13 Ağustos 2015 Perşembe

"Haw" Hakkında yahut Mikasa için Bir Şeyler Söylemek



Sevdiğim tüm kitapları günlerce kalbimde açmış taze bir bahar çiçeği gibi saklar, koklar dururum. Okuma süresince kitabın içinde yaşar, kahramanlarıyla dost olurum. Öyle kitaplardandı Haw. Bu yüzden bir süre konuğum oldu Mikasa. Köpeklerden korktuğum hâlde çok sevdim onu. Bir köpeğin bize seslenişi; Haw. Onun sayesinde ilk kez, bir köpeği anlayabilmek için gözlerinin içine baktım.

İçimde güzel bir tat bırakacağından emin olarak aldım Kemal Varol’un son romanını elime. Neticede şiirlerindeki çarpıcı güzelliğe ve derinliğe hayran olduğum bir şairin tezgâhında dokunmuştu. Kitabın ilk sayfasından itibaren yanılmadığımı anladım. Çünkü Varol’un şairliği kadar güçlü, özenli, içtenlikli bir yazı dili var.

Kitabın kahramanı Mikasa’nın hüzünlü hikâyesini iki ayrı ağızdan, perspektif değiştirerek iki anlatıcıdan öğreniriz. Olayları yaşayan, içeriden bir bakışla anlatan dede Mikasa ve olan bitene dışarıdan bakan, rivayetlerden öğrenen, romanın sonuna kadar kendisi hakkında hiçbir bilgi edinemediğimiz, sadece sesini işittiğimiz bir de torun.  Mikasa geçmişin, torun ise barınaktaki günlerin yani romanın şimdiki zamanının aktarıcısıdır. Kitabın görünen zemininde sakat kalmış bir mayın arama köpeğinin hayat hikâyesi yer alsa da geri planda akan, 90’lı yıllara ait olaylar ve süregelen bir savaş öyküsüdür. Bu katmanlı öyküleme okuru hem üzerinde konuşmaktan çekinilen konular hakkında düşünmeye çağırır hem de şiirsel bir aşkın içine. Mikasa’nın Makam Dağı’nın eteklerinde Arkanya’da açılmış, geçmişin tozuna dumanına bulanmış yarası, olayları dinleyen roman kahramanları kadar kitabı eline alan okuyucuları da kalbinden vuracaktır elbette.

Varol, görünen o ki, bıçak sırtı, “netameli” bir konuyu tarafları incitmeden, acıyı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererek ifade etmenin çaresini Mikasa üzerinden anlatmakla bulmuştur. Bu konuda da oldukça başarılıdır. Dünyada ve edebiyatımızda pek çok eserin belli bölümlerinde bir anlatım tekniği olarak hayvanların, eşyanın konuşturulduğunu görsek de Haw romanının ana kahramanının bir köpek olduğu, ana çatıyı fabl bir öykünün oluşturduğu düşünülürse yazarın bu konuda gerçekten zoru başardığı anlaşılacaktır. Her şeyden önce çok iyi bir gözlemci olmayı gerektiren bu anlatım, okuyucuyu köpeklerin kendi aralarında bu cinsten konuşmalar yaptığına inandıracak kadar sahicidir de… Kurgunun içinde insanlar ve köpekler birbirlerine çok yakınlaşıp benzeşirler. Mesela Köpek Cengiz Mikasa’nın dilinden anlar. Mikasa efkârlanıp sigara içer, spor toto için tahmin bile yürütür. Ancak bu tür fantastik ögeler romanın gerçekçi dokusuna zarar vermez ve hiç de iğreti durmaz. Oldukça zengin bir kişi kadrosunun içinde askerlerin yaşam öyküleri gibi köpek kahramanların öyküleri ve kişilikleri de detaylarıyla işlenmiştir. Mikasa’nın çocukluğundan itibaren tanıdığı,  Alevli Kalpler Çetesi’nin üyesi olan köpekler; sevgilisi Melsa, asker köpekler ve hayvan barınağındakiler… Her birinin kendine ait bir sesi, dili ve söyleyişi vardır.

Yaralandığı ve arka ayakları koptuğu için getirildiği hayvan barınağında Mikasa öyküsünü diğer köpeklere anlatırken öğreniriz. Daha çocukken acının içine düşmüş bir köpektir o. Başka bir adamın eli ona değdi, başka bir tastan süt içti diye anası tarafından terk edilir. Yalnızlığı ve çaresizliği öğrenir. Heves Amca’nın Muhterem Nur’a olan aşkından ilham ile kalbinde aşkı idealize etmiştir. Bu ideale yakışır bir sevgili ararken görüp sever Melsa’yı. Mikasa’yı tanıyana dek hiçbir erkeğe yüz vermemiştir Melsa. Mikasa’ya “zehir sarısı gözleri”yle bakar, “Güneylilerin bayramında seninim” diye söz verir, onun kalbini sınar. Yaşanmışlıktan çok, hayale ve hatıraya yaslanan; ahde vefa gösterilen, acısına tahammül edilen, değerini bizatihi sevenin kalbinden alan bir aşktır, bu. Güneylilerin partisinin kahraman köpeğine âşık Mikasa, vuslattan koparılıp atılır ayrılığa. Beklenmedik bir anda, tutsak gibi askere alınır, “öteki uç”a fırlatılır. Devletin zimmetli köpeği olur, hayatı artık kendisinin değildir. Bir sokak köpeği olduğu hâlde Jandarma Köpek Eğitim Merkezi’nde kendisinden Alman kurtlarıyla aynı yetenekleri sergilemesi beklenir. Başaramadığı içinse ezilir, horlanır, eziyet görür. Melsa bir sır gibi uzaklarda kalmıştır. Mikasa yaşadığı dünyanın kirliliğinden onun hatırasına sığınır, hayaliyle avunarak kederini taşır.

Romanda aşkının kahramanıdır Mikasa, savaşın değil. Hatta birileri tarafından sonunda hain ve suçlu bile kabul edilir. Esasen onun dünyasında savaşa yer yoktur. Güneylilerle Kuzeylilerin savaşının içine doğmuştur, taraflardan biri olmadığı hâlde -istemeden- savaşın ortasında kalır. Bu yüzden mahvolur hayatı. Ölümün ve acının karşısında haklı ile haksızın birbirine karıştığı bir savaştır yaşanan. Masumdur Mikasa, gece yarıları isimsiz duasız mezarlara gömülenler, bayraklara sarılıp ailelerine teslim edilenler, ölüm korkusunun kol gezdiği karakollarda şafak sayanlar, faili meçhuller kadar masum ve onlar kadar savaşın mağdurudur. Üstelik bu savaşın içinde birilerinin hayatı kana ve ıstıraba bulanırken birtakım adamlar sürekli kirli işler peşindedir. Savaşın hesaplarını yapanlar ile bedelini ödeyenler aynı değildir. Romandaki tüm ayrıntılar kahramanlar kadar savaşın izlerini taşır. Mikasa savaşa bakan üçüncü gözdür, yazar onunla savaşın sebebini, anlamını sorgulatır bize. Doğrudan gösterilmeyip ayrıntılarla sezdirilen, sinema, müzik ve edebiyata göndermelerle beslenen, metnin alt katmanındaki bu derinlik kederle doludur.

Mikasa’nın tesadüfen askeriyeden kaçıp özgür kalması kurgunun kırılma noktasıdır. Uzun zaman içerisinde yaşadığı sistem, onu dışarıdaki hayattan uzaklaştırmış, korkak biri yapmıştır bir kere. Şehirde tek başına var olmayı beceremez. Her taraf asker doludur. Yakalanıp cezalandırılmaktan çok korkar. Açlık bezdirici bir etki yaratır üzerinde. Melsa’yı bulmak konusundaki umutlarını tamamen yitirir. Gözünün önünde bir adam öldürülür ama o, karnını doyurmanın derdindedir, adamın elindeki ekmeği yer hatta kanının tadına bakar. Romanın en dramatik vurgusu da buradadır kanaatimce. Çaresizliğini, çıkmazda olduğunu fark eden; umudunu tamamen yitiren, kaybedecek bir şeyi kalmayan birinin dönüşümüdür bu. Mikasa’nın askeriyeye dönüşüne sebep olan çaresizlik, içinde intikam duygusu doğurur. Kıskançlık ve öfke bu savaşın kötü adamlarına, Turkuvaz’a karşı bileyler onu. Ama ne yaparsa yapsın Melsa içindir, hatta namus için.

Ağırlıklı olarak bir erkekler kitabıdır Haw. Kalabalık kişi kadrosunun büyük bölümü erkektir. Mikasa’nın arkadaşları, askerler, partidekiler hatta ölenler hep erkek... Bu yüzden kitaba bir erkek bakış açısının hâkim olduğu, bunun özellikle askerlikten sonraki bölümünde kitabın dilini de etkilediği söylenebilir. Olaylar ve hatıralar arasında kadınlar ana ve yâr rolleriyle birer motiften ibaret kalır. Savaşın onlar üzerindeki tesirini açıkça göremeyiz. Kitaba yer yer mizahi unsurlar da katan, askerliğin kendine mahsus yaşama bakış biçimi, tuhaflığı; hayvan barınağına bile sirayet eden dili, küfürleri kadın okurların zaman zaman gözlerini ve kulaklarını kapamasını gerektirecek cinstendir. Kitabın kahramanlarının işlenişindeki derinlik, aşkın şiirsel yorumu, Mikasa’nın güzelliği bu kusuru herkesin gözünde örter mi, bilemem. Sanırım bu husus “edebiyat, gerçeği ne kadar esere taşıyıp yansıtmalı” tartışması içinde cevabını bulacaktır.

Öykünün neredeyse bize aktarılış vesilesi sayılabilecek cesur ve fedakâr dişi köpek Adıgüzel, kitabın sonunda, acısı dillendirilmiş tüm kahramanlar adına en güzel düşü kurar. Bireyin kendi hayatını dilediği gibi özgürce yaşayabilmesindeki huzuru, çoktan mutluluğu hak etmiş Mikasa’nın önüne bir gelecek vaadi olarak serer. Oysa Mikasa bu düşe ayak uyduramayacak kadar yorgundur.

Kitap bitti, Mikasa gitti. Sizi bilmem ama ben Mikasa’yı çok sevdim. Son satırı okuyup kitabın kapağını kapadıktan sonra onun gibi uzun uzun susmak istedim. Güneyli bir köpeğin öyküsü kalbimi acıyla doldurdu, Kuzeyli bir kadın olan ben Haw’ı bağrıma basıp sessizce ağladım.

Haw, Kemal Varol, İletişim Yayıncılık

Tuba DERE Ayraç Dergisi, s.58

Fotoğraf Fatmagül Okutan

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Bizim Kitap: Peri Gazozu



Bugünlerde bir kitabın gölgesinde yaşamaktayım, ışığında mı demeliyim yoksa?

“Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım” diyor ya Murathan. Okuduğu kitaplarda konaklıyor insan. “Değişen ruh iklimleri” ile başka kitapları serüvenine ortak ediyor. Nedir bir kitaba bağlayan bizi? Hangi kitapları içselleştiririz? İçimizi aşkla ya da hüzünle dolduran, bakışlarımızı kendimize çeviren nedir? Net bir cevaba ulaşmak zor. Elbette bir aşinalık buluyor insan okuduklarında. Kitaplar, filmler, şarkılar bize bizden haberler getirdikçe seviliyor biraz da. Söyleyemediklerimizi dillendirip deneyimlerimizle ve duygu dünyamızla örtüşüyorlar, bazen tam kalbimizden vuruyorlar bizi.

Bazı kitaplar sevdiğim lezzetler gibi okuyup bitirmeye kıyamam. Okuyup bitirsem de benim için hiç bitmez o kitaplar. Kitaplığımın bir köşesinde beklemeye bırakamam. Çantamda taşırım, gittiğim her yere götürürüm bir süre. Eşe dosta söz eder, okuturum heyecanla. Tekrar tekrar okurum bazı bölümleri ezber eder gibi. Demlenir içimde bir zaman. İşte onlardandı Ercan Kesal’ın Peri Gazozu… Susamış da su içer gibi okuduğum. Çocukken büyük dedemizin dolabından aşırıp içtiğimiz gazozların tadında.

Ercan Kesal’ın gazete yazılarını takip edenler elbette tanıyordur kitaptakileri. Ancak yazıların art arda gelişleri başka bir bütünlük duygusu oluşturuyor. Gazetedekilerin ne kadar tadımlık olduğunu anlıyorsunuz Peri Gazozu’nu okurken.

Son zamanların çok reklamı yapılıp az okunan kitapları arasında gerçekten kıymete değer olanları seçmek epey güç oluyor. Geç fark ettim ben Peri Gazozu’nu. Temmuzda raflarda yerini almış ama Tüyap’ta seslendi kitap bana. Bir solukta okunacak cinstendi, okudum. Hangimiz söyleşmeyiz elimize alıp da bırakamadığımız bir kitabın kahramanlarıyla yahut yazarıyla? Okurken zihnimizde oluşan bir konuşma isteği. Bu yüzden üzerinde pek çok şey yazılıp söylenmiş de olsa ben de bir şeyler söylemek hevesine kapıldım kitap hakkında.

Yazının sihirli bir yanı vardır, okurken ya da yazarken keşfettirir, zihnimize ışıltılı bir uyanış getirir. Peri Gazozu’nda sunuş bölümünde zaten yazar tavan arasındaki bir sandığı karıştırmaya çağırmaktadır bizi. O gösterir, biz izleriz. Bir koridordan geçer, bir dehlize girer gibi gireriz öykülerin arasına. Sağlı sollu dört bir yanımızdan akmaktadır anlatılanlar. Bir an görünüp kaybolan geri dönüş ve hatırlamalar. Şimdiki zamanın içinde capcanlı duran geçmiş zaman. Bir an dönüp baksak, tozlu eşyalar gibi üzerindeki perdeyi bir kaldırsak nefes alıp verdiğini duyabileceğimiz bir geçmiş. Aslında geçmemiş, hiç bitmemiş, uzaklaşılmamış sahici bir geçmiş. Bu gün hâlâ izlerini taşıdığımız, ölene kadar da taşıyacağımız; benzerlerini her gün yaşamaya devam ettiğimiz ilişkiler, karmaşalar, haksızlıklar ve kederler ağı. Kapadokya’nın gizemli coğrafyası gibi taş bir ev, bir mağara, bir oyuk içine gizlenmiş gözlerin seyridir bu. Herkesin görebildiği, açıktan yaşanan bir hayattan, zaman zaman da yalnızca bir hekimin bilebildiği sırlardan söz eder. Bazen herkesin baktığı yerden bakıp kimselerin göremediğini gören bir sanatçı duyarlılığı karışır işin içine. Sinemacı kimliğini de unutmamak lazım tabii.  O kendi dünyasında hatıraların kapılarını bir bir aralarken bizimkilere de ışık tutar, kalbimize ayna olur.  Kendi deyimiyle “kalemini kamera gibi kullanmakta”dır.

Sinemanın hareket-diyalog merkezli kurmacasıyla örülmüştür öyküler. Yazar yaşadıklarını ve yaşanmış öyküleri örtüsüz bir samimiyetle anlatır. Sadece anlatmaz, gösterir. Yalın, gösterişsiz bir dille - eskilerin sehli mümteni diye tarif ettikleri cinsten- bir çırpıda yazılıvermiş gibi görünen öyküler film gibi gerçeklik duygusu uyandırır içimizde… Okudukça fark edersiniz Peri Gazozu’ndaki öyküler asıl gücünü hayat kadar sahici oluşlarından almaktadır. Basbayağı konuştuğumuz dildir kullanılan ama anlatım öyle bir sözcük, ifade ya da ayrıntıda kilitlenir ki asıl etki onda saklıdır. Birbirinden farklı anektodların bir araya geliş sebebidir bu ayrıntı. Aslında öykülerin arasında organik bir bağ vardır, anlatılanlar temel bir motif etrafında kurgulanmıştır. Hem çıkış hem de varış noktasıdır o “metafor”.

Peri Gazozu’nu okurken Anadolu’nun bir kasabasında bir zamanlar Gazozcu Mevlüt’ün imal ettiği gazozlardan içip Ercan Kesal’ın çocukluğuyla birlikte hatıralarınızı seyredebilirsiniz. Çocukluğuma döndüm ben de sıkça. Bazen hafızamın kıvrımlarında sıkışıp unutulmuş bir hatıraya. Çocukken hep gittiğimiz bir doktor vardı, bizim kasabada. Hastalara yaklaşımı, teşhis ve tedavideki başarısı “Doktor İsmet bildiydi.” diye hâlâ anlatılır. Şiir ve edebiyata, sanata, eski eşyaya meraklıydı. İnsanına, memleketine önem ve değer veren bir adamdı. Kendince yıllar önce muayene olmuş hastalarla ilgili dosyalar tutar, yazdığı ilaçları bile not alırdı. Gözlüğünün üstünden şöyle bir bakıp “Falanca tarihte bir boğmaca geçirmiş.” diyerek başlardı muayenesine. Çocukken daha çok ateşlenince gittiğim, sancılar arasında ilaç kokan odalarda hayal meyal yüzünü hatırladığım Doktor İsmet amcanın kıymetini gençlik yıllarımda idrak etmiştim ki aramızdan göçüp gidiverdi. Birden, Peri Gazozu’nun sayfaları arasında ona rastladım. Ölmemiş, gitmemiş. Başka bir zaman ve mekânda, başka bir kahramanın şahsında hâlâ yaşamaktadır ve onun öyküleri öykülerimize benzer. Evet, bir kahraman… Peri Gazozu’ndaki öykülerin değişmez bir kahramanı vardır: yazar. Çocukluğu, gençliği, öğrenciliği, hekimliği ile; önce bir evlat sonra bir baba olarak türlü rollerde görürüz onu. Bazen kendisi yer alır öykülerin merkezinde bazen de görüp bildiği, tanıdığı insanlar. Ama tüm Anadolu insanının ruhu sanki onda tecessüm eder.

Hangimizin eski bir radyoya, mektup zarfına, siyah beyaz fotoğrafa hatta bir sobaya bakınca burnunun direği sızlamaz? Belli yaşa gelmiş insanların çocukluk, gençlik yılları, o yıllarda az ya da çok hepimizin yaşadığı garibanlık saklıdır bu eşyaların içinde. Tavan arası bu eşyalarla doludur. Bu yüzden baştan sona hüznün kitabıdır, Peri Gazozu. Kırık buruk sevinçlerin ve iç çekişlerin kitabı. Bir tohum düşer gibi toprağa, hüzün düşer her öyküde içimize gizli gizli. Gizli, çünkü yazar satır aralarına gizlemiştir asıl söylemek istediklerini. Açıkça ağır bir ıztıraptan, feryat figan eden bir acıdan söz etmez. Sessiz  bir âh’tır yalnızca. Acıyı, aşkı, yaraları onların adını bile anmadan anlatır. Bazı öyküleri okurken gözyaşlarınızı tutamazsınız.

Neyin hüznü bu? Her şeyden önce geçen zamanın. Çocukluk ve gençlik capcanlı hatıralarda duruyor olsa da geçip gitmiştir nihayetinde. Sıkıntılı anlarımız da geçer mutluluklar gibi. O günlerde kanayan yaraların sızısı çoktan dinmiştir. Her şey, dopdolu bir inançla uğruna baş konulan davalar bile -o uğurda ölen fidanlar gibi- bir zaman sonra yitip gider. İzler?... Zamanın suları izleri yavaş yavaş siler. Ölüler… Her biri kendi öyküsünün kederini yüklenip uzaklaşır. Geriye sızısız, boş kalpler kalır. Zamanla kanıksanır her şey. Yalnızlaşır insan, susar ve içine gömülür. Aslında kalbimiz sızılarımızdan uzak düşmesin diye yazılmıştır Peri Gazozu. Çocuğunda çocukluğunu seyreden, hastalarının acılarıyla acılanan bir adamın bizimle ve zamanla hesaplaşmasıdır bu öyküler. Üzerinden atlayıp geçtiklerimizi işaret eder, onlara döndürür bakışlarımızı. Hastalarının yardımına gece gündüz koşan bir hekim gibi bunları bize göstermeyi de bir görev saymaktadır belki. Kim bilir?


Biz’dendir yazdıkları Ercan Kesal’ın bizimdir! Soğuk odalarda sarınılan yorganlar, şarkı dinlenen radyolar, dua mırıldanan nineler kadar bizim. Kendi sesimizi dinler gibi okuruz. Anlattığı öyküler yazarla bizim aramızda bir yerde durmaktadır. Öykülerin ona yakınlığıyla aynıdır bizim onlara mesafemiz. Bizim yüreğimiz değil midir zaten onun kaleminde dile gelen? Öyleyse bizimdir Peri Gazozu, hepimizin.,

Peri Gazozu-Ercan KESAL- İletişim Yayınları

Tuba DERE / Ocak 2014

11 Ağustos 2015 Salı

Bir "Dev" Star Olursa: Devin Şarkısı


Devin Şarkısı- Raife Polat
Günışığı Kitaplığı, Ekim 2014



Kitabı uzattım, “İlk defa bir yetişkin için kitap imzalayacağım.” dedi, sevinçle.
“Büyümeyen çocuklar için” dedim.
 “Güzel müzikler ve kitaplar yaşamın boyunca sana eşlik etsin.” yazmış. Aldım, kalbimin üstüne bu temenniyi bir dua gibi bastım.

Çok iyi bir okur, iyi bir müzik dinleyicisi Raife Polat. Radyo programları yapıyor. Yıllardır müzik ve edebiyat yazıları yazıyor, kolayca kaleme alınıvermiş izlenimi veren yazılarında söyleşir gibi bir üslubu var. İlk romanı “Devin Şarkısı”. İmzada gördüğüm, çiçeği burnunda kitap yazarı bu yüzden heyecanlıydı. Günışığı Kitaplığının Tüyap etkinliğinde minik okurlarıyla kısa bir söyleşi yaptı. “Çocuklar için bir müzik kitabı yazarsam bir müzisyen de çıkıp çocuklar için müzik yapar, diye düşündüm.” diyor. Laf arasında şarkı sözleri yazdığından söz ediyor. Devin şarkıları için bir albüm hazırlığı yapıldığını düşünüyorum, hemen. Meraklı okurların sorularının birçoğu yazma deneyimi üzerine. “Yazmak zor mu?”, “Yazarken neler hissediyorsunuz?”, “Yazarken acıkıyor musunuz, uykunuz geliyor mu?”, “Kitabın ismini nasıl koydunuz?”, “Neden yetişkin kitabı yazmak istemiyorsunuz?” gibi türlü sorular yöneltiyor çocuklar. Tümünü sevecenlikle cevaplıyor. Anlaşılan o ki bir yazar olarak Raife Polat iyi bir gözlemci ve çocuk dünyasının bakışını içinde bir yerlerde duyup yakalamış.  

Çocukluğumdan beri, filmlerdeki gibi yaşama bir müziğin eşlik ettiği hayalini kuran, müzik tutkunu biri olarak benim de bir devin şarkısına kayıtsız kalmam imkânsızdı. Sadi Güran’ın harika illüstrasyonlarıyla kitap ilk anda içimi ısıtıverdi. “Sanırım ben de kitabın içinden taşan müziğe tutuldum.” demeliydim Raife Hanım’a. “Enzo gibi rüyamda görmedim ama ben de uyanıkken düşler görebilen bir yetişkinim. İgıl’ın şarkısı çalındı kulağıma. Bu yüzden kitabın peşine düştüm.”
Küçük kahraman Enzo rüyasında ormanın derinliklerinden gelen bir şarkıyı işitip büyülenir. Uyandığında bu şarkıyı gitarıyla çalar, dinleyen herkes mest olur. Ancak Enzo ne yaparsa yapsın rüyasındaki gizemli tesiri yakalayamaz, şarkıda bir eksiklik vardır, sonunda keşfeder: şarkıyı söyleyenin sesiyle yarattığı etki…

İgıl ve Bigıl ormanın içlerinde yaşayan, birbirini çok seven dev bir çifttir. Enzo ve arkadaşları Neli ile Kaya’nın orman yakınındaki ağaç eve geliş gidişlerini uzaktan izlemektedirler. Enzo cephesinde şarkı ile ilgili araştırmalar sürerken şarkının sahibi İgıl da Enzo’nun kendi şarkısını çaldığını fark edip büyük bir heyecana kapılır. Orman İgıl’ın sesini Enzo’ya taşımış, Enzo’yla İgıl arasında kalpten bir yakınlık kuruluvermiştir.

Dev çiftin yakın dostu ve insanlarla tek bağlantısı olan Emil, çocuklarla İgıl ve Bigıl’ın tanışmalarını sağlar. İgıl’ın şarkıları yıllardır orman sakinleri, karısı Bigıl ve dostları Emil tarafından dinlenmektedir ancak ilk kez ciddi olarak seyirci karşısına çıkar. Aldığı tepkilerden çok memnun olur İgıl.

Şarkıları büyük bir keyifle dinleyen Enzo ve arkadaşları İgıl’ın şarkılarını internette paylaşarak daha çok dinleyiciye ulaştırmak isterler. Bu fikir İgıl’ın da çok hoşuna gider. Bigıl ise heyecanlı olmaktan öte endişelidir. Şarkıların internette paylaşılmasıyla ok yaydan çıkar, İgıl şarkılarının kısa sürede büyük bir hayran kitlesi oluşur. Sevimli dev çift meraklı müzik yapımcılarının elinden kurtulamaz. Şöhretin basamakları hızla tırmanmaya başlanır. İgıl artık bir “star”dır.

Okuru sürükleyen, kitabı bir solukta okunur kılan şey anlatımın gücü. Ağzından bal damlayan bir anlatıcının dizinin dibine oturmuş gibi merakla çeviriyor insan sayfaları.
Fantastik merak unsurlarıyla, devler, rüyalar gibi masalsı ögelerle başlasa da öykü, aslında buralı, bu zamanlıdır. Olaylar ilerledikçe günümüz dünyasına, bugünün insanının meselelerine taşınır. İnternet paylaşımları, iletişim yolları, müzik kanalları, tıklama rekorları hepimizin aşinası olduğumuz, gündemimizdeki uğraşılar. Dolayısıyla romanın fantastik kahramanları İgıl ve Bigıl da dev olsalar bile tamamen insana ait hatta çocuksu özelliklere sahipler. Tek olağanüstü yanları çok iri olmaları.
Roman dev kahramanları İgıl ve Bigıl yanında onlar kadar iyi işlenmiş çocuk kahramanlar, Enzo, Kaya, Neli, gezgin Emil, müzisyen Bing, müzik yapımcısı Pan’ın varlığı ile zenginleşmiştir.

Güzellikler kitabıdır Devin Şarkısı, sanat ve orman yaşamının, dostluğun öyküsüdür her şeyden önce. Çok büyük bir gerilim ve düğüm içermiyor kurgu. Çözümlenmesi gereken bir sorundan öte geliştirilen bir farkındalık var. Kötülükler şarkıların olduğu bir diyara giremez, der gibi kötüler yoktur bu romanda. Zaman zaman izleri görülüp sesleri işitilse de iyilere yaklaşamaz, zarar veremezler.

Şöhreti deneyimler İgıl, doğal ve sade olandan sahte ve gösterişli olana doğru bir yürüyüş yapar. Romanda sanatsal üretimin ve yaratıcılığın kaynağına da işaret edilir. Dinleyici karşısına çıkmak, İgıl’ın yaratıcılığını desteklemiştir, “marifetin iltifata tabii oluşu” gerçeği gözler önüne serilir.  Müzik bir tutkudur. Yaratıcılığın tutkulu yanı, insanı yaşamın kıyısına çeker, bir nevi yalnızlaştırır. Müziğin insanın ruhuna şifa olan tarafından da söz edilir, İgıl yalnızlığını ve özlemini bastırmak için müziğe tutunur.  

Koskoca masum bir çocuktur İgıl. Romanın sonuna doğru yaşanan bir olay, onu rüyasından uyandırır. Paparazilerin zehirli soruları onun dünyasında yeri olmayan sevgisizlik, inançsızlık, kötülük gibi anlayışları ve kirliliği işaret eder. İgıl’ın düşüncesi ise çok masumanedir. “İnsanlar onun şarkılarını sevdiği için onu dinlemektedir, değil mi?” Onun göremediği bir amaç burada sessizce hissettirilir, müzik yapımcısı Pan’ın sessizliği bunu işaret eder. Bu sırada müzik ve reklam sektörünün handikapları, küçük oyunları sezdirilir.

Yeni yaşantısının sahteliği karşısında birden büyüyüp olgunlaşır o koca çocuk. Üstelik şöhretin özel yaşamı adına bir bedeli vardır, bu bedeli hayat arkadaşı Bigıl’la birlikte öderler. Özgürlükleri ellerinden alınmış, mahremiyetleri talan edilmiştir.

Mesaj verme kaygısına hiç düşmeden kurgunun doğallığına sinmiş derin bir anlamı işaret ediyor romanında Polat. Günümüz dünyasının kısa yoldan para kazanmak, ünlü olmak konusunda çocuk düşlerini kışkırtan anlayışının yanında doğallığa bir çağrı, İgıl’ın macerası. Romanın en öz mesajı İgıl’ı özleyen Bigıl’ın hüzünlü iç sesiyle verilir. Şehir yaşamının boğucu kalabalığı ve çoğulluğu karşısında insanın ihtiyacı olan doğa, doğallık, dostluk ve içtenlikli sevgidir.

Kim bilir, İgıl’ın orman içlerinden gelen gizemli şarkısını işiten yalnızca Enzo değildir. Belki sizin de kulağınıza çalınır melodi. Sözleri anlayamazsınız ve sırrı çözmek için bir kitabın peşine düşersiniz.



Tuba Dere - Ayraç Dergisi s.62

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Eldeki Dua İzi: Yıldız Tozu




Mustafa Kutlu’nun pek kimselerin bilmediği bir çocuk öyküsü vardır. Eskimeyecek bir hikâye. Kitaplığımda daima elime yakın bir yerde durur. Zaman zaman kapağı açılır, Kutlu’nun yıldızlar kadar parlak ışıl ışıl dili dökülür içerisinden. Her yaşta okurun hazla okuyacağı bir öyküdür, Yıldız Tozu.

Çocuk dünyasının orta yerinden seslenen, çocuk da olsa muhasebesini yapabilen, zor bir durumla karşılaşınca, insan yanından sevdiklerine pay biçebilen, merhamet eden bir çocuktur Kenan’ın abisi, olay onun dilinden aktarılır, bize. Öykü zamanı biz yetişkinlerin çok iyi hatırladığı, yoksulluktan çok, yokluk yıllarıdır. Oyuncağın, bisikletin herkeste olmadığı, olana imrenildiği; Almanya’dan gelen akrabaların göz kamaştırıcı hediyeler getirdiği yıllar. Dayıları küçük Kenan’ın abisine Almanya’dan bir bisiklet getirir.

Çocuk dünyasına daha doğrusu insana dair pek çok şey mevcuttur hikâyede. Kıskançlık, paylaşamamak, merhamet, ölüm ve kaybetme korkusunun karşısında anlamsızlaşan varlık ve hayat… Büyüyüp sosyalleştikçe evcilleştirdiğimiz ama insanın doğasında olan, hep derinlerimizde gömülü duran kıyıcı, zalim yanlarımızdan söz edilir. Bisikletini kıskandığı için Kenan’ın acısını görmezden gelir abisi. Yalnızca Kenan’ı mı, bisikletine imrenerek bakan tüm arkadaşlarını görmezden gelir. Bununla etraftaki çocuklara karşı elde ettiği bir üstünlük vardır. Kenan’ın geçirdiği bir kaza ile yaşadığı tatlı rüyâdan uyanır. Kardeş sevgisinin bütün sevgilerin üzerine çıktığı bir anda tabir caizse sevdiğini, çok sevdiği biri için, sevdiği birine kurban eder.

Bu feda edişle birlikte kayan bir yıldız, ölecek olan bir çocuk, abisinin avuçlarında “Ya Allah! Bismillah” deyince can bulur, Keşiş Dağı’nın yücesindeki yerine yeniden kavuşur. Bu kadar yürekten yapılan bir duanın bir çocuğun ellerinde yıldız tozu gibi bembeyaz izi kalır.
Öykü hepimizin bildiği, anlatabileceği sıradan bir kurgu gibi görünür. Zaten ustalık da buradadır. Herkesin bildiği seslerde dolaşıp kimsenin duymadığı yeni bir beste yapabilmekte. Kutlu, zaten eskilerin sehli mümteni dediği işin üstadı değil midir? Bu çocuk öyküsü de onun tarzına yaraşır güzelliktedir.

Kitabın içerisinde Mustafa Ruhi Şirin’e armağan edilmiş “Uç Selahattin Uç” isimli bir kısa öykü daha yer alır. Önümüze yine bilindik bir motifle gelir. Bir çocuğun parmaklarına konan uğur böceğinden istekleri vardır; gelecekte geçmişte, yakında ve uzaklarda gezinir bu dilekler. Sonunda bir maçı kazanmakta karar kılar. Bir ölüm çocuk dilince nasıl anlatılır? Ölüm nasıl anlatılır bir çocuğa? Yalnızca pişmanlıklara karışan bir uçuş vardır. Selahattin’in sertçe atılan toplara gol yememek için uçuşu ile bütünleşir, çocuk kalbinin dileklerini, gelecek hayallerini kanatlarına yüklenip uçan uğur böceğinin uçuşu. Hüzünle yükselir, suçluluk içerisinde… Uğur böceğinin üzerinde Selahattin’e götürülecek bir selam vardır. Öyle nahif bir biçimde sezdirilir ki olanlar. Ölüm bahsi okuyucuların içini bir rüzgâr gibi yalayıp geçecektir.

Kitabın görselleri öyküye derinlik katacak güzelliktedir, başarılı illüstratör Reza Hemmatirad’in fırçasından çıkmış.

Siz de bir “Yıldız Tozu” bulundurun derim, kitaplığınızın hemen elinize geliverecek bir yerinde. Yediden yetmişe arada kapağını açın, içerisinden yıldız tozu dökülsün.


Yıldız Tozu, Mustafa Kutlu, Erdem Yayınları/ 

Tuba DERE Ayraç Dergisi s. 68