#dedaluskitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#dedaluskitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2016 Çarşamba

Küçük Paris’e Bir Öksürük Şurubu





Triportörü bilir misiniz, hani şu kitabın kapağında resmi olan? Ben bilirim, çocukluğuma rastlar. Tüpçüler, sütçüler filan kullanırdı. Patırtılarla, tekleyerek çalışırdı, öksürür gibi. Ay, bulaşıcı mı bu acaba? Ne? Anlatıcının dili ya da anlatma hastalığı. Bana da mı bulaştı yoksa? Böyle bölük pörçük cümlelerle yazıya girince. İçime kurt düştü.

Sedat Demir ‘in kitabından söz ettiğim yazının başlığından anlaşılmıştır. Son yıllarda gördüğüm en güzel kapak görseli, kitabı görür görmez zaten bizi okumaya davet ediyor. Yazarın içimizde derin meraklar uyandıran ithafını saymıyorum bile. Şifahi Efendi’den(Kim ola bu Şifahi Efendi?) alıntı,  eski şark metinlerine benzeyen mukaddimenin, bir de anlatıcı girizgâhının ardından öyküleri okumaya başlıyorsunuz. Kitap müstakil gibi duran ancak birbirine görünmez bağlarla, ayrıntılarla bağlı üç öyküden oluşuyor. Bir öyküyü bitirmeden elinizden bırakıp soluklanmanız zor. Bu nedenle okumaya tedarikli oturun. Ben kitabı bir bardak su gibi üç yudumda içtim.

Bu kitapta hiçbir şey alıştığımız gibi değil. Öykülerin başlığını bile olması gereken yerde bulamayacaksınız. Her birinin başında öykü hakkında kısaca malumat edinilecek bir takdim kısmı yer alıyor. Okurken önce kitabın atmosferine alışmak, ayrıca çok dikkatli olmak gerekiyor. Öyküler teknik olarak başladığı noktaya geri dönen, çember biçimli hatta helezonik bir planla kurulmuş. Kurguyu besleyen oldukça zengin bir sinema, müzik, edebiyat ve mitoloji birikimi var. Hiç de yabana atılmayacak bir de mutfak kültürü… Sundukları tatlarla başımızı döndürüyorlar. İlk kitaplar daima sahihtir, yazarını ele verir. Öykülerin derinliğine bakınca bunun bir “ilk kitap” olduğuna inanmak güç olsa da Küçük Paris’in öykülerini okurken satır aralarındaki gözeneklerden dikkatlice bakarsanız tanımak istediğiniz yazarını da görebilirsiniz. Çünkü kitaptaki anlatıcıların sesi, bazen bizi şaşkına çevirip sonra ettikleriyle eğlenen yazarın sesine çok benziyor.

Kurgu, çağrışımı çok güçlü metafor ve imgelere dayandırılmış. Triportör, balkon, yara izi, kumrular, balıklar, mezeler, kambur bunlardan birkaçı.  Anlatımın başından itibaren bir bataklık mevzusudur,  gidiyor. Bu öyle bir bataklık ki hem anlatıcıları hem de okurları tatlı bir sarhoşlukla içine çekiyor. Kitapta tıpkı bir mazmun gibi kurgu içerisine saklanmış motifler de bulunuyor. İthafın bize verdiği ipuçlarından birinin, Chavela Vargas’ın izini sürerseniz ‘girizgâh’ olarak tanımladığım bölümde bazı detaylar yakalayabilirsiniz(Vargas denilince Frida’yı hatırlamamak mümkün değil, yalnızca Vargas değil kitaptaki bazı işaretler de bize Frida’yı çağrıştıracak). Sarı Dede ile Maryam’ın efsanevi hikâyesi –ki bu, bataklıkla ilgili temel anlatı-  Meksikalıların “Ağlayan Kadın” efsanesi ile “Saba Melikesi Belkıs” hikâyesine bir gönderme. Son öykünün kahramanı, bir zamanların güzel şarkıcısı Suzan’ın macerasında da “Ağlayan Kadın”ı hatırlatan ayrıntılar gizli. Saba Melikesi Belkıs başka yerlerde de çağrışımlarla önümüze geliyor, mesela ikinci öykünün kahramanı Nurperi’nin asıl adı Belkıs; ilk öykünün sonuna doğru da birinin “Makeda” diye seslendiğini duyuyoruz.

Kitabın temel kurgusu, neredeyse ölüm tarafından bile bir müddet unutulmuş, üç geçmiş zaman kadınının -Sadberk, Nurperi ve Suzan’ın- macerası etrafında örülmüş, bir mahalle hikâyesidir. İstanbul’un çok renkli,  çok sesli; tarihi, mutfağı, kültürü ile oldum olası zengin, dizilere, filmlere, kitaplara konu edilmiş semti Samatya yani zamanının “Küçük Paris” i öykülerin mekânı oluyor. Deresi, bataklığı, İkiyüzlü Çeşme Sokağı, İstasyon Gazinosu, Merhaba Caddesi en çok da eski Ermeni ve Rum evleriyle, anlatılan yaşamlara tanıklık edip geçmiş zamanın tozuna bulanmıştır, Küçük Paris. Kitapta sürekli kimlik ve el değiştiren hatta kaybolan anlatıcıların arasına, uğuldayan sokakları, dişil özellikleri, titrek sesiyle pekâlâ Samatya da karışabilir, çünkü yaşlı kadınlar hep öksürerek ve kesik kesik konuşurlar.

Sadberk, Nurperi ve Suzan, üçü de aslında iyi koşullarda yaşamış güzel hatta ‘çapkınca’ kadınlardır (Bu arada belirtelim, bir erkek yazarın kadın kahramanların dilinden bu kadar başarıyla konuşması pek takdire şayandır).Hayatın cilveleri zengin yoksul, güzel çirkin ayrımı yapmaz ve keder herkese eşit uzaklıktadır, bu üç kadının hikâyesi de buruktur. Hayatlarına karışan, yanlarında, yakınlarında bulunan kişiler de hikâyeleriyle onların acısına acı katarlar. En çok da nefes alabilmek için sığındıkları ama hiçbir zaman gerçek olamamış düşlerin bataklığında boğulurlar.

Kitabın içinde dört görsel yer almış. Bunlardan ilki “Triportörlü Hikâye”nin başında ve Aragon’un “Kibar Semtler” romanına ait. Diğeri, bir sayfa sonra, metnin kurgu taslak çizimine benziyor. Bu çizim okurun öyküyü kavramasına kılavuzluk edebilir. İlk öykü, kahramanı Sadberk’in adı gibi çok katmanlı, kitapta kendisini takip eden iki öyküden daha kompleks bir yapıya sahip. Sadberk bir iştahla, kendisinin, Mevlüt’ün, Ayla’nın, yıllardır birbirini arayan ama kör bir nokta yüzünden kavuşamayan âşıkların hikâyesini anlatıyor. Bu arada kahramanlar alıp başını gidiyor, kurgu öyle dallanıp saçılıyor ki iskeleti görmek güçleşiyor. Aslında okuyacaklarımızın, okuduklarımızı aydınlatacağı fikri bu karmaşada merakımızı tetikliyor. Bu öykü üslup bakımından da diğerlerinden biraz farklı. Şuur akışının yoğunlaştığı bölümlerde iç içe geçmiş, parçalanmış cümleler anlamı ve grameri zorluyor.

İkinci öykünün başında bulunan “Rüzgâr Gibi Geçti” filminin afişi kitaptaki bir diğer görsel. Öykü bir apartmanın beşinci katından atlamaya hazırlanan bir gencin düşünceleriyle başlıyor. Kurgu ilerledikçe gencin amacının intihar olmadığını anlıyoruz. Evvela uçmayı öğrenmiş bu delikanlı, şimdi konmaya yani dünyaya dönmeye çalışıyor. Ona kanatlanıp uçmayı öğretense masmavi gözleri olan, kendi güzel ama bahtı kara, ihtiyar bir kadın, Nurperi, kahramanın çocukluk aşkı. Filmlerin hayal dünyasına getirdiği zenginlikle yaşayan bu kadın, hayattan, yaşayamadıklarının intikamını film izleyerek alıyor. Kahramana da küçük bir çocukken ‘ondaki manayı terbiye edecek’ olan sinemanın, müziğin, aşkın ve rüyaların kapısını aralıyor. Lâkin düşlerin lezzeti zehirlidir, uçmak güzelse de konmak zor ve acı vericidir.

Kitaptaki son görsel, üçüncü öykünün başında yer alan bir gazino afişi. Küçük Paris’in bir zamanlar meşhur gazinolarında sahne almış güzel şarkıcı Suzan Dilber’e ait. Bir suçun bedelini yaşamıyla ödemiş, dahası acılarını ömür boyu taşımaktan yorulmuş, çirkince bir kamburdur artık Suzan. Hâlâ okuma yazma bilmiyor, ağzı bozuk, huysuz bir ihtiyar, yapayalnız yaşıyor. Üstelik kimsenin göremediği bir çocuk –Asım- tarafından takip ediliyor. Doğdu mu Asım, hiç var oldu mu bilinmez, ama Suzan’a sürekli hatırlatıyor, hatırlamaması gerekenleri. Suzan’sa hep acı çekiyor.

Bitiriyoruz, son sayfa. Üslubu şiirsel olmasa da bu öyküler; filmler, kitaplar, şarkılar sayesinde metafor, imge ve çağrışımları ile şiir lezzeti bırakıyor ruhumuzda. Yazarından daha ne güzel kitaplar gelecek kim bilir? Son sayfayı da okudunuz mu? Artık karakterleri az çok tanıdınız, olayları anladınız. Az çok mu? Evet… Şimdi dönün en başa, dönün, dönün üşenmeyin. Kaçırdığınız dehlizler, fark etmediğiniz ayrıntılar var. Damağınızda kalan bu tat devam edecek. Bir bardak çay daha doldurun. Konuşan ses size çok tanıdık gelecek, artık dilini çözdünüz. Kim? Aramızda sır. Hangisi kurmaca ne kadarı gerçek, siz karar verin.


“Bir de her şey anlatılmaz, hikâye sessizlikte demlenir. Boşluklarda.” (s.16)

Sedat DEMİR, Küçük Paris Fena Öksürüyor, Dedalus Kitap, Ocak 2016

Kitabı, Chavela Vargas dinlemeden okumak olmaz.

Tuba DERE, Ayraç Dergisi, s.76'da yayınlanmıştır.




11 Şubat 2016 Perşembe

Geleceğin Öyküsüne Atılan İmza: Günümüz Öyküsü

Son yıllarda tüm sektörlerde olduğu gibi yayıncılıkta da reklamcılığın ve satış dinamiklerinin rüzgârı artık bir tüketici/alıcı olarak görülen okurun zihnini bulandırmakta, nitelikli edebiyat eserine ulaşmayı güçleştirmektedir. Ayrıca yayıncılık sektöründeki elektronikleşme; sosyal medyanın ve internetin okur alışkanlıklarını değiştirmesi gibi nedenler de ister istemez edebi eserleri, türleri, onları birbirinden ayıran sınırları, biçim ve imkânlarını etkilemiş, giderek daha karmaşık hâle getirmiştir. Söz gelimi zaman içerisinde, okurlar tarafından pek sevilen, haşmetli “roman” türünün karşısında “öykü”nün ne şekilde ayakta kalabileceği hususu ayrı bir merak ve tartışma konusu hâline gelmiştir.  

Hepimiz biliriz ki şimdiki zamanın/ânın gerçekliği akışkan ve değişkendir. Büyük resmin görülebilmesi için, hakkında değerlendirme yapılacak şeyden biraz uzaklaşmak, onun soğuyup donmasını beklemek ve etkilerini izlenmek gerekir, kısacası üzerinden zaman geçmelidir. Esasen tarihin öngördüğü bir kemikleşme süreci vardır. Yakın geçmişle ilgili araştırma ve çalışmalar, tarih yazarlığına büyük katkıda bulunursa da genellikle ihata edici değildir, kendilerine ihtiyatla yaklaşılır. Söz konusu durum edebiyat tarihi için de geçerlidir. Yakın dönem edebiyatı ile ilgili çalışmalar, sürecin dinamiklerinin tesiri altındadır, bu nedenle nesnelliğin yakalanması ve kuşatıcılığın gerçekleşmesi zordur. İşte tam da burada münekkidin kıymeti ortaya çıkar. Günümüzde oldukça değişken bir yapıya sahip olan edebiyat dünyasında, bazı iyi kalemlerin hak ettiği değeri bulmadan, zamanın sularına karışıp gitmesi işten bile değildir. Okuru nitelikli esere ulaştırabilecek, edebi sahaya hakim, birikimi sağlam, okuduğunun pahasını biçebilen eleştirmenlerin kılavuzluğu burada değer kazanır. Başka bir deyişle nitelikli eser veren edebiyatçıları görünür kılacak olan da, onları geleceğe taşıyacak olan da eleştirmenlerdir.

Öykülerin Dünyasında Seyahat


Okumayı ‘yaşamı kıyısından seyretmek’, seyahati ise ‘müşahedeye dayalı bilgi ve deneyim edinmek’ kabul ettiğimden “çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” sorusunu, hep “çok gezen bilir” diye cevaplardım. Ancak bugünlerde bu düşüncemi değiştirecek bir kitapla karşılaştığımı söylesem herhâlde mübalağa etmiş olmam. Son yıllarda öykü üzerine yazdığı “Modern Öykü Kuramı”, “Öykümüzün Kırk Kapısı” ve “Doğu’nun Hikâye Kuramı”  gibi kuramsal çalışmaları ile dikkati çeken, öykü yazarı ve eleştirmen Necip Tosun, mihenk taşı kitaplarına bir yenisini daha ekledi;  “Günümüz Öyküsü” kısa zaman önce raflarda yerini aldı. Bugün herkesçe kabul görecektir ki, özellikle edebiyatta öykücülük konusu gündeme geldiğinde düşünce ve değerlendirmeleri dikkate alınacak yazarlar içerisinde liste başı isimlerden biridir,  Necip Tosun.

Tosun, bundan önceki kitaplarında gelenekten yola çıkarak hikâye anlatıcılığından öykü yazarlığına evrilen serüvenimizi irdelemiş; teorik yaklaşımlarla şiir, deneme, roman arasında kendisine bir yer açmaya çalışan öykünün köklerine inmiş, ayrıca beslendiği kaynakları da araştırmıştı. Bu yeni çalışmasıyla ise öykümüzün filizlenip yeşeren dal uçlarına dokunmakta. Kitabın, ilk yazısının 2004 yılında Cemil Kavukçu’nun öykücülük serüveni üzerine kaleme alındığı düşünülürse ne denli uzun bir yolculuğun eseri olduğu anlaşılacaktır. 10 yıl kadar süren bu uzun yolculukta Tosun, edebiyatımızda keşfe çıkmış; yaşama karşı duruşları, düşünüşleri, estetik zevkleri birbirinden farklı 50 öykücünün kitaplarına ve dünyasına tek tek konuk olmuş. Kitaplardaki öykülerin ayrı ayrı kapısını aralamış, içlerine girip bakmış, gizlerine ışık tutmuş, kurgusal yapısını, zaman ve mekânını ana hatlarıyla tespite çalışmış; kahramanlarıyla tanışmış hatta oturup onlarla sohbet etmiş, meselelerini anlamak için çaba göstermiştir. Böyle bir çalışmayı hazırlayan uzun soluklu ve etkin okuma deneyimi de pekala kitaplar arasında bir seyahat sayılabilir, kanaatimce.

Necip Tosun, Günümüz Öyküsü’nü hazırlarken, kitap için seçki oluşturmanın güçlüğünü yaşamış olmalı. Sözü edilen öykücülerin tümü edebiyat dünyasında dil, üslup, öyküleme tekniği bakımından yer edinmiş, öykülerinin sanatsal değeri kabul görmüş isimler. Ayrıca öykücüler seçilip değerlendirilirken edebiyat akım ve ekolleri, kanonları esas alınmamış, yazarlar arasında hiçbir ideolojik ayrım gözetilmemiş. Analizler, okur öznelliği ve romantizmi taşımıyor. Oldukça nesnel bir tavır, tarafsız ve iyimser bir bakışla her öykücünün nevi şahsına münhasır öykü dünyası keşfe çıkılmış, etraflıca incelenmiş. Tosun, bu değerlendirmelerinde önceki kitaplarında oluşturduğu terminolojik ve kavramsal zemin üzerine bir yapı inşa etmiş (Burada özelikle öykü üzerinde çalışmak, düşünmek isteyenlerin o kitapları da okuması gerektiğini salık verelim.). Bir başka deyişle daha önceki çalışmalarda belirlenen ve sözü edilen kuramsal yaklaşımlar, bu defa sahaya inilip uygulamalı olarak ele alınmıştır. Eserde, 80’lerden bugüne kısaca öykü maceramızı ve kitabın hazırlanış sürecini anlatan sunuş kısmı oldukça kıymetli, elimizdeki bu geniş çaplı çalışma sonucunda ulaşılan bilgiler, ana hatlarıyla burada özetleniyor. Son yıllarda çok sesli ve renkli olan öykü dünyamızın tema, konu, üslup, biçim gibi temel özelliklerine de bu bölümde değiniliyor. Öyküleme tekniği, dil ve üslup bakımından benzer tarzları benimseyen yazarlardan; aynı tema ve konuları işleyen yazarların ise meselelere yaklaşımındaki ayrışma ve ortaklıklardan söz edilerek son dönem öykücülüğümüz irdeleniyor.

Günümüz Öyküsü’nde çalışmanın alt yapısı oluşturan okuma serüveni ve emek gerçekten göz kamaştırıcıdır (Bu arada okunmuş ama kitapta yer verilmemiş eserlerin olabileceğini de düşünürsek bu yekun daha da artar.).Değerlendirmelerde 50 öykücünün neredeyse tek tek bütün eserlerinden bahisler yer almakta. Metinlerde öncelikle genel anlamda öykücünün “öykü evreni” inceleniyor, öykülerin yaslandığı kavramsal ve tematik yapı gözden geçiriliyor, öyküleme teknikleri, kurgunun ana hatları, çatısı ve kurulumu, zaman, mekân, kişi kadrosu seçimleri, karakter analizleri, dil ve üslup özellikleri ayrıca öykülerin güçlü ve zayıf yönleri üzerinde duruluyor, öykücünün çağdaşı yazarlar arasındaki yeri belirlenmeye çalışılıyor. Bu temel analizlerden sonra yazarın ayrı ayrı öykü kitaplarına temas ediliyor, zaman içerisinde kendini tekrara düşmeler, eserleri arasındaki benzeşmeler yahut kaleminin geçirdiği değişimler de gözler önüne seriliyor.

Günümüz Öyküsü kendisine okuma listesi oluşturmak isteyen kitap kurtlarından tutun da bilimsel çalışma yapacak akademisyenlere kadar farklı düzeylerdeki pek çok okura hitap edecektir. Ayrıca bu tarz çalışmaların ağır akademik dilini taşımadığı için, herkes tarafından kolayca ve ilgiyle okunabilecek türden bir eser. Kitapta okuma lezzetini arttıracak, altı çizilecek pek çok cümle var, bunlar yalnızca bahse konu olan öykücü ile ilgili değil; aralarında hayata, edebiyata, sosyal yaşama dair tespitler ve felsefik çıkarımlar da bulunuyor. Bu eser, yoğun bir okuma çalışmasına dayandığı için okura son 35 yılda öykücülüğümüzün konu, tema, düşünce ve biçim bakımından geçirdiği değişim ve dönüşümleri panoramik olarak görme imkânı sağlayacak, kuşatıcı bir kitap. Yakın dönemin canlı ve akışkan edebiyatını somutlaştırma hususunda da oldukça başarılı. Bu kitabıyla Necip Tosun, bugün artık yazardan yazara değişkenlik gösteren, tanımı, biçimi ve sınırları tartışılabilir olan “öykü” türünün altını çizmiş; günümüzde başarılı örneklerini işaret ederek varlığını ve kudretini kanıtlamış; gelecekte de güçlü kalemlerden çıkan eserlerin hep olacağı ümidini kalbimize ekmiştir. 

Dünya edebiyatındaki akım ve ekollerin, modernizm ve post modernizmin, yaşadığımız toplumsal ve siyasal olayların öykümüzdeki yansımalarını kitabın değerlendirmeleri içerisinde bulmak mümkün. Bu sebeple eserdeki analizler yalnızca edebiyat bakımından değil, sosyolojik açıdan da değer ifade edecektir. Kitap, içerisinde yer alan yazarlardan başlayıp tüm öykü yazarlarına ayna tutacak, kendi öykücülük serüvenlerini görebilme şansı tanıyacak niteliktedir. Öyküye yeni başlayan yazarlar için de ipuçları veren bir kılavuz sayılabilir. Metin odaklı yaklaşım, analizci bakış, öykülerin kurgusal iskeleti çıkarma, bu iskeletin her öykücüye göre değişen detaylarını görme ve gösterme gibi eleştirmenliğin püf noktası sayılabilecek incelikleri ve öte yandan da tarafsızlığı barındırdığı için günümüz edebiyat eleştirisinin güzel bir örneği olan Günümüz Öyküsü, yeni kuşak münekkitlere de yol gösterici bir başucu kitabı olacaktır.


Günümüz Öyküsü’ne kendi adıma teşekkür borçluyum, öncelikle bana (itiraf etmeliyim ki)henüz hiçbir kitabını okumadığım yeni öykücülerle tanışma imkânı verdi. Öykümüzün geleceği ile ilgili yüreğime soğuk sular serpti. Eserlerini okuduğum yazarlar hakkında da derli toplu bilgiye ulaşmamı sağladığı için daima elimin altında, kitaplığımın görünür bir köşesinde olacak. 

Tuba DERE, Ayraç Dergisi s.75

Günümüz Öyküsü, Necip Tosun, Dedalus Kitap, 2015