#yunusemretozal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#yunusemretozal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ocak 2016 Cuma

Şarkıların Bize Söylediği


Radyo kültürü ile yetişmiş bir kuşağın insanı olmaktan daima gururla bahsederim. Belki bu nedenle çocukluğumdan beri yaşama refakat eden müziği ve ritmi işitirim. Kısa bir süre evvel “şarkılarla yaşamak” konulu bir yazı yazmış, müziğin yaşamı güzelleştirip anlamlı kılan dünyası üzerine ne söylense az diye düşünüp sonunda sözü yine müziğe bırakmıştım. Hayatta herkesin bir şarkısı, her şarkının bir öyküsü var mıdır, bilemem ama… Tevafukun böylesine can kurban. Şarkılarla ilgili anlatacakları olan bir ben değilmişim. Erdem Yayınları on üç yazarı kendi şarkılarını konuşturmak üzere buluşturmuş, “Benim Şarkım” adıyla küçük bir öykü antolojisi yayınlamış. Kitabı görür görmez başkalarının şarkılarına duyduğum merakla alıp okudum.

Kitap hem yaşama bakışı birbirinden farklı kalemleri, hem de tarz ve teknik olarak oldukça farklı öyküleri bir araya getirmiş. Hiçbir öykünün şarkılarla kurduğu bağ da birbirine benzemiyor. Ama bu öykülerin ortak bir yönü var; şarkılarla ilintili bir kurguya sahipler ve bir şarkıya ithaf edilmişler.
İlk öykü Cihan Aktaş’ın “Misafir Odası” bir zamanlar evlerimizde dokunulmazlığı olan bir odanın, tabiri caizse dokunulmazlığını kaldırır. Anlatıcı kahraman, anne ve babasının evlilik yaşamına, gençlik ve ihtiyarlık hatıralarına bir şarkının ışığı altında bakar: Beklenen Şarkı. Hırçın bir adam olan Falih Bey’in gururu örselenmiş eşi Sıdıka Hanım, evliliğinde yaşadığı hüsran ve kederle suskunlaşmış; küskün yüzünü radyoya dönerek şarkılardan bir dünya yaratmıştır. Müzik ve sinema gibi rafine zevkler edinip şarkılara sığınarak yaralarını sarar. Bu sırada filmini sinemada izlediği, incelik ve nezaketine hayran kaldığı Zeki Müren’i de düşlerine kahraman seçmiştir, Paşa’ya hayranlığı aşka benzer. “Beklenen Şarkı, sevgilinin gözlerinin içindeki hayali dert edecek kadar yakından bakmanın şarkısı”dır. Zamanla yaşamın gerçekliği bir dalga gibi gelir, hatıraların izlerini siler, düşle gerçek birbirine karışır; özenilen, üzerine titrenen şeyler önemini kaybeder; misafir odaları gibi…

Bülent Ata’nın “Beyaz Elbise” öyküsünde, yaşamın açtığı boşluğu aşk sayesinde doldurup, acısını dindirmeye çalışan bir genç kızın flashbacklerle çocukluğuna, anne babasının ayrılığına, babasının yaptığı evliliğe dönüşü anlatılır. Beyaz elbise çocuklukta ailece yaşanılan son mutlu günün sembolüdür. Genç kız belki bu nedenle sevdiği delikanlıdan kendisine beyaz elbise almasını ister. Zannederim biz bu öyküyü okurken fonda “hayatı pahasına öğrenenler” için Sting’in hüzünlü şarkısı “shape of my heart” çalmaktadır. Nedense sonunda, gidenler yahut terk edenler hep birbirine benzer.

“Altın Kafes” Fatma Atıcı’ya ait, ayrılıkla neticelenmiş, tutkulu bir aşk öyküsüdür. Anlatıcı kahraman Elif’in Ali’sine şiirsel bir üslupla yazdığı, ilhamını Mecnûn’dan, Galip Dede’den, Pir Sultan’dan alan gönderilmemiş mektupları sayesinde hikâyenin ayrılığa evrilen akışını öğreniriz. Erkan Oğur’un sesinden dinlenmiş “Bülbülüm altın kafeste” türküsü de bu aşkı yaşatan hatıralar arasındadır.  “O zamanlar ayrılığın aşkın nihayeti değil, dibacesi olduğunu bilmiyordum.” diye anlatır, Elif bize; ayrılığın ruhların vuslatı olduğundan söz eder.

Kitabın sayfaları arasında Ahmet Büke’nin Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi’den tanıdığımız sesini de duyarız. Yine su gibi bir öykünün içinde, çocukluğun mahallesinden söz edilir. Bestekâr Rakım Erkutlu da mahallenin büyüklerindendir. Babaanneden, babaya devredilen musikişinaslık, Tatyos Efendi’nin meşhur bestesi “Gamzedeyim deva bulmam” sayesinde bir çocuğun gönlünde de yer eder. Üstelik babanın huzurunda yaşanan bir ilk ile…

Benim Şarkım’da yıllanmış aşk hikâyeleri de bulabilirsiniz. Zeynep Delav’ın “Ölüyorum Kederimden” öyküsü bunlardan biri. Şarkının adı kurguya ilham kaynağı olmuş gibi görünmekte. Hikâyeyi olaylara şahitlik eden, sonunda kahramanı kadar yalnız kalan bir eşyanın dilinden dinleriz. Tüm umutsuzluğuna rağmen yıllarca umutla beslenmiş bir aşkın kırılma noktasına gelişini ve uzun zaman hasretle beklenmiş bir âşığın tükenişini okur, hüzünleniriz.

Sedat Demir’in “Zippo J03”ü elleri ceplerinde ıslık çalarak etrafını izleyen –yazar böyle tarif etmese bile bana öyle geldi- iyi bir gözlemci olan serseri ruhlu, dalgacı bir gencin öyküsüdür. İç sesin konuşmalarını işitiriz. Hiçbir şey umurunda değildir. Kendisiyle alaycı bir dille konuşur, arada kendini hizaya çeker. Etraftan gelen sesleri, şarkıları hasbihâline dâhil eder. Sonunda “Bir ihtimal daha var”da karar kılar. Yoksa yıllar evvel kaybolmuş Zippo, sahibine geri mi dönmüştür?

Esra Demirci’nin “Köşe” öyküsü, bir zamanlar peri kızı kadar güzel olan Gülzade’nin, berbat bir evlilik ve kötü bir olay neticesi bacağını kaybedişini; hayata ve insanlara küsmesini anlatır. İlhan İrem ve onun “Sürgün gibi masallarda” şarkısı genç kızın geçmişte kalan hayallerinin sembolüdür. Yaşama dönüşmeyen hayallerle birlikte Gülzade sesini de içine gömmüş, evinde sürgün gibi bir köşeye çekilmiştir. “Bazı insanların gerçekliği bazı şarkıların gölgesinde kalıyordu. Ne mutlu o şarkılara, vah ki o insanlara…” diyen kahramanın acısı içimizi burkar.

“Mavi Kanepe” öyküsünü Melike Günyüz “Hastayım, yalnızım seni yanımda/Sanıp da bahtiyar ölmek isterim” şarkısından esinlenerek kaleme almış. Öykünün kahramanı yaşlı kadın, kemoterapi hastasıdır. Hastalığının ciddiyetini tedavi günü mavi kanepeye oturup oturmamakla tayin eder. Mavi kanepeye oturmak ölüme yani sevdiklerinden ayrılığa bir adım daha yaklaşmak demektir. Belki ölümün tesellisi de çok sevdiği birinin kollarında gitmekle bulunabilir.

Fatma Akkubak İşler’in “Ya Evde Yoksan”ı, kederini avareliğe vurarak unutmaya çalışan bir kahramanın arayış öyküsüdür. Önce neyin peşine düştüğünü kendisi de bilmez. Ayaklarının hükmü altındadır. Nereye gideceğini onlar tayin eder. ‘Gidip dönmemek, gelip görmemek var’ misali sevdiğini aramaktadır. Arayıp sevdiğini bulamamak da vardır işin ucunda, ardına düştüğü kişiyi bulup da sevdiğini onda bulamamak da… Başımıza gelmesinden korktuklarımız adımlarımızı hep tutuklaştırır. Kahramanımız gelecek, sevdiğinin kapısını çalacaktır da o, “ya evde yoksa”…

“Selma’nın Yükselen Yıldızı” ile Yıldız Ramazanoğlu yeni zamanların insanının, çağın sancılarını geçmişe yaslanıp sığınarak hafifletme çabasını anlatır. Öyküde her şeyi olduğu, her şeye ulaştığı hâlde mutluluğu elde edememiş bir kadının kendilik soruşturması, hayatı gözden geçirmesi dile getirilir. Yaşanılan zamanın yapaylığına, sıkıntıların yarattığı kirliliğe rağmen sığınılacak geçmişin güzelliği Dilhayat Kalfa’nın besteleriyle sahicilik kazanmaktadır. Peki, Dilhayat Kalfa aranılan mutluluğun bir zamanlar sahibi olmuş mudur acaba?

Güray Süngü “Evvel Ahir, Batın Zahir” öyküsünde her zamanki gibi şuur akışı tekniğiyle ironik dilini konuşturur. Kahraman, alışılageldik olanı yadırgayan, her şeye yabancı bir bakışla etrafı gözlemleyerek sevdiğini beklemektedir. Uzunca bir süre hatta yıllarca bekleyen bu kahraman kimdir? İlk insan Adem. Havva’yı, onun çıktığı kaba geri döneceği günü beklemektedir. Öyküde renkler değişimin sembolü olarak devinim hâlindedir; açılır, koyulaşırlar. Dünyayı siyah beyaz ve renkli görmek arasında bir fark vardır, ‘renkler göz alıcıdır ve asıl görmemiz gerekeni görmemize engel olurlar.’ Bu aldanışın sebebi renkler mi yoksa cehalet midir? Öykü bir bakıma “Cahildim, dünyanın rengine kandım” sözünün felsefesini yapar. Yaşamın kıyısında beklemek yani oyundan çekilmek gerçeklik yanılgısını siler. Kıyıda her şey yavaş yavaş siyah beyaza dönüşür, tıpkı köpeklerin gözünde olduğu gibi. İnsan köpekleşince renkleri kaybeder yani iyileşir. Çünkü renkleri görenler renge sahip olanı değil, sahip olduğu rengi gördüklerinden hakikatten bihaberdirler. Dünyadaki kavgalar da renklerden çıkar.

Yunus Emre Tozal’ın kaleme aldığı “Adını Sen Koy” öyküsü on altı yaşındaki bir gencin konfeksiyon atölyesinde çalışarak hayata atılış macerasını anlatır. Atölyede çalışan buruk, kırık insanların kederlerini orada hep beraber Kral FM’den dinledikleri şarkılarla bütünleştiren kahraman, hayatı da şarkılar üzerinden tanır, anlar ve anlamlandırır. Zaten dünya hüzünlü bir yerdir. Cengiz Baba, Orhan Baba, Müslim Baba da böyle söyler.

Kitaptaki en son öykü, Sadık Yemni’ye ait “Şarkımı Geri Aldım”, Şekip Ayhan Özışık’ın “Belki bir sabah geleceksin lâkin” şarkısına ithaf edilmiştir ve yine yıllanmış bir aşk hikâyesini anlatır. Öykü, kahramanın yıllar evvel ihanet gördüğü, kırgın ayrıldığı arkadaşına yazdığı veda mektubudur. Nedim Karatura, kahramanımızın yıllar evvel mektuplaşarak gönül bağı kurduğu Bahar’ı bir şekilde kandırarak evlenmiştir. Bahar’ın güzelliğini, iç ışıltısını, aralarındaki yüksek frekanslı aşkı unutamayan kahraman, hayatın getirdiği güzel bir tesadüf sonucu arkadaşının ve onun eşi olan eski sevgilisinin izini bulur. Ancak mutluluğa fazla zaman yoktur. Bu sırada ölümün ayak sesleri de duyulur. Sonun gelişi hem hasreti dindirecektir, hem de geçmişin hesabı kapanacaktır, perde gibi…


Şarkıların dünyasına ait her şeyi sevmeye hazır olduğum için midir, bilemem, müziğin uçsuz bucaksız çağrışıma açık, hatıralara dönük sıcacık yüzünü öykülerin kurgusal dünyasında görmek hoşuma gitti. Yalnız şunu söylemeden edemeyeceğim: Kitaptaki öykülerin tümü diyemem ama çoğu şarkı sözlerinden ilham alınarak yazılmış yani şiirsellikten, sözden ve onun gücünden kuvvet alarak. Oysa böyle bir kitapta müziğin, şarkıların, sazların sesine de kulak vermeli, Tanpınar’ın ve Yahya Kemal’in öğrettiği gibi sesin bizi ulaştırdığı ufuklarda da gezinmeliydik, kanaatimce. Sesin ruhta yarattığı hazzı yani müziği duymak isterdim. Yine de kitabın çok sesliliğini sevdim. Bazı öyküler oldukça başarılı. Üstelik artık unutulmaya yüz tutmuş şarkılar var burada. İsterseniz, siz de okuyun ve dinleyin. 

Tuba DERE/ Ayraç Dergisi 74.sayısı

Benim Şarkım- Erdem Yayınları 2015