#iletisimyayinlari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#iletisimyayinlari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mayıs 2016 Salı

Bir “Ağıtçı”nın Son Ağıdı




“aşk sende
 heves bende kaldı”
                   K. Varol

Herkesin merak ve heyecanla takip ettiği, ne yazsa okumak istediği yazarlar vardır. Şiirlerine ve etkileyici üslubuna meftun olduğum, Kemal Varol böyle yazarlardandır, benim için. İkinci romanı “Haw”ı, okur okumaz hayranlıkla, aldığı ödülden çok evvel, gönlümde en sevdiğim kitaplar arasına yerleştirmiştim. Yakın zamanda çıkan üçüncü romanı “Ucunda Ölüm Var”ı da aynı merakla elime aldım.

Kederli hikâyeler anlatır hep Kemal Varol. Kitap zaten Ankara Garı faciasının en küçük kurbanı Veysel Atılgan’a ithaf edilmiş. Adından da anlaşılacağı üzere bir ölüler ve ölümler kitabı, “Ucunda Ölüm Var”. Eceli gelip sevdiklerinin yanında, sıcak yatağında huzurla ölenlerin değil; bir gözü açık gidenlerin, gözü arkada kalanların, geride hüzünler, sırlar, gerçekleşmemiş ukdeler, yarım kalmışlıklar bırakanların, susarak ölenlerin hikâyesi, kısaca hevesi kursağında kalanların ağıdı, bu roman.

Varol, kitabında eski inançların ve Alevi-Bektaşi kültürünün uzantısı olan, unutulmaya yüz tutmuş bir gelenekten, “ağıtçılık”tan yola çıkarak yaşlı bir kahraman yaratmış; Ağıtçı Kadın. Yırtık pırtık elbisesi, dövmeleri, aslanağızlı asası, belindeki kurt ve çakal kuyrukları, kara teni, yılların kederle doldurduğu kalbiyle bu masalsı kahraman, ilk sayfadan itibaren okurun kalbini fethediyor. İlk bölümde onunla birlikte Azrail’i beklerken birden ses olup uykulara karışan Heves Ali’nin fısıltısını işitiyoruz: Ses “Ben öldüm, gel bul beni” diyerek kahramanı, ağıdını yakmak üzere yanına çağırıyor. Ağıtçı Kadın’la düş mü gerçek mi olduğunu bilemediğimiz Heves Ali’nin peşine biz de düşüyoruz hatta ara sıra onun gibi Heves Ali’yi sağ salim bulma hayallerine bile kapılabiliriz.

Ağıtçı kadın, elli yıl önce kendisini bırakıp giden sevdiği, saz şairi Heves Ali’sini bulabilme umuduyla doğup büyüdüğü Kırşehir’den çıkmış, uzun zaman diyar diyar gezmiş; köy odalarında, âşık kahvelerinde, dağlarda onu aramış, gördüğü saz âşıklarına sormuş, bir saz âşığının mutlaka yolunun Arguvan’a düşeceğini söyleyen birileri yüzünden sonunda Arguvan’a gelip yerleşmiş. Burada önce ebelik yapmış, sonra cenaze evlerinde yaktığı ağıtlardan aldığı göz silimliği ile geçimini sağlamış, bu onun yaşam biçimi olmuş. Eserde yaşlı kahraman, ölümüne birkaç gün kala yollara düşer. Çünkü rüyada duyduğu ses onu Konya’ya çağırır. Orada aldığı işaretler kadını, emekli bir demiryolu işçisinin evine götürür, yaşlı adamın hikâyesini oğlundan dinleyip ağıdını yakar. Buradan Bursa’ya, Ermeni Artin’in hikâyesine sürüklenir. Onun hikâyesini de kardeşinden (abi mi kardeş mi, burada bir karmaşa var. s.78-80) öğrenir. Neye uğradığını anlayamadan, zorla, İstanbul’a, “Komutan İlteriş” adlı subayın cenazesine götürülür. Oradan da yine rüyalar sebebiyle Erzurum’a, Como Emmi’nin hikâyesine savrulur. Tam evine dönmeye niyet etmişken Arkanya’da, otobüste gördüğü Cemal’in yüzündeki kedere duyduğu merak onu, dağa çıkarak ölen gencecik Ümit’in hikâyesine çeker. Olaylar her şeyin başladığı şehirde, Malatya’nın Arguvan kasabasında son bulur.

Roman, yarım asırlık sevdasının peşine tekrar düşerek şehir şehir dolaşan yaşlı bir kadının öyküsü gibi görünse de anlaşıldığı üzere bu bir çerçeve öyküdür. Ağıtçı Kadın, iyi seçilmiş bir motif. Varol, Haw’da Mikasa’nın hikâyesi içerisine yerleştirdiği meseleleri bu romanında da yaşlı kadının serüvenine katarak anlatmış. Kitabın kurgusunda masalla gerçeği buluşturan yazar, esasen zor bir işe kalkışmış. Ağıtçı Kadın’ın hikâyesine, masalsı özelliğini yok etmeden, mantıksal dokuyu zedelemeden, gerçek yaşam hikâyeleri yerleştirmek ve bunları birbiri içine yedirebilmek oldukça güç görünüyor. Çarpıcı ve yaratıcı kurgusuna, iyi işlenmiş kahramanına rağmen anlatımın, yer yer akışkanlığını ve ritminin kaybetmesinin nedeni bu olsa gerek.

Ağıtçı Kadın’ın dolaştığı şehirler Ankara hariç Tanpınar’ın “beş şehir”idir. Ankara yerine ona ses bakımından çok benzeyen, yazarın diğer romanlarında da söz ettiği Arkanya yer alır. Kitaptaki beş ayrı yaşam öyküsü okuru geçmişe, otuz yıl evvelki olaylara götürür. Hepsi de bir başka aşka adanmış bu beş ömrün hikâyesini -meçhul taraflarıyla- yakınlarının ağzından dinleriz. Hikâyelerin içinde siyasi olaylara, gündeme, yazarın önceki romanları Jar ve Haw’a göndermeler, ironik detaylar ve imalar bulunur. Aslında olması istenilenle olan arasındaki fark, görünenle gerçek arasındaki mesafe ürkütücüdür. İşaret parmağı havada ölen Artin’in hikâyesinde olduğu gibi “gerçek” bakılan yere göre biçim değiştirir. Yazar anlatının bazı yönlerini bile isteye karanlıkta bırakır, çünkü üzerinde düşünmemizi ister.


Romanda Ağıtçı Kadın tren ya da otobüsle seyahat eder. Onunla birlikte Anadolu’nun hüzünlü yol manzaralarına tanıklık ederiz. Bazı hikâyelerde farklı kültürlere ait lezzetlerden ve yemeklerden de söz edilir. Tüm hikâyelerin sonunda Ağıtçı Kadın’ın sesi duyulur. Yollar ve dağlar ıssızlık katar, onun serüvenine. İçine içine haykırır Ağıtçı Kadın, ünler, bağırır: “Heveeeees! Heves Ali…” Yıllar yılı kalbinde biriktirdiği acıları, bir hasret uğruna harcanmış ömrünün ağıdını dile getirir yaşlı kadın, oldukça içlidir; romanın pek çok yerinde yazarın okuma hazzımızı arttıran şairane cümleleri ışıldar durur.

Varol, romanında dünya görüşleri, yaşama biçimleri, ırk, mezhep ve dinleri birbirinden farklı, her biri başka dertlerden muzdarip, sonunda ölümde eşitlenmiş insanları anlatırken tarafsız kalmaya, olaylara tepeden bakmaya çalışmış. Zaten gerçek hayatta aynı zeminde hiçbir zaman bir araya gelmeyecek bu insanlar; devletini seven, ömrünü ona hizmetle geçiren Konya’daki emekli demiryolu işçisi de, İstanbul’da bir suikasta kurban giden, vatansever, Mardin Cezaevi Komutanı Sedat da, halkına başka türlü faydası olabilecekken Diyarbakır’da dağa çıkan zehir gibi akıllı liseli genç Ümit de, hayallerinin peşinde ömrünü heder eden Ermeni Artin de, bir aşk hikâyesinden sonra dağılan, Bingöl koyunu gibi kokan, kötülük timsali eşkıya Como Emmi de işte bu romanda buluşurlar.

Kitapta kahramanlar, hayatlarının son deminde, ölüme yaklaştıkça başkalaşıp yakınlarıyla bir biçimde vedalaşırlar. Hemen hepsinin kıymeti öldüğünde anlaşılır. Ağıtçı Kadın da dünyada bildiği, onu “o” yapan ne varsa hepsinden soyunur. Yıllardır başkalarının olan ama onun tarafından da sahiplenilen onca acı, kalbine yerleşip belini bükmüş, dizlerinde derman bırakmamış, yüzünü buruşturmuş, ellerine lekeler düşürmüş, saçlarını ağartmıştır. Kara elbisesindeki sökükler ve ona bağlanmış her bir çaput ayrı bir hayat hikâyesinin eseridir. Dinlediği çok sayıda hikâyenin yükünü kalbinde taşıyan bu yaşlı kadın, sonunda hepsinin ağırlığından kurtulur, hepsiyle vedalaşır; yeni lastik pabuçlar, güllü entariler giyer, ölüme bir düğüne gider gibi hazırlanır, diline bir türkü gibi mevlidin sözleri dolanır.

Kitabı okudukça sizi bilemem ama ölümün ve ayrılığın başka dertlere benzemeyen kederi usul usul sokuldu, benim kalbime. Bir Ağıtçı Kadın’dan öğrendiklerim kaldı geriye, bir de… “Kendi gitse de hikâyesi kaldı yadigâr”…

Tuba DERE, Ayraç Dergi s.78'de yayınlanmıştır.

Kemal Varol; Ucunda Ölüm Var, İletişim Yayınları


5 Ekim 2015 Pazartesi

Bir Dünya İnsan

“Seni sevip çekildim dedim dünya bu kadar” Süleyman Çobanoğlu

“hepsi bu kadardır: adı yaşamak” Süleyman Çobanoğlu


İnsan zihni bilmediklerine ancak bildiklerinden yola çıkarak kapı açmakta mahirdir. Yeni tanıştığımız insanları bile çok defa eskiden tanıdığımız birilerine benzeterek kabulleniriz, bu sebeple ilk izlenimlerimiz eski deneyimlerin gölgesiyle bulanır. Yazarlar ve kitaplar için de durum farklı değildir, içimizde müstakil kimliklerini zamanla kazanırlar.

Ben Afili Filintalarla tanıdım Mahir Ünsal Eriş’i. Bir grup genç kalemin arasında. Birbirlerini hatırlatan dalgacı bir yanları vardı Filintaların, sevmiştim. Eriş orada, “Geçmişe Mazi Lügatı”na devam edebilseydi kim bilir daha neler yazacaktı? Edebiyat dünyasında ismi ilkin Barış Bıçakçı’ya benzetilerek anıldı. Evet, ikisinin de öykülerinde benzeşen taraflar -Ankara’yı anlatmak gibi- bulunuyordu. Lâkin “hüzünlü mağlupların iyimser yazarı” ikinci öykü kitabı “Olduğu Kadar Güzeldik”le hafızalarda eski tanışların izlerinden sıyrılıverdi ve Sait Faik Hikâye Ödülü’nü aldı. Ardından hemen “Dünya Bu Kadar” yayınlanmasa biz hâlâ o öykülerin içimizde bıraktığı buruk tadı konuşuyor olacaktık. Ödüller, ister istemez yazarından beklentiyi çoğaltır. Bakışlar hızla yeni kitaba çevrildi. Bakalım bu kitap, onun öykücü kimliğine “roman yazarı” sıfatını nasıl eklemişti?

Dünya Bu Kadar’ı elimize alır almaz Âh Muhsin Ünlü’nün mısralarıyla karşılaşırız; “Burası dünya ya hu/Burası bu kadar işte” Neden acaba kitaba bu ad verilmiştir?

Kitaptaki üç bölüm de aynı ifadeyle başlıyor. “Bir ikindi kahvaltısı yapacaklardı. Güneş gelmedi.” Biz Güneş’in kim olduğunu ve kahvaltıya neden gelmediğini merak ededuralım, kendimizi Turan, Güneş(isimlere dikkat), Mükerrem, Deniz ailesinin hikâyesini okurken buluyoruz. Henüz Mükerrem Hanım’ın dantelalı sıcak havasıyla sarıp sarmalanmışken neye uğradığınızı anlamadan, iki-üç sayfa sonra hoop Kore Savaşı’nın ortasına düşüveriyoruz. Binbir Gece Masalı gibi hikâyeden hikâyeye kapı açılan kurguda tabiri caizse kameramanın gözü kime takılırsa orada kalıyor. O sırada anlatılan hikâyedeki esas kahramanının bir yakını oluyor genellikle bu; oğlu, kızı, annesi, babası ya da bir arkadaşı… Ancak kimsenin bir şeyi olmayan, bir önceki vaka içerisinde tesadüfen bulunmuş, kameranın nasıl olup da kendisine takıldığını anlayamayacağımız Şelhum asteğmen, yönetmen Gökhan gibi tipler de çıkıyor, aralarından. Bir önceki hikâyenin ikincil kahramanı bir sonraki hikâyenin ana kahramanı oluveriyor. Bu sayede kitaba kimler konuk olmuyor ki? Kore gazileri, depremzedeler, ikinci kez dünyaya geldiğine inananlar, yetimler, falcılar, pazarlamacılar, işportacılar, göçebeler, eşcinseller, Gezi kahramanları ve mağdurları, politikacılar, tüccarlar yani sayılamayacak kadar çok insan ve olay…

Öykü kitaplarında okurlarını anlatımdaki ustalığıyla mest eden yazar, bu kitabında da(hem de daha oturmuş biçimde) tarzını devam ettirmekte. O, bir kere, sıkı bir vakanüvist. Aramızda yıllarca cebinde bir kamera ile gezmiş, zaman zaman gözüne kestirdiklerine mikrofon uzatmış, ara sıra gizli dedikodulara kulak kesilmiş afacan bir çocuk bakışıyla kaydetmiş nerdeyse eski, yeni her şeyi. Sanırsınız ki ömrü boyunca gittiği yerleri, tanıdığı insanları detaylarıyla not etmiş ya da bir kez kazımış belleğine, bir daha silmemiş. Memleketin son 30-40 yıllık manzarasını, biz orta yaş kuşağının aşinası olduğumuz ayrıntıları, mahallede, çarşı pazarda kurduğumuz ilişkileri ve bunların zamanla nasıl değişim geçirdiğini, toplumdaki sıradan kişileri hatta bizi, bakıp gördüğümüz ama değer vermediğimiz şeyleri kendi gerçeklik ve sadeliğiyle tatlı tatlı anlatıp anlatıyor. Bu sahicilik içerisinde saklı duran komediyi yahut kederi tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor.

Anlatım, kitapta hikâyesi peş peşe sıralanmış kahramanlar üzerinden yürüse de hiçbir karakter ötekine göre öncelik kazanmıyor. Bu nedenle romanın bir ana kahramanı yani esas oğlanı, esas kızı ya da birincil derece kahramanları yok. Bölüm başlarında ismi zikredilen Güneş’i bile sonunda çok az tanıyabiliyoruz. Umutsuz biçimde Bilge’ye âşık olduğundan ve define mağduru edebiyat hocası Turan Bey’in oğlu olmasından başka, hakkında fazlaca bir malumata sahip değiliz. Ne kaç yaşında olduğunu ne hangi işle iştigal ettiğini öğrenebiliyoruz.

Temposu oldukça yüksek bir kitaptır, Dünya Bu Kadar. Yazarının anlatma iştahı, söze nokta koymadan devam edişi insanı soluksuz okumaya sevk ediyor. Bazen tebessüm ettiriyor, bazen hüzünlendiriyor ama lafını balla kestirmiyor. Muhabbetin bolluğundan ötürü, bir türlü başından kalkılamayan bir sofraya dönüşüyor okuma serüveni. Kurgusal yapıyı anlamaya çalışırken ilk bölüm bitiyor. İkinci bölüm de ilkinden farksız. Bu heveskâr anlatıcıya arada “Ya hu abicim azıcık dinlen, soluklan da biz de kim kimdi, neydi bi anlayalım.” demek istiyor insan.

Kurguda bir yerlerde geçmiş hikâyelere, ilginizi çeken tiplere geri dönecek bir manevra beklerseniz, yok. Zamanlar ve şehirler arasında sıçramalar yapılarak devam eden anlatı, sürekli ileri doğru yol alıyor. Sanki herhangi bir şehre gitmeyen, istasyonlarda bile mola vermeyen, hızlı bir trene binmişsiniz. O tren Kore’den İmroz’a, oradan Antakya’ya, Gölcük’ten Ankara’ya uzanan çok geniş bir coğrafyayı kapsayacak uzun bir seyahate çıkarmış sizi. Güzel görüntüler, hoş insanlar gözünüzün önünden akıp gidiyor ama hiçbirine yaklaşamıyorsunuz. Söz gelimi “Hani n’oldu bizim minik Sibel?” diyecek olsanız, beş sayfa öncesinde kaldı ve kendisini bir daha göremeyeceksiniz, hakkında kimse de bir şey bilmeyecek. Kitapta kimseyi yakından tanıma şansınız olmayacak. Hiçbiri bir roman karakteri olarak derinleştirilmemiş çünkü. Yanınızda çoğu kez bir olaylık kalıyorlar, sonrasında bir daha göremiyor, akıbetlerinden de haberdar olamıyorsunuz. Oysa kendi adıma Nuri, Bahtışen, Rehber Koço gibi bazı renkli simaları yakından tanımak, bir müddet ahbaplık etmek isterdim.

Romanın ilk bölümünde detayların hepsinin temel bir kurguya hizmet edeceğini düşünerek, ilişkileri kavrayabilmek için kendimce notlar alsam da bir süre sonra vazgeçtim. Kurgudaki tüm ayrıntıların birbirinden bu ayrıksı duruşu bir zaman sonra bütünlük duygusunu kaybetmenize neden oluyor. Peş peşe, sürekli yeni biriyle karşılaştığınız için bir süre sonra akıntıya bırakıyorsunuz kendini. Yazar hikâyeler arasındaki hızlı geçişi öyle ustaca yapıyor ki, okurken kopukluk hissetmiyorsunuz. Kalabalıktan başınız dönüyor, gürültüden kulaklarınız uğulduyor ama neye uğradığınızı da anlayamıyorsunuz. Her şeye rağmen bence yazarın, bir kaba boca eder gibi hikâyesini anlattığı, saçılmış tespit taneleri gibi birbirinden uzak görünen bunca zevatı nerede, hangi olayda, nasıl toplayacağı, sözü döndürüp dolaştırıp nereye getireceği merakı, kitaba duyulan ilgiyi diri tutuyor.
Romanda ortalıkta dedikodusu dolanan, birkaç kişinin de başını derde sokan bir define haritası meselesi var. Kitabın son bölümünde bu konu etrafında evvelden kendisiyle tanıştığımız bazı kahramanlar, mesela Figen ile kızı Bilge, Figen’in abisi Fikret, Güneş ile babası Turan Bey, rehber Koço ve politikacı-tüccar İbrahim Hilmi Bey yeniden karşımıza çıkarlar. Ancak ikinci kez sahneye teşrif eden bu kişiler baştan beri bir motif gibi süregelen define meselesine açıklık getirmek, sona kavuşturmak yerine, yeni bir macera eklemekle yetinirler. Hani kitap devam ettirilse - ki kurgu buna çok müsait- söz konusu define mevzusundan daha ne hikâyeler çıkar, kim bilir?

Bildiğimiz romanlardan değildir Dünya Bu kadar. Kitap biter ama “son”a ermez. İçerisindeki hikâye yahut olaylar da genellikle bir sonla neticelenmez. Yalnızca yenisi ortaya çıkınca eskisi, deyim yerindeyse, gündemden düşer. Kurguda ana omurgayı teşkil edecek temel bir olay örgüsü olmadığı için düğümler de bulunmaz. Üzerinde başka türlü çalışılsa her biri müstakil birer öykü olabilecek, birkaç kitaplık öykü ve kahraman var Dünya Bu Kadar’da (Bu nedenle kitap bende biraz, elden çıkarmakta acele edildiği için heba olmuş bir sermaye izlenimi uyandırdı.). İlginçtir ki bazı kahramanların hikâyesi hatta bazı bölümler kitaptan atılsa kurguda herhangi bir sarsılma olmayacak. Böyle bir öyküleme tekniği, metnin kısaltılabilir ya da uzayabilir nitelikte oluşu, belki e-kitap formatında, yeni tekniklerle yayınlanmasına imkân sağlayabilir.

Günümüz edebiyatında artık türleri ayırt edici, kesin çizgilerin bulunmadığını kabullenmek gerek. Bir eseri tüm kitaplarla aynı ölçütlere tabi tutup değerlendirmek zaten yanlış olur. Her romandan ille de organik bir bütünlük beklenemez. Bu gün modern edebiyat ve sinemada olayların paralel evrenlerde aktığı, ama birbirine hiç ilişmediği kurgular görmekteyiz. Ancak bu hikâyelerin çoğu, bazı detaylarla birbirine bağlanır yahut ortak alt metin, mesajlar en azından motifler sayesinde aralarında ilgi kurulur ve senkronizasyon sağlanır. Kitapta Gölcük depremi gibi büyük bir olay yahut elden ele gezen define haritası, başka başka kızların sırtında gördüğümüz beyaz hırka gibi motif yahut figürler bana göre, pekâlâ bu türden bir ilişki için kullanılabilirdi. Kurgunun, içerisindeki çok parçalı örüntüyü bütünleştirecek bağlantılardan yoksun oluşu, Dünya Bu Kadar’ın en zayıf yönüdür ve kitabın güzelliğine bir parça gölge düşürmektedir, kanaatimce.

Hasan Ali Toptaş “yazılan her romanın, roman sanatını yeniden tanımlayışı”ndan söz eder. Bazı kitapların yazarına asi gelip kendi yolunu çizdiğinden bahsedilir. Dünya Bu Kadar da “böyle olabildiği” için mi yoksa “yazarı öyle istediği için” mi, kısa öykülerden iç içe geçmiş halkalar gibi sarmal bir yapı tasarlanarak yazılmıştır, bilinmez. Eriş, yeni bir teknik denemiş, neticede. Romanın öyküleme tekniği, roman olup olmadığı, başarısı zaman içerisinde teorisyenler tarafından sorgulanacaktır. Bu tarz kuramsal tartışmalara girebilecek yetkinlikte olmadığımı, kitap hakkında yalnızca okuma deneyimime dayanan öznel tespitler yaptığımı özellikle belirteyim.

Bir kitapta olmayanı aramak yerine olanların tadına varmalı. Oldukça zengin, gözleme dayanan, hoş anlatımı; öykülere kazandırılmış derinliği, sayısız kahramanı ile bu kitabı seveceksiniz. Hem zaten romanın, hayatın geçiciliğini vurgulayıp anlamını sorgulayan, her şeyi izah edecek, bunca kalabalığı altında toplayacak bir çatısı var: Adı… “Dünya Bu Kadar”.

Dünya Bu Kadar/ Mahir Ünsal ERİŞ
İletişim Yayınları

Tuba DERE / Ayraç Dergisi Sayı 71

13 Ağustos 2015 Perşembe

"Haw" Hakkında yahut Mikasa için Bir Şeyler Söylemek



Sevdiğim tüm kitapları günlerce kalbimde açmış taze bir bahar çiçeği gibi saklar, koklar dururum. Okuma süresince kitabın içinde yaşar, kahramanlarıyla dost olurum. Öyle kitaplardandı Haw. Bu yüzden bir süre konuğum oldu Mikasa. Köpeklerden korktuğum hâlde çok sevdim onu. Bir köpeğin bize seslenişi; Haw. Onun sayesinde ilk kez, bir köpeği anlayabilmek için gözlerinin içine baktım.

İçimde güzel bir tat bırakacağından emin olarak aldım Kemal Varol’un son romanını elime. Neticede şiirlerindeki çarpıcı güzelliğe ve derinliğe hayran olduğum bir şairin tezgâhında dokunmuştu. Kitabın ilk sayfasından itibaren yanılmadığımı anladım. Çünkü Varol’un şairliği kadar güçlü, özenli, içtenlikli bir yazı dili var.

Kitabın kahramanı Mikasa’nın hüzünlü hikâyesini iki ayrı ağızdan, perspektif değiştirerek iki anlatıcıdan öğreniriz. Olayları yaşayan, içeriden bir bakışla anlatan dede Mikasa ve olan bitene dışarıdan bakan, rivayetlerden öğrenen, romanın sonuna kadar kendisi hakkında hiçbir bilgi edinemediğimiz, sadece sesini işittiğimiz bir de torun.  Mikasa geçmişin, torun ise barınaktaki günlerin yani romanın şimdiki zamanının aktarıcısıdır. Kitabın görünen zemininde sakat kalmış bir mayın arama köpeğinin hayat hikâyesi yer alsa da geri planda akan, 90’lı yıllara ait olaylar ve süregelen bir savaş öyküsüdür. Bu katmanlı öyküleme okuru hem üzerinde konuşmaktan çekinilen konular hakkında düşünmeye çağırır hem de şiirsel bir aşkın içine. Mikasa’nın Makam Dağı’nın eteklerinde Arkanya’da açılmış, geçmişin tozuna dumanına bulanmış yarası, olayları dinleyen roman kahramanları kadar kitabı eline alan okuyucuları da kalbinden vuracaktır elbette.

Varol, görünen o ki, bıçak sırtı, “netameli” bir konuyu tarafları incitmeden, acıyı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererek ifade etmenin çaresini Mikasa üzerinden anlatmakla bulmuştur. Bu konuda da oldukça başarılıdır. Dünyada ve edebiyatımızda pek çok eserin belli bölümlerinde bir anlatım tekniği olarak hayvanların, eşyanın konuşturulduğunu görsek de Haw romanının ana kahramanının bir köpek olduğu, ana çatıyı fabl bir öykünün oluşturduğu düşünülürse yazarın bu konuda gerçekten zoru başardığı anlaşılacaktır. Her şeyden önce çok iyi bir gözlemci olmayı gerektiren bu anlatım, okuyucuyu köpeklerin kendi aralarında bu cinsten konuşmalar yaptığına inandıracak kadar sahicidir de… Kurgunun içinde insanlar ve köpekler birbirlerine çok yakınlaşıp benzeşirler. Mesela Köpek Cengiz Mikasa’nın dilinden anlar. Mikasa efkârlanıp sigara içer, spor toto için tahmin bile yürütür. Ancak bu tür fantastik ögeler romanın gerçekçi dokusuna zarar vermez ve hiç de iğreti durmaz. Oldukça zengin bir kişi kadrosunun içinde askerlerin yaşam öyküleri gibi köpek kahramanların öyküleri ve kişilikleri de detaylarıyla işlenmiştir. Mikasa’nın çocukluğundan itibaren tanıdığı,  Alevli Kalpler Çetesi’nin üyesi olan köpekler; sevgilisi Melsa, asker köpekler ve hayvan barınağındakiler… Her birinin kendine ait bir sesi, dili ve söyleyişi vardır.

Yaralandığı ve arka ayakları koptuğu için getirildiği hayvan barınağında Mikasa öyküsünü diğer köpeklere anlatırken öğreniriz. Daha çocukken acının içine düşmüş bir köpektir o. Başka bir adamın eli ona değdi, başka bir tastan süt içti diye anası tarafından terk edilir. Yalnızlığı ve çaresizliği öğrenir. Heves Amca’nın Muhterem Nur’a olan aşkından ilham ile kalbinde aşkı idealize etmiştir. Bu ideale yakışır bir sevgili ararken görüp sever Melsa’yı. Mikasa’yı tanıyana dek hiçbir erkeğe yüz vermemiştir Melsa. Mikasa’ya “zehir sarısı gözleri”yle bakar, “Güneylilerin bayramında seninim” diye söz verir, onun kalbini sınar. Yaşanmışlıktan çok, hayale ve hatıraya yaslanan; ahde vefa gösterilen, acısına tahammül edilen, değerini bizatihi sevenin kalbinden alan bir aşktır, bu. Güneylilerin partisinin kahraman köpeğine âşık Mikasa, vuslattan koparılıp atılır ayrılığa. Beklenmedik bir anda, tutsak gibi askere alınır, “öteki uç”a fırlatılır. Devletin zimmetli köpeği olur, hayatı artık kendisinin değildir. Bir sokak köpeği olduğu hâlde Jandarma Köpek Eğitim Merkezi’nde kendisinden Alman kurtlarıyla aynı yetenekleri sergilemesi beklenir. Başaramadığı içinse ezilir, horlanır, eziyet görür. Melsa bir sır gibi uzaklarda kalmıştır. Mikasa yaşadığı dünyanın kirliliğinden onun hatırasına sığınır, hayaliyle avunarak kederini taşır.

Romanda aşkının kahramanıdır Mikasa, savaşın değil. Hatta birileri tarafından sonunda hain ve suçlu bile kabul edilir. Esasen onun dünyasında savaşa yer yoktur. Güneylilerle Kuzeylilerin savaşının içine doğmuştur, taraflardan biri olmadığı hâlde -istemeden- savaşın ortasında kalır. Bu yüzden mahvolur hayatı. Ölümün ve acının karşısında haklı ile haksızın birbirine karıştığı bir savaştır yaşanan. Masumdur Mikasa, gece yarıları isimsiz duasız mezarlara gömülenler, bayraklara sarılıp ailelerine teslim edilenler, ölüm korkusunun kol gezdiği karakollarda şafak sayanlar, faili meçhuller kadar masum ve onlar kadar savaşın mağdurudur. Üstelik bu savaşın içinde birilerinin hayatı kana ve ıstıraba bulanırken birtakım adamlar sürekli kirli işler peşindedir. Savaşın hesaplarını yapanlar ile bedelini ödeyenler aynı değildir. Romandaki tüm ayrıntılar kahramanlar kadar savaşın izlerini taşır. Mikasa savaşa bakan üçüncü gözdür, yazar onunla savaşın sebebini, anlamını sorgulatır bize. Doğrudan gösterilmeyip ayrıntılarla sezdirilen, sinema, müzik ve edebiyata göndermelerle beslenen, metnin alt katmanındaki bu derinlik kederle doludur.

Mikasa’nın tesadüfen askeriyeden kaçıp özgür kalması kurgunun kırılma noktasıdır. Uzun zaman içerisinde yaşadığı sistem, onu dışarıdaki hayattan uzaklaştırmış, korkak biri yapmıştır bir kere. Şehirde tek başına var olmayı beceremez. Her taraf asker doludur. Yakalanıp cezalandırılmaktan çok korkar. Açlık bezdirici bir etki yaratır üzerinde. Melsa’yı bulmak konusundaki umutlarını tamamen yitirir. Gözünün önünde bir adam öldürülür ama o, karnını doyurmanın derdindedir, adamın elindeki ekmeği yer hatta kanının tadına bakar. Romanın en dramatik vurgusu da buradadır kanaatimce. Çaresizliğini, çıkmazda olduğunu fark eden; umudunu tamamen yitiren, kaybedecek bir şeyi kalmayan birinin dönüşümüdür bu. Mikasa’nın askeriyeye dönüşüne sebep olan çaresizlik, içinde intikam duygusu doğurur. Kıskançlık ve öfke bu savaşın kötü adamlarına, Turkuvaz’a karşı bileyler onu. Ama ne yaparsa yapsın Melsa içindir, hatta namus için.

Ağırlıklı olarak bir erkekler kitabıdır Haw. Kalabalık kişi kadrosunun büyük bölümü erkektir. Mikasa’nın arkadaşları, askerler, partidekiler hatta ölenler hep erkek... Bu yüzden kitaba bir erkek bakış açısının hâkim olduğu, bunun özellikle askerlikten sonraki bölümünde kitabın dilini de etkilediği söylenebilir. Olaylar ve hatıralar arasında kadınlar ana ve yâr rolleriyle birer motiften ibaret kalır. Savaşın onlar üzerindeki tesirini açıkça göremeyiz. Kitaba yer yer mizahi unsurlar da katan, askerliğin kendine mahsus yaşama bakış biçimi, tuhaflığı; hayvan barınağına bile sirayet eden dili, küfürleri kadın okurların zaman zaman gözlerini ve kulaklarını kapamasını gerektirecek cinstendir. Kitabın kahramanlarının işlenişindeki derinlik, aşkın şiirsel yorumu, Mikasa’nın güzelliği bu kusuru herkesin gözünde örter mi, bilemem. Sanırım bu husus “edebiyat, gerçeği ne kadar esere taşıyıp yansıtmalı” tartışması içinde cevabını bulacaktır.

Öykünün neredeyse bize aktarılış vesilesi sayılabilecek cesur ve fedakâr dişi köpek Adıgüzel, kitabın sonunda, acısı dillendirilmiş tüm kahramanlar adına en güzel düşü kurar. Bireyin kendi hayatını dilediği gibi özgürce yaşayabilmesindeki huzuru, çoktan mutluluğu hak etmiş Mikasa’nın önüne bir gelecek vaadi olarak serer. Oysa Mikasa bu düşe ayak uyduramayacak kadar yorgundur.

Kitap bitti, Mikasa gitti. Sizi bilmem ama ben Mikasa’yı çok sevdim. Son satırı okuyup kitabın kapağını kapadıktan sonra onun gibi uzun uzun susmak istedim. Güneyli bir köpeğin öyküsü kalbimi acıyla doldurdu, Kuzeyli bir kadın olan ben Haw’ı bağrıma basıp sessizce ağladım.

Haw, Kemal Varol, İletişim Yayıncılık

Tuba DERE Ayraç Dergisi, s.58

Fotoğraf Fatmagül Okutan