26 Aralık 2016 Pazartesi

Denizde Geçen Hayatlar

Her yazarın anlatısının içimizde bıraktığı tat başkadır. Cemil Kavukçu öykülerini okuyup da onun gündelik yaşamı, sıradan insanları, dost meclisinde sohbet eder gibi anlattığı hikâyelerinin buruk tadını bilmeyen yoktur herhâlde.

Yıllarca gemide çalışmış Cemil Kavukçu. Buna rağmen geriye dönüp baktığında denizi konu edinen sadece on üç öykü kaleme aldığını görmüş. Farklı zamanlarda yazılmış ve her biri ayrı bir kitapta yer alan öyküler derlenince “Maviye Boyanmış Sular” ortaya çıkmış.

Bir zamanlar tayfa olma hayalleri kurmuş bir çocuk olarak heyecanla, adeta deniz kokusu duya duya aldım, Maviye Boyanmış Sular’ı elime. Biz yerleşik yaşayanlar için seyahat, geçici bir süredir ve eğlencelidir. Gezip gördüğümüz yerlerin tadını çıkarır, döneriz. Oysa sürekli denizde olmak ona kıyıdan bakanların anlayabileceği bir şey değilmiş. Hatta belki kitabın ilk öyküsü “Gemide”de anlatıldığı gibi ıssız bir adaya düşmekten beter, gerilimli bir yalnızlığı var denizin. Şeş cihet masmavi; deniz de gök de vahşi, üstelik bir kara parçası kadar güvenli ve güvenilir de değil deniz. Kavukçu, kitabın takdim yazısında uzun süre gemide kalan, statik elektrikle yüklenen denizcilerin sinir sisteminin harap olduğundan bahseder. Zannediyorum, hikâyelerin hazin tarafı burada başlıyor. Dağların güvenli duruşuna karşın, öykülerde sık sık tekrarlandığı gibi, denizde olmayı, denize açılmayı göze alabilenlerin hikâyesi anlatılıyor bu kitapta. Kitabın son öyküsü “Zaman Aynası”nda “Öğrendiğinde keşke bunları bilmeseydim, diyeceğin, geri dönüşü olmayan bir sırrı vardır denizin. Omuzlarına yüklenen, taşıyamayacağın, anlatmazsan rahatlayamayacağın, anlatırsan cezalandırılacağın bir yük.” diyor, ‘kendisinden olmayan her canlıya, her nesneye düşman’ deniz için.

Kavukçu’nun deniz öyküleri gemide türlü işlerde çalışanları, kaptanı, çarkçıbaşını, aşçıbaşını, kamarotu, kısaca bilmediğimiz bir yaşamı, ayrıntılarıyla dünyamıza getirir. İdris, Baha, İbrahim, adını bile öğrenemediğimiz ama denizdeki en büyük eğlencesi balık tutmak olan ve bu uğurda gemide keyfi arızalar çıkartıp, çıkan arızaları uzattığı için gemi mürettebatını kızdıran (bence komik ve sevimli bir tip) Çarkçıbaşı ve Eran Kaptan neredeyse tüm hikâyelerin ortak kahramanlarıdır. Bu durum müstakil gibi görünen öyküleri birbirine bağlar ve bir nehir öykü hâline getirir. Farklı zamanlarda yazılmış olsalar da öyküler arasındaki bağ, yalnızca temaya dayanmaz; bunlar zaten birbirini çağrıştıran, tamamlayan, örtüşen detaylarla kurulmuştur, dolayısıyla bir kitapta toplanmaları şaşırtıcı değildir ve kitaptaki sıralanışları da oldukça isabetlidir. Mesela insana benzeyen balık yani misafir yolcu, son öyküye kadar denizcileri takip eder. Çarkçıbaşı hikâyelerin tümünde ‘arıza çıkaran’ kahramandır.

Her öyküde bir başka olaya ve başka bir kahramanın serüvenine ışık tutulur. Metinlerdeki kurgusal yapı erkeklerin dünyası üzerine oturtulmuştur. Kadınlar uzakta yahut düşlerdedir. Aşk ve cinsellik de öyle. Hatta cinsellik, Eyyup’un Helga’sı gibi dramatik bir romantizm taşır ve yıllarca denizde dolaşan yalnız adamların kederini sadece bir nebze dindirmeye yarar. Balık tutmak, akşamları kamaralarında içmek gibi küçük eğlenceleri vardır deniz adamlarının. Yasak olsa da hepsinin odasında sakladığı içkisi ve kuruyemişi bulunur. Aralarında sert ve kıyıcı şakalar yaparlar.

Kitaptaki öykülerin hemen hepsinde olay, denizde geçer. Günlerce, gecelerce süren ne zaman sona ereceği genellikle bilinmeyen bir yolculuktur bu. Çünkü her şeyi deniz belirler. Yalnızca gemi bir koya demirlediğinde –ki bunun için fırtına olması yahut motorda bir arıza çıkması gerekir- kıyıya çıkıp nefeslenebilir gemiciler, kadınlarla eğlenip içer ve geri dönerler. Karaya çıksalar bile ‘denizde olmak’ hâli üstlerine yapışıp kalmıştır. Denizciler, denizin kurallarına uymayı öğrenen, bir anlamda ona boyun eğen ve aslında başka türlü yaşamak bilmeyen adamlardır. Karada bıraktıkları yakınları ile aralarında kocaman bir deniz vardır ve hayatları da denizle çevrilmiştir. Denizin ortasında ama hayatın kıyısında yaşarlar. Hatıralar tarafından kuşatılmış hafızaları onların hiçbir zaman tek bir zaman diliminde var olmalarına izin vermez. Bazen çıkılan bir kıyı kasabası yahut barda görülen bir kadın eski sevgilileri, hüsranla biten hikâyeleri hatırlatır. Denize aşkla bağlıdır denizciler. Hem korkarlar ondan hem de her türlü azabına rağmen ona doğru çekilirler. Kimileri için hüzünlü bir serüvenden kaçış, sığınaktır deniz, kimisi için bir hapishane. Çünkü bazıları Hurşit gibi, kara adamıdır. İşsizlik canına yettiği için denize düşmüştür Hurşit. Diğerleri gibi dayanıklı değildir. Bu yüzden Azrail’in nefesini ensesinde hisseder. Hatta kendine bir katil bile seçmiştir. Ondan kaçarken yakalanır, en çok korktuğu şeye.

Denizdeki hayatı ağırlaştıran bir türlü geçmeyen zamandır. Bir süre sonra zaman kavramı kaybolur, günler geceler tıpa tıp birbirine benzer. Buna bir de bir koya demirleyip uzun süre beklemeler eklenince her şey adeta kokuşur. Yazar bu durumu Balık öyküsünde “Davranış bozuklukları göstermeye başlamıştık. Yüzmeyen ya da yüzdürülmeyen bir gemide yaşamanın doğal bir sonucu olmalıydı bu.” diye anlatır. Bu ‘zamansızlık’ öykülerin kurgusal yapısına da yansımış. Pek çoğunda temel kavram olan gün ve geceden öteye gidilmiyor. Çözülmesi gereken problemler, büyük gerilim ve entrikalar bulunmuyor Kavukçu’nun deniz öykülerinde. Bu nedenle de yorumu okuyucuya bırakılan, açık uçlu bir sonla bitiyor çoğu. Ana çatı denizin insan üzerine çöken ağırlığı ile kurulmuş. “Eyyup”, “Telsizci”, “Kamarot” ve “Müjark” gibi öykü adlarına bakılınca zaten kurguların kişisel serüven eksenli oldukları tahmin edilebiliyor.

Kitaptaki öyküler bize aynı gözlemci anlatıcının dilinden aktarılır. Yalnızca buruk bir aşk hikâyesi olan “Mor Çiçekli Toka” ve “Müjark” öykülerinde anlatıcı, kahramanın kendisidir. Bu öykülerde kahramanın iç dünyasından ve duygularından söz edilir. Diğer öyküler ise daha çok izlenime dayanır. Çünkü anlatıcı “gözlemci” ya da “kahraman” hangi rolde olursa olsun deniz adamı değildir, yani gözlemlenen yaşama yabancıdır. Dolayısıyla bazı olayları en az bizim kadar şaşkınlıkla izler.

Maviye Boyanmış Sular’la denizin kokusu, dalgaları, tuzu, fırtınaları geliyor ruhunuza. Deniz tutuyor zaman zaman, deniz her şeyi yutuyor ve dünya ıssızlaşıyor. Kurgunun içerisine sıkıştırılmış ufak ayrıntılarla yüreğinize usul usul ince bir sızı sokuluveriyor. Kitaptaki öykülerin tümü aynı güçte olmasa da Kavukçu’nun bu öykülerde yarattığı kahramanlar canlı ve oldukça sahici. Sokağa çıktığınızda onlara rastlayamazsınız ama denize açılırsanız görebilirsiniz ve hepsini görür görmez tanıyacaksınız. Muhtemelen hikâyelerini fısıldamak için kendilerini dinleyecek okuyucuları bekliyor olacaklar.

Tuba Dere, Ayraç dergisi s.85'te yayınlanmıştır.

Cemil Kavukçu, Maviye Boyanmış Sular, Can Yayınları