiniz Peri Gazozu’ndaki öyküler asıl gücünü hayat kadar sahici oluşlarından
almaktadır. Basbayağı konuştuğumuz dildir kullanılan ama anlatım öyle bir
sözcük, ifade ya da ayrıntıda kilitlenir ki asıl etki onda saklıdır.
Birbirinden farklı anektodların bir araya geliş sebebidir bu ayrıntı. Aslında
öykülerin arasında organik bir bağ vardır, anlatılanlar temel bir motif
etrafında kurgulanmıştır. Hem çıkış hem de varış noktasıdır o “metafor”.
Peri Gazozu’nu okurken
Anadolu’nun bir kasabasında bir zamanlar Gazozcu Mevlüt’ün imal ettiği
gazozlardan içip Ercan Kesal’ın çocukluğuyla birlikte hatıralarınızı seyredebilirsiniz.
Çocukluğuma döndüm ben de sıkça. Bazen hafızamın kıvrımlarında sıkışıp
unutulmuş bir hatıraya. Çocukken hep gittiğimiz bir doktor vardı, bizim
kasabada. Hastalara yaklaşımı, teşhis ve tedavideki başarısı “Doktor İsmet bildiydi.”
diye hâlâ anlatılır. Şiir ve edebiyata, sanata, eski eşyaya meraklıydı.
İnsanına, memleketine önem ve değer veren bir adamdı. Kendince yıllar önce
muayene olmuş hastalarla ilgili dosyalar tutar, yazdığı ilaçları bile not
alırdı. Gözlüğünün üstünden şöyle bir bakıp “Falanca tarihte bir boğmaca
geçirmiş.” diyerek başlardı muayenesine. Çocukken daha çok ateşlenince
gittiğim, sancılar arasında ilaç kokan odalarda hayal meyal yüzünü hatırladığım
Doktor İsmet amcanın kıymetini gençlik yıllarımda idrak etmiştim ki aramızdan
göçüp gidiverdi. Birden, Peri Gazozu’nun sayfaları arasında ona rastladım.
Ölmemiş, gitmemiş. Başka bir zaman ve mekânda, başka bir kahramanın şahsında
hâlâ yaşamaktadır ve onun öyküleri öykülerimize benzer. Evet, bir kahraman… Peri
Gazozu’ndaki öykülerin değişmez bir kahramanı vardır: yazar. Çocukluğu,
gençliği, öğrenciliği, hekimliği ile; önce bir evlat sonra bir baba olarak
türlü rollerde görürüz onu. Bazen kendisi yer alır öykülerin merkezinde bazen
de görüp bildiği, tanıdığı insanlar. Ama tüm Anadolu insanının ruhu sanki onda
tecessüm eder.
Hangimizin eski bir radyoya,
mektup zarfına, siyah beyaz fotoğrafa hatta bir sobaya bakınca burnunun direği
sızlamaz? Belli yaşa gelmiş insanların çocukluk, gençlik yılları, o yıllarda az
ya da çok hepimizin yaşadığı garibanlık saklıdır bu eşyaların içinde. Tavan
arası bu eşyalarla doludur. Bu yüzden baştan sona hüznün kitabıdır, Peri
Gazozu. Kırık buruk sevinçlerin ve iç çekişlerin kitabı. Bir tohum düşer gibi
toprağa, hüzün düşer her öyküde içimize gizli gizli. Gizli, çünkü yazar satır
aralarına gizlemiştir asıl söylemek istediklerini. Açıkça ağır bir ıztıraptan,
feryat figan eden bir acıdan söz etmez. Sessiz
bir âh’tır yalnızca. Acıyı, aşkı, yaraları onların adını bile anmadan
anlatır. Bazı öyküleri okurken gözyaşlarınızı tutamazsınız.
Neyin hüznü bu? Her şeyden önce
geçen zamanın. Çocukluk ve gençlik capcanlı hatıralarda duruyor olsa da geçip
gitmiştir nihayetinde. Sıkıntılı anlarımız da geçer mutluluklar gibi. O
günlerde kanayan yaraların sızısı çoktan dinmiştir. Her şey, dopdolu bir
inançla uğruna baş konulan davalar bile -o uğurda ölen fidanlar gibi- bir zaman
sonra yitip gider. İzler?... Zamanın suları izleri yavaş yavaş siler. Ölüler…
Her biri kendi öyküsünün kederini yüklenip uzaklaşır. Geriye sızısız, boş
kalpler kalır. Zamanla kanıksanır her
şey. Yalnızlaşır insan, susar ve içine gömülür. Aslında kalbimiz sızılarımızdan
uzak düşmesin diye yazılmıştır Peri Gazozu. Çocuğunda çocukluğunu seyreden, hastalarının
acılarıyla acılanan bir adamın bizimle ve zamanla hesaplaşmasıdır bu öyküler.
Üzerinden atlayıp geçtiklerimizi işaret eder, onlara döndürür bakışlarımızı.
Hastalarının yardımına gece gündüz koşan bir hekim gibi bunları bize göstermeyi
de bir görev saymaktadır belki. Kim bilir?
Biz’dendir yazdıkları Ercan
Kesal’ın bizimdir! Soğuk odalarda sarınılan yorganlar, şarkı dinlenen radyolar,
dua mırıldanan nineler kadar bizim. Kendi sesimizi dinler gibi okuruz. Anlattığı
öyküler yazarla bizim aramızda bir yerde durmaktadır. Öykülerin ona
yakınlığıyla aynıdır bizim onlara mesafemiz. Bizim yüreğimiz değil midir zaten
onun kaleminde dile gelen? Öyleyse bizimdir Peri Gazozu, hepimizin.,