#dünyabukadar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#dünyabukadar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2015 Pazartesi

Bir Dünya İnsan

“Seni sevip çekildim dedim dünya bu kadar” Süleyman Çobanoğlu

“hepsi bu kadardır: adı yaşamak” Süleyman Çobanoğlu


İnsan zihni bilmediklerine ancak bildiklerinden yola çıkarak kapı açmakta mahirdir. Yeni tanıştığımız insanları bile çok defa eskiden tanıdığımız birilerine benzeterek kabulleniriz, bu sebeple ilk izlenimlerimiz eski deneyimlerin gölgesiyle bulanır. Yazarlar ve kitaplar için de durum farklı değildir, içimizde müstakil kimliklerini zamanla kazanırlar.

Ben Afili Filintalarla tanıdım Mahir Ünsal Eriş’i. Bir grup genç kalemin arasında. Birbirlerini hatırlatan dalgacı bir yanları vardı Filintaların, sevmiştim. Eriş orada, “Geçmişe Mazi Lügatı”na devam edebilseydi kim bilir daha neler yazacaktı? Edebiyat dünyasında ismi ilkin Barış Bıçakçı’ya benzetilerek anıldı. Evet, ikisinin de öykülerinde benzeşen taraflar -Ankara’yı anlatmak gibi- bulunuyordu. Lâkin “hüzünlü mağlupların iyimser yazarı” ikinci öykü kitabı “Olduğu Kadar Güzeldik”le hafızalarda eski tanışların izlerinden sıyrılıverdi ve Sait Faik Hikâye Ödülü’nü aldı. Ardından hemen “Dünya Bu Kadar” yayınlanmasa biz hâlâ o öykülerin içimizde bıraktığı buruk tadı konuşuyor olacaktık. Ödüller, ister istemez yazarından beklentiyi çoğaltır. Bakışlar hızla yeni kitaba çevrildi. Bakalım bu kitap, onun öykücü kimliğine “roman yazarı” sıfatını nasıl eklemişti?

Dünya Bu Kadar’ı elimize alır almaz Âh Muhsin Ünlü’nün mısralarıyla karşılaşırız; “Burası dünya ya hu/Burası bu kadar işte” Neden acaba kitaba bu ad verilmiştir?

Kitaptaki üç bölüm de aynı ifadeyle başlıyor. “Bir ikindi kahvaltısı yapacaklardı. Güneş gelmedi.” Biz Güneş’in kim olduğunu ve kahvaltıya neden gelmediğini merak ededuralım, kendimizi Turan, Güneş(isimlere dikkat), Mükerrem, Deniz ailesinin hikâyesini okurken buluyoruz. Henüz Mükerrem Hanım’ın dantelalı sıcak havasıyla sarıp sarmalanmışken neye uğradığınızı anlamadan, iki-üç sayfa sonra hoop Kore Savaşı’nın ortasına düşüveriyoruz. Binbir Gece Masalı gibi hikâyeden hikâyeye kapı açılan kurguda tabiri caizse kameramanın gözü kime takılırsa orada kalıyor. O sırada anlatılan hikâyedeki esas kahramanının bir yakını oluyor genellikle bu; oğlu, kızı, annesi, babası ya da bir arkadaşı… Ancak kimsenin bir şeyi olmayan, bir önceki vaka içerisinde tesadüfen bulunmuş, kameranın nasıl olup da kendisine takıldığını anlayamayacağımız Şelhum asteğmen, yönetmen Gökhan gibi tipler de çıkıyor, aralarından. Bir önceki hikâyenin ikincil kahramanı bir sonraki hikâyenin ana kahramanı oluveriyor. Bu sayede kitaba kimler konuk olmuyor ki? Kore gazileri, depremzedeler, ikinci kez dünyaya geldiğine inananlar, yetimler, falcılar, pazarlamacılar, işportacılar, göçebeler, eşcinseller, Gezi kahramanları ve mağdurları, politikacılar, tüccarlar yani sayılamayacak kadar çok insan ve olay…

Öykü kitaplarında okurlarını anlatımdaki ustalığıyla mest eden yazar, bu kitabında da(hem de daha oturmuş biçimde) tarzını devam ettirmekte. O, bir kere, sıkı bir vakanüvist. Aramızda yıllarca cebinde bir kamera ile gezmiş, zaman zaman gözüne kestirdiklerine mikrofon uzatmış, ara sıra gizli dedikodulara kulak kesilmiş afacan bir çocuk bakışıyla kaydetmiş nerdeyse eski, yeni her şeyi. Sanırsınız ki ömrü boyunca gittiği yerleri, tanıdığı insanları detaylarıyla not etmiş ya da bir kez kazımış belleğine, bir daha silmemiş. Memleketin son 30-40 yıllık manzarasını, biz orta yaş kuşağının aşinası olduğumuz ayrıntıları, mahallede, çarşı pazarda kurduğumuz ilişkileri ve bunların zamanla nasıl değişim geçirdiğini, toplumdaki sıradan kişileri hatta bizi, bakıp gördüğümüz ama değer vermediğimiz şeyleri kendi gerçeklik ve sadeliğiyle tatlı tatlı anlatıp anlatıyor. Bu sahicilik içerisinde saklı duran komediyi yahut kederi tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor.

Anlatım, kitapta hikâyesi peş peşe sıralanmış kahramanlar üzerinden yürüse de hiçbir karakter ötekine göre öncelik kazanmıyor. Bu nedenle romanın bir ana kahramanı yani esas oğlanı, esas kızı ya da birincil derece kahramanları yok. Bölüm başlarında ismi zikredilen Güneş’i bile sonunda çok az tanıyabiliyoruz. Umutsuz biçimde Bilge’ye âşık olduğundan ve define mağduru edebiyat hocası Turan Bey’in oğlu olmasından başka, hakkında fazlaca bir malumata sahip değiliz. Ne kaç yaşında olduğunu ne hangi işle iştigal ettiğini öğrenebiliyoruz.

Temposu oldukça yüksek bir kitaptır, Dünya Bu Kadar. Yazarının anlatma iştahı, söze nokta koymadan devam edişi insanı soluksuz okumaya sevk ediyor. Bazen tebessüm ettiriyor, bazen hüzünlendiriyor ama lafını balla kestirmiyor. Muhabbetin bolluğundan ötürü, bir türlü başından kalkılamayan bir sofraya dönüşüyor okuma serüveni. Kurgusal yapıyı anlamaya çalışırken ilk bölüm bitiyor. İkinci bölüm de ilkinden farksız. Bu heveskâr anlatıcıya arada “Ya hu abicim azıcık dinlen, soluklan da biz de kim kimdi, neydi bi anlayalım.” demek istiyor insan.

Kurguda bir yerlerde geçmiş hikâyelere, ilginizi çeken tiplere geri dönecek bir manevra beklerseniz, yok. Zamanlar ve şehirler arasında sıçramalar yapılarak devam eden anlatı, sürekli ileri doğru yol alıyor. Sanki herhangi bir şehre gitmeyen, istasyonlarda bile mola vermeyen, hızlı bir trene binmişsiniz. O tren Kore’den İmroz’a, oradan Antakya’ya, Gölcük’ten Ankara’ya uzanan çok geniş bir coğrafyayı kapsayacak uzun bir seyahate çıkarmış sizi. Güzel görüntüler, hoş insanlar gözünüzün önünden akıp gidiyor ama hiçbirine yaklaşamıyorsunuz. Söz gelimi “Hani n’oldu bizim minik Sibel?” diyecek olsanız, beş sayfa öncesinde kaldı ve kendisini bir daha göremeyeceksiniz, hakkında kimse de bir şey bilmeyecek. Kitapta kimseyi yakından tanıma şansınız olmayacak. Hiçbiri bir roman karakteri olarak derinleştirilmemiş çünkü. Yanınızda çoğu kez bir olaylık kalıyorlar, sonrasında bir daha göremiyor, akıbetlerinden de haberdar olamıyorsunuz. Oysa kendi adıma Nuri, Bahtışen, Rehber Koço gibi bazı renkli simaları yakından tanımak, bir müddet ahbaplık etmek isterdim.

Romanın ilk bölümünde detayların hepsinin temel bir kurguya hizmet edeceğini düşünerek, ilişkileri kavrayabilmek için kendimce notlar alsam da bir süre sonra vazgeçtim. Kurgudaki tüm ayrıntıların birbirinden bu ayrıksı duruşu bir zaman sonra bütünlük duygusunu kaybetmenize neden oluyor. Peş peşe, sürekli yeni biriyle karşılaştığınız için bir süre sonra akıntıya bırakıyorsunuz kendini. Yazar hikâyeler arasındaki hızlı geçişi öyle ustaca yapıyor ki, okurken kopukluk hissetmiyorsunuz. Kalabalıktan başınız dönüyor, gürültüden kulaklarınız uğulduyor ama neye uğradığınızı da anlayamıyorsunuz. Her şeye rağmen bence yazarın, bir kaba boca eder gibi hikâyesini anlattığı, saçılmış tespit taneleri gibi birbirinden uzak görünen bunca zevatı nerede, hangi olayda, nasıl toplayacağı, sözü döndürüp dolaştırıp nereye getireceği merakı, kitaba duyulan ilgiyi diri tutuyor.
Romanda ortalıkta dedikodusu dolanan, birkaç kişinin de başını derde sokan bir define haritası meselesi var. Kitabın son bölümünde bu konu etrafında evvelden kendisiyle tanıştığımız bazı kahramanlar, mesela Figen ile kızı Bilge, Figen’in abisi Fikret, Güneş ile babası Turan Bey, rehber Koço ve politikacı-tüccar İbrahim Hilmi Bey yeniden karşımıza çıkarlar. Ancak ikinci kez sahneye teşrif eden bu kişiler baştan beri bir motif gibi süregelen define meselesine açıklık getirmek, sona kavuşturmak yerine, yeni bir macera eklemekle yetinirler. Hani kitap devam ettirilse - ki kurgu buna çok müsait- söz konusu define mevzusundan daha ne hikâyeler çıkar, kim bilir?

Bildiğimiz romanlardan değildir Dünya Bu kadar. Kitap biter ama “son”a ermez. İçerisindeki hikâye yahut olaylar da genellikle bir sonla neticelenmez. Yalnızca yenisi ortaya çıkınca eskisi, deyim yerindeyse, gündemden düşer. Kurguda ana omurgayı teşkil edecek temel bir olay örgüsü olmadığı için düğümler de bulunmaz. Üzerinde başka türlü çalışılsa her biri müstakil birer öykü olabilecek, birkaç kitaplık öykü ve kahraman var Dünya Bu Kadar’da (Bu nedenle kitap bende biraz, elden çıkarmakta acele edildiği için heba olmuş bir sermaye izlenimi uyandırdı.). İlginçtir ki bazı kahramanların hikâyesi hatta bazı bölümler kitaptan atılsa kurguda herhangi bir sarsılma olmayacak. Böyle bir öyküleme tekniği, metnin kısaltılabilir ya da uzayabilir nitelikte oluşu, belki e-kitap formatında, yeni tekniklerle yayınlanmasına imkân sağlayabilir.

Günümüz edebiyatında artık türleri ayırt edici, kesin çizgilerin bulunmadığını kabullenmek gerek. Bir eseri tüm kitaplarla aynı ölçütlere tabi tutup değerlendirmek zaten yanlış olur. Her romandan ille de organik bir bütünlük beklenemez. Bu gün modern edebiyat ve sinemada olayların paralel evrenlerde aktığı, ama birbirine hiç ilişmediği kurgular görmekteyiz. Ancak bu hikâyelerin çoğu, bazı detaylarla birbirine bağlanır yahut ortak alt metin, mesajlar en azından motifler sayesinde aralarında ilgi kurulur ve senkronizasyon sağlanır. Kitapta Gölcük depremi gibi büyük bir olay yahut elden ele gezen define haritası, başka başka kızların sırtında gördüğümüz beyaz hırka gibi motif yahut figürler bana göre, pekâlâ bu türden bir ilişki için kullanılabilirdi. Kurgunun, içerisindeki çok parçalı örüntüyü bütünleştirecek bağlantılardan yoksun oluşu, Dünya Bu Kadar’ın en zayıf yönüdür ve kitabın güzelliğine bir parça gölge düşürmektedir, kanaatimce.

Hasan Ali Toptaş “yazılan her romanın, roman sanatını yeniden tanımlayışı”ndan söz eder. Bazı kitapların yazarına asi gelip kendi yolunu çizdiğinden bahsedilir. Dünya Bu Kadar da “böyle olabildiği” için mi yoksa “yazarı öyle istediği için” mi, kısa öykülerden iç içe geçmiş halkalar gibi sarmal bir yapı tasarlanarak yazılmıştır, bilinmez. Eriş, yeni bir teknik denemiş, neticede. Romanın öyküleme tekniği, roman olup olmadığı, başarısı zaman içerisinde teorisyenler tarafından sorgulanacaktır. Bu tarz kuramsal tartışmalara girebilecek yetkinlikte olmadığımı, kitap hakkında yalnızca okuma deneyimime dayanan öznel tespitler yaptığımı özellikle belirteyim.

Bir kitapta olmayanı aramak yerine olanların tadına varmalı. Oldukça zengin, gözleme dayanan, hoş anlatımı; öykülere kazandırılmış derinliği, sayısız kahramanı ile bu kitabı seveceksiniz. Hem zaten romanın, hayatın geçiciliğini vurgulayıp anlamını sorgulayan, her şeyi izah edecek, bunca kalabalığı altında toplayacak bir çatısı var: Adı… “Dünya Bu Kadar”.

Dünya Bu Kadar/ Mahir Ünsal ERİŞ
İletişim Yayınları

Tuba DERE / Ayraç Dergisi Sayı 71