Sevdiğim tüm kitapları günlerce
kalbimde açmış taze bir bahar çiçeği gibi saklar, koklar dururum. Okuma
süresince kitabın içinde yaşar, kahramanlarıyla dost olurum. Öyle kitaplardandı
Haw. Bu yüzden bir süre konuğum oldu
Mikasa. Köpeklerden korktuğum hâlde çok sevdim onu. Bir köpeğin bize seslenişi;
Haw. Onun sayesinde ilk kez, bir
köpeği anlayabilmek için gözlerinin içine baktım.
İçimde güzel bir tat bırakacağından
emin olarak aldım Kemal Varol’un son romanını elime. Neticede şiirlerindeki
çarpıcı güzelliğe ve derinliğe hayran olduğum bir şairin tezgâhında dokunmuştu.
Kitabın ilk sayfasından itibaren yanılmadığımı anladım. Çünkü Varol’un şairliği
kadar güçlü, özenli, içtenlikli bir yazı dili var.
Kitabın kahramanı Mikasa’nın hüzünlü
hikâyesini iki ayrı ağızdan, perspektif değiştirerek iki anlatıcıdan öğreniriz.
Olayları yaşayan, içeriden bir bakışla anlatan dede Mikasa ve olan bitene
dışarıdan bakan, rivayetlerden öğrenen, romanın sonuna kadar kendisi hakkında
hiçbir bilgi edinemediğimiz, sadece sesini işittiğimiz bir de torun. Mikasa geçmişin, torun ise barınaktaki
günlerin yani romanın şimdiki zamanının aktarıcısıdır. Kitabın görünen
zemininde sakat kalmış bir mayın arama köpeğinin hayat hikâyesi yer alsa da
geri planda akan, 90’lı yıllara ait olaylar ve süregelen bir savaş öyküsüdür.
Bu katmanlı öyküleme okuru hem üzerinde konuşmaktan çekinilen konular hakkında
düşünmeye çağırır hem de şiirsel bir aşkın içine. Mikasa’nın Makam Dağı’nın
eteklerinde Arkanya’da açılmış, geçmişin tozuna dumanına bulanmış yarası,
olayları dinleyen roman kahramanları kadar kitabı eline alan okuyucuları da
kalbinden vuracaktır elbette.
Varol, görünen o ki, bıçak sırtı,
“netameli” bir konuyu tarafları incitmeden, acıyı tüm çıplaklığıyla gözler
önüne sererek ifade etmenin çaresini Mikasa üzerinden anlatmakla bulmuştur. Bu
konuda da oldukça başarılıdır. Dünyada ve edebiyatımızda pek çok eserin belli
bölümlerinde bir anlatım tekniği olarak hayvanların, eşyanın konuşturulduğunu görsek
de Haw romanının ana kahramanının bir
köpek olduğu, ana çatıyı fabl bir öykünün oluşturduğu düşünülürse yazarın bu
konuda gerçekten zoru başardığı anlaşılacaktır. Her şeyden önce çok iyi bir
gözlemci olmayı gerektiren bu anlatım, okuyucuyu köpeklerin kendi aralarında bu
cinsten konuşmalar yaptığına inandıracak kadar sahicidir de… Kurgunun içinde
insanlar ve köpekler birbirlerine çok yakınlaşıp benzeşirler. Mesela Köpek
Cengiz Mikasa’nın dilinden anlar. Mikasa efkârlanıp sigara içer, spor toto için
tahmin bile yürütür. Ancak bu tür fantastik ögeler romanın gerçekçi dokusuna
zarar vermez ve hiç de iğreti durmaz. Oldukça zengin bir kişi kadrosunun içinde
askerlerin yaşam öyküleri gibi köpek kahramanların öyküleri ve kişilikleri de
detaylarıyla işlenmiştir. Mikasa’nın çocukluğundan itibaren tanıdığı, Alevli Kalpler Çetesi’nin üyesi olan köpekler;
sevgilisi Melsa, asker köpekler ve hayvan barınağındakiler… Her birinin kendine
ait bir sesi, dili ve söyleyişi vardır.
Yaralandığı ve arka ayakları
koptuğu için getirildiği hayvan barınağında Mikasa öyküsünü diğer köpeklere
anlatırken öğreniriz. Daha çocukken acının içine düşmüş bir köpektir o. Başka
bir adamın eli ona değdi, başka bir tastan süt içti diye anası tarafından terk
edilir. Yalnızlığı ve çaresizliği öğrenir. Heves Amca’nın Muhterem Nur’a olan
aşkından ilham ile kalbinde aşkı idealize etmiştir. Bu ideale yakışır bir
sevgili ararken görüp sever Melsa’yı. Mikasa’yı tanıyana dek hiçbir erkeğe yüz
vermemiştir Melsa. Mikasa’ya “zehir sarısı gözleri”yle bakar, “Güneylilerin
bayramında seninim” diye söz verir, onun kalbini sınar. Yaşanmışlıktan çok,
hayale ve hatıraya yaslanan; ahde vefa gösterilen, acısına tahammül edilen,
değerini bizatihi sevenin kalbinden alan bir aşktır, bu. Güneylilerin partisinin
kahraman köpeğine âşık Mikasa, vuslattan koparılıp atılır ayrılığa. Beklenmedik
bir anda, tutsak gibi askere alınır, “öteki uç”a fırlatılır. Devletin zimmetli
köpeği olur, hayatı artık kendisinin değildir. Bir sokak köpeği olduğu hâlde
Jandarma Köpek Eğitim Merkezi’nde kendisinden Alman kurtlarıyla aynı yetenekleri
sergilemesi beklenir. Başaramadığı içinse ezilir, horlanır, eziyet görür. Melsa
bir sır gibi uzaklarda kalmıştır. Mikasa yaşadığı dünyanın kirliliğinden onun
hatırasına sığınır, hayaliyle avunarak kederini taşır.
Romanda aşkının kahramanıdır
Mikasa, savaşın değil. Hatta birileri tarafından sonunda hain ve suçlu bile
kabul edilir. Esasen onun dünyasında savaşa yer yoktur. Güneylilerle
Kuzeylilerin savaşının içine doğmuştur, taraflardan biri olmadığı hâlde -istemeden-
savaşın ortasında kalır. Bu yüzden mahvolur hayatı. Ölümün ve acının karşısında
haklı ile haksızın birbirine karıştığı bir savaştır yaşanan. Masumdur Mikasa,
gece yarıları isimsiz duasız mezarlara gömülenler, bayraklara sarılıp
ailelerine teslim edilenler, ölüm korkusunun kol gezdiği karakollarda şafak
sayanlar, faili meçhuller kadar masum ve onlar kadar savaşın mağdurudur. Üstelik
bu savaşın içinde birilerinin hayatı kana ve ıstıraba bulanırken birtakım adamlar
sürekli kirli işler peşindedir. Savaşın hesaplarını yapanlar ile bedelini
ödeyenler aynı değildir. Romandaki tüm ayrıntılar kahramanlar kadar savaşın izlerini
taşır. Mikasa savaşa bakan üçüncü gözdür, yazar onunla savaşın sebebini,
anlamını sorgulatır bize. Doğrudan gösterilmeyip ayrıntılarla sezdirilen,
sinema, müzik ve edebiyata göndermelerle beslenen, metnin alt katmanındaki bu
derinlik kederle doludur.
Mikasa’nın tesadüfen askeriyeden kaçıp
özgür kalması kurgunun kırılma noktasıdır. Uzun zaman içerisinde yaşadığı
sistem, onu dışarıdaki hayattan uzaklaştırmış, korkak biri yapmıştır bir kere.
Şehirde tek başına var olmayı beceremez. Her taraf asker doludur. Yakalanıp
cezalandırılmaktan çok korkar. Açlık bezdirici bir etki yaratır üzerinde.
Melsa’yı bulmak konusundaki umutlarını tamamen yitirir. Gözünün önünde bir adam
öldürülür ama o, karnını doyurmanın derdindedir, adamın elindeki ekmeği yer
hatta kanının tadına bakar. Romanın en dramatik vurgusu da buradadır kanaatimce.
Çaresizliğini, çıkmazda olduğunu fark eden; umudunu tamamen yitiren, kaybedecek
bir şeyi kalmayan birinin dönüşümüdür bu. Mikasa’nın askeriyeye dönüşüne sebep
olan çaresizlik, içinde intikam duygusu doğurur. Kıskançlık ve öfke bu savaşın
kötü adamlarına, Turkuvaz’a karşı bileyler onu. Ama ne yaparsa yapsın Melsa
içindir, hatta namus için.
Ağırlıklı olarak bir erkekler
kitabıdır Haw. Kalabalık kişi
kadrosunun büyük bölümü erkektir. Mikasa’nın arkadaşları, askerler, partidekiler
hatta ölenler hep erkek... Bu yüzden kitaba bir erkek bakış açısının hâkim
olduğu, bunun özellikle askerlikten sonraki bölümünde kitabın dilini de
etkilediği söylenebilir. Olaylar ve hatıralar arasında kadınlar ana ve yâr
rolleriyle birer motiften ibaret kalır. Savaşın onlar üzerindeki tesirini
açıkça göremeyiz. Kitaba yer yer mizahi unsurlar da katan, askerliğin kendine
mahsus yaşama bakış biçimi, tuhaflığı; hayvan barınağına bile sirayet eden dili,
küfürleri kadın okurların zaman zaman gözlerini ve kulaklarını kapamasını
gerektirecek cinstendir. Kitabın kahramanlarının işlenişindeki derinlik, aşkın
şiirsel yorumu, Mikasa’nın güzelliği bu kusuru herkesin gözünde örter mi,
bilemem. Sanırım bu husus “edebiyat, gerçeği ne kadar esere taşıyıp yansıtmalı”
tartışması içinde cevabını bulacaktır.
Öykünün neredeyse bize aktarılış
vesilesi sayılabilecek cesur ve fedakâr dişi köpek Adıgüzel, kitabın sonunda,
acısı dillendirilmiş tüm kahramanlar adına en güzel düşü kurar. Bireyin kendi
hayatını dilediği gibi özgürce yaşayabilmesindeki huzuru, çoktan mutluluğu hak
etmiş Mikasa’nın önüne bir gelecek vaadi olarak serer. Oysa Mikasa bu düşe ayak
uyduramayacak kadar yorgundur.
Kitap bitti, Mikasa gitti. Sizi
bilmem ama ben Mikasa’yı çok sevdim. Son satırı okuyup kitabın kapağını
kapadıktan sonra onun gibi uzun uzun susmak istedim. Güneyli bir köpeğin öyküsü
kalbimi acıyla doldurdu, Kuzeyli bir kadın olan ben Haw’ı bağrıma basıp sessizce ağladım.
Haw, Kemal Varol, İletişim Yayıncılık
Tuba DERE Ayraç Dergisi, s.58
Fotoğraf Fatmagül Okutan
Fotoğraf Fatmagül Okutan