#günışığıkitaplığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
#günışığıkitaplığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ekim 2017 Salı

Çocukları Büyüten Bir Çalışma Kampı

Bir iki gün sıradan yaşamınızdan çıkıp güzel bir çalışma kampına konuk olmaya ne dersiniz? Gençlik yıllarını benim gibi böyle kampların hayaliyle süslemiş biriyseniz işte size bulunmaz fırsat. Ama siz onu şu sıcak yaz günlerinde bir bardak limonata niyetine, içinizi ferahlatmak için de okuyabilirsiniz. Elinize alınca bırakamayacağınızı peşinen söyleyeyim. Zira bu kitabı sadece okumuyor, film gibi izliyor hatta yaşıyor insan.

Daha evvel atölye çalışmalarıyla ve çocuk kitaplarıyla tanıdığımız Füsun Çetinel, bu defa bir gençlik romanıyla okurlarının karşısına çıkıyor. “Duvarda 3 Hafta” kısa bir süre önce Günışığı Kitaplığı’ndan yayınlandı. İyi bir anlatıcı olan Çetinel, yazdıklarını merakla okutuyor. Akıcı üslubunun yanı sıra iyi oluşturulmuş karakterleriyle, hitap ettiği yaş grubunun dilini ve yaşama bakışını kavrayış gücüyle de başarılı bir kitap, Duvarda 3 Hafta.

Romanda bir çalışma kampında geçen olayları kahramanın ağzından dinliyoruz. Melisa, tatilde, arkadaşları Ceren ve Mısra’yla Amerika’daki yaz okuluna annesinin aniden işten çıkartılması yüzünden gidemiyor. Bunun yerine ailesinin yönlendirmesiyle –Melisa’ya göre annesinin zoruyla- Almanya’da bir çalışma kampına gitmek zorunda kalıyor. Henüz yolun başında peş peşe olumsuzlarla karşılaşan Melisa, aksiliklerle dolu yolculuğunu tamamlayıp kampa ulaştığında telefonun çekmediği, internetin olmadığı bu yerde hiçbir şeyin istediği ve beklediği gibi olmadığını görüyor. Çalışma grubunun lideri Fernando (İspanyol), farklı ülkelerden gelen Diana (Meksikalı), Engrique, Claudia (İspanyol), Vera (Belaruslu), Saşa, Oleh (Ukraynalı), Rina (Koreli), Raphaelle, Jonathan (Fransız) ve Melisa’ya yapacakları işi anlatıyor. Melisa hiç tanımadığı gençlerle üç hafta bu kampta, hiç de konforlu olmayan koşullarda kalacak, üstüne üslük tarihî bir duvarı yıkıp yerine yenisini örmek gibi oldukça ağır bir işte çalışacak. Ayrıca çalışma arkadaşları arasında, hiç hoşlanmadığı, Vera gibi felaket bir kız da bulunuyor. Melisa ilk hafta, başının sıkıştığı durumlarda sürekli Los Angeles’taki arkadaşlarını düşünüp, onu buraya getiren şartları hatırlayarak kamptan ayrılma hayalleri kursa da haftanın sonunda yavaş yavaş grup arkadaşlarını tanıyor ve ortama alışıyor.

Grupta herkesin kampta olmak için farklı sebepleri var. Kimi burs kimi iş istiyor. Mesela Fernando grup liderliğinde başarılı olursa Almanya’da sürekli bir iş bulabilecek. Zaten iyi bir lider olan bu çocuk, çok da sabırlı. Grupta dengeleri iyi koruyor ve çıkabilecek sorunları önceden hesap etmekle kalmayıp gençlerin psikolojisini ustaca kontrol ediyor, kampı onlar için eğlenceli hâle getiriyor. Kendine mahsus özellikleri olan ilginç biri Jonathan. Raphaelle tam bir bilge, Vera ise tam bir baş belası. Oleh ve Şasa’nın maddi koşulları iyi olmayan ailelerden geldikleri belli. Diana çok güzel dans ediyor. Zamanla Melisa ön yargılarından kurtuluyor, arkadaşlarını ve kampı sevmeye başlıyor. Onu buraya bağlayan bir aşk da ortaya çıkınca kamp güzelleşiyor.

Çocuklar kampta, hayatlarında hiç görmedikleri bir işle uğraşıyorlar. Taşları sökerken, taşırken, kırarken ve yerleştirirken zorlansalar da bu işi gerçekleştirebilmek için verdikleri mücadele onları yaptıkları işe bağlıyor. Çalışırken zorlandıkları yerde ekskavatörlü Lukas ve Bay Traub yetişiyor. Gruba yardıma gelen yetişkinler de oldukça çalışkan ve disiplinliler. Taş evlerin restorasyonunda, kilise mozaiklerinin yenilenmesinde çalışan bir taş ustası Bay Traub. Hem neşeli, şakacı bir adam hem de çocuklar için muhteşem bir öğretmen. Onlara taş yontmanın inceliklerini öğretiyor.

İkinci hafta ‘bu kadar günü geçirebildiğime göre devamını da getirebilirim’ diye düşünüyor Melisa. Farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen grup arkadaşlarını gözlemlerken bir yandan da yaşamını ve ailesini sorguluyor, kendini eleştiriyor. Her şeyin alıştığından ve şimdiye kadar ona öğretildiğinden farklı olduğunu görüyor. Yalnız kalma korkusuyla bugüne kadar Ceren ve Mısra’nın isteklerine sürekli boyun eğmiş aslında. Oysa bu kampta artık o, anne ve babasının prenses kızı değil. Burada toz toprağın içerisinde çalışıp geceleri bir matın üzerinde, uyku tulumunun içerisinde uyuyor, soğuk suyla duş alıyor, ne bulduysa onu yiyor. Ama Melisa da diğerleri gibi çok mutlu. Üstelik burada olanları arkadaşlarına ve ailesine anlatsa da anlamayacaklarını, hiçbirindeki güzelliği fark edemeyeceklerini biliyor. Yaşadıkları asla ‘parayla ölçülebilecek şeyler’ de değil.

Aslında herkes için yeni deneyimlerle dolu bu kamp. Duygu ve düşüncelerini aralarında özgürce ifade edebiliyorlar. Hepsi kendi doğallığında davrandığı hâlde kimse birbirini yargılanmıyor. Demek ki kurallar ve olmazsa olmazlar tarafından kuşatılmadan sahici biri olabiliyor insan. Melisa da sonunda dert ettiği şeyleri önemsememeyi öğrenip rahatlıyor. Burada farklılıklara rağmen aynı ortamı barış içinde paylaşma, dayanışma ve ortak iş yapma bilinci kazanıyor. Grup ruhunun yanı sıra bir grupta birey olmanın güzelliğini hissediyor. En önemlisi de özgürlük... Kampta bir şeyi yapmak ya da yapmamak için anne babasından izin alması gerekmiyor, her şeye kendisi karar veriyor. Üstelik ilk defa, yıllardan beri tanıdığını hissettiği, kusurlarıyla benimsediği onu da öyle sevip benimseyen gerçek bir erkek arkadaşı oluyor. İlk geldikleri günler kaçış yolları arayan Melisa, son günler kamptan ve Şasa’dan ayrılacağı için çok üzülüyor.

Romanda yazar, gençler arasında yaşanan duygusallığın ve aşkın sınırlarını da iyi çizmiş bence. Melisa’nın utangaçlığını, kendi kendine “neden ben onlar kadar rahat olamıyorum” diye sorgulamalarını dile getirirken bu davranışların altında yatan kültürel kodları işaret etmiş ve üzerinde düşünülmesini sağlamış.

Kararlarını alabilen, başının çaresine bakabilen özgür bireyler yetiştirdiğimizi sanırken bile çocuklarımızı hep kanatlarımızın altında tutmak istiyoruz. Bu kitapta, daha önce kalıpların ve kuralların içerisine sıkışıp kaldığını, bu yüzden kendi olamadığını çalışma kampı sayesinde keşfederek büyüyen bir Melisa var. Bunu fark eden yalnızca o mu? Sahi, biz yetişkinler ne kadar özgürüz? Tahmin ediyorum, kitabı okuyan herkes az çok kendini bu konuda sorgulayıp payına düşeni alacak. Öyleyse önceden öğrendiklerimizi yıkıp tıpkı kampta olduğu gibi aynı taşlarla yeni duvarlar inşa etme zamanı… Bu, çok da zor olmasa gerek.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.94'te yayınlanmıştır.

Füsun Çetinel, Duvarda 3 Hafta, Günışığı Kitaplığı

25 Temmuz 2017 Salı

Çatıdan Dünya’ya Açılan Kapı

Bir yazar düşünün hep okumak istediğiniz kitaplar yazıyor. Mümkün mü? Benim gibi Behiç Ak hayranıysanız, mümkün. Onun kitaplarının hangisini elinize alırsanız alın, daha kapağını açar açmaz, nefis bir dille ve çocukluğa ait, çekim gücü yüksek tatlarla karşılaşırsınız. Hiçbirinin yaş aralığı yoktur. Karikatürist ve yönetmen kimlikleriyle de tanıyoruz Behiç Ak’ı. Kitaplarını kendi resimliyor. Çocuk dünyasının sırlarına vakıf, yazarak çizerek oyun oynayan, üretken -aynı zamanda bol ödüllü- gerçek bir sanatkâr o. Bize bildiğimiz, gözlemlediğimiz, bir parçası olduğumuz hayatı anlatıyor hep ama kendine özgü üslubuyla, ince ayar esprileriyle ve kendince dokunuşlarla, harika kurgular yaratıveriyor. Bu nedenle dizinin dibine oturup “Bu iş nasıl oluyor, hele bir anlatın.” demek istediğim yazarlardan Behiç Ak.

Sevgili yazarımız, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son çocuk romanı Çatıdaki Gezegen’de okurlarını yüksek katlı apartmanların ve gökdelenlerin çatı katından yeryüzüne bakmaya çağırıyor. Sokaklarda oyun oynamayı, özgürce gezip dolaşmayı bilmeyen çocukların mahkum edildikleri yaşamdan bir nevi kaçış planı bu kitap. Her şeyin farkında olan, yetişkinlerin dünyasına, alışkanlıklarına direnen, yaşama başka renkler katan çocuklar var yine içinde. Kitabın kahramanı Serdar, modern dünyanın apartmanlarda yaşayan “paket çocuklar”ından. Hiçbir suç işlemediği hâlde sokağa çıkma yasağı ile cezalandırılmış, toprağa neredeyse hiç ayak basmıyor, gün yüzü görmüyor. Hayatında bilgisayar oyunları, sosyal medya, hayali ve sanal arkadaşlıklar var; gerçek ilişkiler yok. Her yere arabayla götürülüyor ama bu, Serdar’ın istediği bir şey değil. Anne ve babası onu böyle koruduğuna inanıyor.

Can sıkıntısından patladığı ve pazar temizliği işkencesinden kaçtığı bir gün komşularının kızı -çatıdaki adı Cerenimo olan- Ceren’le yaşadıkları evin çatı katına çıkıyor Serdar. Çatı katı ona hiç tanımadığı ama içine girince çok seveceği büyülü bir dünyanın kapılarını aralıyor. Hele terasa çıkınca şehrin ve Boğaz’ın ayaklarının altında halı gibi serildiğini görüyor. Herhangi bir yere yetişmek telaşı yaşanmayan, zamanın başka türlü geçtiği, hikâyesi olan bir yer çatı. Aşağıda olmayan, internet öncesi döneme ait şeyler, apartman sakinlerinin sokağa atmaya kıyamadığı ama kurtulmak istedikleri eşyalar, ‘özgür uçan tavuk’lar -Mançalı Asilzade Donkişot bile- hep orada. Kaptan Ahab’a öykünerek seyir defteri tutan eski bir apartman sakininin hatıra defterini bulmak, o vakte kadar ancak kısaltılmış biçimini okuduğu kitapların orijinallerine rastlamak ve şiirler okumak Serdar’ın hayatını değiştiriyor. Çatıdaki kitaplar sayesinde roman kahramanlarıyla yeniden tanışıyor. Don Kişot’a hayran kalıp bir süre onu taklit edince başı biraz derde giriyor. Çatının Serdar’ın hayatına getirdiği yenilikler bitecek gibi değil. Eski şapkalar giyip okula gitmek, kaybolanlar listesi tutmak ve sayı perhizi yapmak bunlardan birkaçı.

Bu gizemli dünyanın içinde Ceronimo ve Serdar yalnız da değil üstelik, onlar gibi çatıdaki gezegeni keşfedip müdavimi olmuş, yüzlerini görüp tanımadıkları ama işaretler alarak farklı yöntemlerle haberleştikleri, toplantılar yapıp kararlar aldıkları onlarca kişi bulunuyor, etraftaki evlerin çatı katlarında. Hatta bunların gizli bir kulübü bile var. Çatı, özellikle evinde kendini fazlalık gibi hisseden insanları davet ediyor. Çatı katı sakinlerinin en ilginçlerinden biri Öksüz Adam. Serdar onun sayesinde cesaretini toplayıp tehlikeyi göze alarak sokağa inmeye başlıyor. Yıllardır anne babasının kendisi adına taşıdıkları kaygıların ne kadar yersiz olduğunu görüyor böylece. Serdar sokağı keşfetse de çatı katının kendileri için anlam ve önemini kaybetmesini de istemiyor hatta Ceren, aşağıdaki herkesi çatı katına çıkarmak istiyor, tesadüfi bir olay da çocuklara yardım ediyor.

Sokağa çıkamayan çocukların çatıya çıkarak dünyaya açılma eylemidir Çatıdaki Gezegen. Eve, ailesine, internete bağımlı çocukların özgürleşme hareketi. Kitap aynı zamanda günümüz insanının yaşama bakışını da ironik biçimde ele alıyor. Bugünkü anlayışa ters, olmayacak şeylerden söz ediyor sanki. Düşsel unsurlar ve motifler taşıyor. Öte yandan bizi “böyle bir dünya mümkün”e inandıracak kadar sahici Çatıdaki Gezegen, diğer Behiç Ak kitapları gibi. Olmayacak işleri mümkün kılacak kadar umutlu. Çocukların kararlılık ve olgunluğunun bizi kurtaracağına dair inancımızı tazeliyor.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.92'de yayınlanmıştır.

Çatıdaki Gezegen, Behiç Ak, Günışığı Kitaplığı



11 Nisan 2017 Salı

Doğru Bildiğimiz Yanlışlar ve İşe Yaramaz Sanılan İşler

Öncekilerden biliyorum, Ömer Açık kitaplarını okumak, tabiri caizse çekirdek çitlemek gibi, bir başladı mı elinizden bırakamıyorsunuz. Şöyle bir göz atayım diye ilk sayfayı çevirseniz, bakmışsınız ki kitabın sonu gelmiş hatta bittiğine üzülüyorsunuz. Yazarın yeni kitabı “Montsuzlar’ ı da aynı biçimde okudum, hem bir solukta hem heyecanla hem de gururlanarak ve gözlerime doluşan yaşları kovarak.

Tam, toplumda artık birey olduğunu ifade etmek isteyen gençlere göre bir roman Montsuzlar. Ömer Açık’ın diğer kitapları Menekşe İstasyonu ve Benim Babam Ömür Adam’a göre daha büyük yaşta okurlara hitap ediyor. Kitabın kahramanı Veysel, liseye yeni başlamış; Adana’da on yıldır, otoriter ve disiplinli yönetimiyle, iyi bir eğitim kurumu olarak tanınan Yunus Emre Lisesi’nde dokuzuncu sınıf öğrencisi. Yunus Emre Lisesi ise bu otoriter eğitim düzenini, öğrenciler arasındaki lakabıyla İbili’ye yani okul müdürü İbrahim Demirdöven’e borçlu.
Veysel’in ailesi Eşiyok’lar, iş yaşamında sürekli sorunlar yaşayan, doğru söylediği ve dürüst davrandığı için dokuz köyden kovulup “sürgün” edilen baba Eşiyok yüzünden şehir şehir dolaşmak zorunda kalmış. Adana’ya da üç yıl önce sürülmüşler. Mühendis olan baba Eşiyok ile şehir içi otobüs şoförü anne Eşiyok’un Veysel’den başka iki çocuğu daha var; Sevim ve Elif. Akşamları tüm aile, bir masa etrafında toplanıp çekirdek çitleyerek Sevim’in deyimiyle Çekirdek Terapi seansları sırasında sohbet edip dertleşiyor.

Yunus Emre Lisesi’nin şehrin her yerinde tanınmasının bir sebebi daha var; öğrencilerin giydikleri, okul tarafından dağıtılan, armalı montlar. Sene başında -her yıl olduğu gibi- dokuzuncu sınıflara verilecek olan montların dağıtımı sırasında, alfabetik sıralama yüzünden yaşanan adaletsizlik, romanın kahramanı Veysel’i dönem sonunda okulun da kahramanı yapıyor. Montsuzlar bu sürecin hikâyesi ve kitap adını buradan almış. Olaylar, mont alamayan öğrencilerden biri olan Veysel’in bütün sıralamaları kendisine göre yaptığımız, esasen hiçbir mantıksal nedene dayanmayan alfabetik sırayı sorgulamasıyla başlıyor. Harfleri böyle bir sıralamayla birbirinin peşine takmak kimin fikriydi acaba? Veysel ve arkadaşı Yelda düştükleri haksız duruma itiraz etmek niyetiyle okul müdürü İbrahim Bey’le görüşüyorlar ancak İbili’yle yaptıkları konuşma, beklentileri sadece anlaşılmak olan çocukları hiç de tatmin etmiyor, bilakis otoriteyi enselerinde hissetmelerine neden oluyor. Baskı, maruz kalanlar için gayrı meşru yolları bile meşru kılar. Birkaç hafta sonra söz konusu itiraz, tüm sınıflara gizlice dağıtılan bir “bildiriye” dönüşüyor. Bildiriyi yazıp duvar panolarına asarak düşüncelerini özgürce söylemek ve bir tartışma başlatarak eğlenmek isteyen Veysel’i tespit etmek okul idaresi için çocuk oyuncağı. Bu olay üzerine rehber öğretmen Ayla Hanım, olayın büyüyüp uzamamasını engellemek amacıyla Veysel’i kütüphanede sıkıştırıp tehditkâr bir konuşma yapıyor.

İnsanların özgürce düşüncelerini ifade edemediği bir ortamda herkes konuşmak, en azından uğuldaşmak için gözü pek birinin öncü olmasını bekler. Yunus Emre Lisesi’nde de ilk adımı atma cesaretinin gösterilmiş olması, olgunlaşarak patlama noktasına gelmiş, otoriteye karşı direncin ortaya dökülmesine sebep oluyor. Delinin kuyuya attığı taş yok sayılsa da suda yarattığı haleler genişliyor. Veysel’in başlattığı hareket, kartopu etkisiyle büyüyor,  öğretmenler ve öğrenciler arasında delikanlıyı gizli ya da açıktan destekleyenler çıkıyor. Veysel’in yazısından kısa bir süre sonra sınıf panolarına ve okulun birçok yerine yeni bildiriler, Aziz Nesin’in “Çocuklarıma” ve Can Yücel’in “El Tutuşa Tutuşa” şiirleri asılıyor. Okul idaresi içinse olanlardan sorumlu tutulacak tek kişi var: Veysel. Oysa kulüplerde yapılan etkinlikleri, başlatılan imza kampanyasını, münazarayı kısacası olup bitenleri Veysel de şaşkınlıkla ama bir yandan da düşüncelerinin başkaları tarafından paylaşılmasının gururuyla izliyor. Bu arada alfabetik sıralama mağduriyeti, okul takımlarının ve halk oyunları ekibinin okullar arası yarışmalarda son sıralarda yarışmaktan ötürü başarısız oluşlarıyla da yeniden gündeme geliyor. Okulda yaşananlar esasen Veysel’i olgunlaştırıyor, toplumda hakkını savunmanın ve düşüncelerini açıkça söylemenin bir bedeli olduğunu fark ediyor, sürekli şehir değiştirmelerine neden olan babasını yıllardır gereksiz yere suçladığını anlayarak ona hak vermeye başlıyor. Öğrencilerin çoğunluğu tarafından benimsenen, ifade özgürlüğü mücadelesi farklı biçimlerde sürerken esas taşı gediğine koyacak hamle yine, Edebiyat Kulübü’nün çıkardığı okul dergisi Donkişot’a zehir zemberek bir yazı hazırlayan Veysel’den geliyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de mücadeleyi gençlerin kazanacağını, onların kazanmasının yetişkinler adına kazanç olacağını aslında okul müdürü İbrahim Bey de biliyor.

Akıcı üslubu ve sağlam kurgusuyla okur gönlünü çarçabuk fetheden Ömer Açık’ın bu romanının da sıkı bir çalışma ürünü olduğu ortada. Kitabı okuyanlar, eminim iyi huylu, aslan yürekli Veysel’i pek sevecekler. Montsuzlar -bildirilerde yer alan şiirlere kadar- detaylarıyla ustaca işlenmiş bir roman. Kurgusal dönemeçler okuyucu üzerinde etki yaratacak biçimde hazırlanmış. Metnin mesajlarına hizmet edecek Çağlar Öğretmen ve baba Ekşiyok gibi karakterler, mücadeleci kişilikleriyle ele alınmış. Veysel’in duygularıyla ilgili anlatımlar, öğrenci gruplarının başlayan hareketi benimseyiş biçimi ve tepkileri bir eğitimci olan yazarın iyi bir gözlemci olduğunu ve ergen psikolojisinden de iyi anladığını gösteriyor.


Montsuzlar, aile içi ilişkilerde ve okulda dayanışma, adalet, disiplin, ifade özgürlüğü gibi kavramları sorguluyor. Hatta yazar bir ara projektörü okul kütüphanelerinin durumuna ve bunlardan yararlanan azınlığa bile çeviriyor. Eşiyok’larla demokratik ve ideal bir aile modeli ortaya koyulmuş. Otoriter tavrın tüm katılığına rağmen kitaptaki okul ortamının, idareci, öğretmen, öğrenci ilişkilerinin de gerçek hayattakinden daha medeni olduğunu burada belirtmeden edemeyeceğim. Uzun lafın kısası Montsuzlar, keyfi sebeplerle konulmuş, benimsenip kabul gördüğü için de sorgulanmamış kuralları gözden geçirmemize sebep olacak, gençlerin ve yetişkinlerin zevkle okuyacakları bir roman. Bu romanı içinde bir Veysel taşıyan herkes mutlaka okumalı. 

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.89'da yayınlanmıştır.

Montsuzlar, Ömer Açık, Günışığı Kitaplığı

30 Ocak 2017 Pazartesi

Çantasızlar Kampı’ndaki Buluşma

Çocukluk çağlarının en güzel zaman dilimi hiç kuşkusuz yaz tatilleridir. Çocukların, arkadaşları ve akraba çocuklarıyla bir araya geldikleri, okulla ilgili sorumluluklardan sıyrılarak gönüllerince oynayıp eğlenebildikleri tatillerin tadı asla unutulmaz. İşte böyle, adı üzerinde, yükü ve sorumluluğu temsil eden “çanta”dan kurtulunmuş, özgürce yaşanan bir yaz tatilini anlatıyor Behçet Çelik’in ilk çocuk romanı Çantasızlar Kampı. Başındaki ithafa bakılırsa yazar, romandaki bazı hikâyeleri birkaç çocuktan ödünç almış ama kitabın konusu biz yetişkinler için bile ilgi çekici.

Romanın kahramanı olan beş afacanı yaz tatilinde bir araya getirmek, akrabaları olan Ufuk Amca’nın fikridir. Onlarla ilgilenmenin güçlüğünü ve çocukların bir araya geldiklerinde birer canavara dönüşebileceğini bilen ebeveynler onun bu fikrine itiraz etse de Ufuk, bu tatil planında kararlı ve isteklidir, ne kadar isabetli bir karar verdiğini de zaman geçince daha iyi anlar. Çocuklar farklı ailelerden gelirler. Kerem’le Defne yani ikizler Almanya’da yaşamaktadır, bu kamp onların yaz tatili için Türkiye’ye geldikleri zamana denk getirilir, dolayısıyla ikizler, aynı zamanda Ufuk ve ailesinin yatılı misafiridir. Vedat ve abisi Baran ayrıca Zeynep de Ufuk’la aynı şehirde yaşamaktadır. Onlar da Ali Dede’yle Ayşe Nene’nin evine gündüzleri misafir olurlar.

Ufuk, ilk günlerde çocuklara, grup ruhu kazandırmak için, birlikte bir ad bulmalarını önerir. Çocukların isim arayışları bile oyunlarında olduğu gibi çatışmalara neden olur. Sonunda Ufuk’un teklifi olan, “Çantasızlar” adı hepsi tarafından benimsenir. Çantasızlar henüz yolun başında bir kedi kurtarma operasyonuyla, gruptaki dayanışmanın ve beraberlik ruhunun farkına varırlar. Gün boyu birlikte olan çocuklar, önceleri bilgisayar oyunlarıyla ilgilenip her şey için tartışırlar, hatta bu tartışmalar içlerinden birinin ağlamasıyla sona erebilir. Çünkü çocuklar aralarında cinsiyet ve yaş ayrımının keskin olduğu yaşlardadırlar. Ancak daha sonra Akif Dede’nin evini ve bahçesini keşfetmek onların gündemini değiştirir.

Akif Dede mahallede, metruk bir apartmanda tek başına yaşayan; evi, bahçesi ve kendisi kimsesiz kalmış bir ihtiyardır. Çocuklar için apartmanlar arasında bulunan bir cennet gibidir onun bahçesi. Hele evinin karşısındaki boş daire, kısa sürede Çantasızlar için “yuva” adını verdikleri bir oyun mekânı hâline gelir. Ama apartmanın diğer sahipleri orasının yıkılıp yerine büyük bir bina yapılmasını istemektedir, çocukların gidip gelmesinden rahatsızlık duyarak boş dairenin kapısına bir süre sonra kocaman bir asma kilit vurur, dahası çirkin oyunlar oynarlar. Bu durum karşısında hayal kırıklığına uğrayan ve üzülen afacanlar, hep beraber Akif Dede’nin sorununa odaklanıp üzerinde kafa yormaya başlarlar. Asıl aralarındaki kaynaşma bundan sonra gerçekleşir ve heyecan burada başlar. Geçen süre zarfında çocuklar, birlikte oynamaya ve sorunlarını çözmeye de alışırlar. Yaratıcılık ve cesaretleri sayesinde durumla ilgili çözüm arayışları elbette sonuçsuz kalmaz, sürekli yeni fikirler üretilir, bu arada Çantasızlar’a en büyük yardım da çocukların en iyi arkadaşı kedilerden gelir. Korkusuzca atıldıkları macerada çocuklar Akif Dede’nin yeğeniyle aralarındaki gerginliğin giderilmesini ve evle ilgili isteklerinin gerçekleşmesini sağlarken, ağaçları, bahçeyi, çocukça düşleri de insan ve değer öğüten çarkların dişlilerinden kurtarmış olurlar. Bu, çocuklar için unutulmaz bir deneyimdir.

Emanet çocukların tehlikeli sularda dolaştığını öğrenen Ufuk, bir yetişkin olarak telaşlansa da çocuklardan öğrenilecek çok şey olduğunu bilir neyse ki. Bazen bir yetişkin kadar olgun ve akıllı olan Çantasızlar bazen de çocuk olduklarını kimseye unutturmayacak kadar çılgın davranabilirler. Her an yeni bir şeyle Ufuk’u ve diğer büyükleri şaşırtmaktan geri kalmazlar. Oyunları, aralarındaki tartışmalar, adalet anlayışları, grupça belirledikleri kurallar ve yaptırımlar, bunlara uymayana kestikleri ceza, sorunlara yaklaşım biçimleri hep yetişkinlere ders verecek niteliktedir. Yaratıcılıkları sayesinde kolayca kendilerine göre bir dünya yaratabililer, bir anda bir evcilik hatta bir kovboy filmi senaryosu yazıp oynayabildiklerini görürüz romanda. Yazar, çocukların dünyasına Ufuk Amca’nın gözünden bakarak yetişkinlerle çocukların sorunlara yaklaşımındaki farklılıkları ortaya koyar. Birkaç dakika önce yapılmış hararetli bir tartışma yahut kavga çocuk dünyasında, biraz sonra oynanacak neşeli bir oyuna engel değildir. Çocuklar küslüklerin üzerinden atlayıp yola devam edebiliyorlar, Ufuk da bu nedenle ara sıra “Keşke büyükler de…” diye başlayan cümleler kuruyor.  

Çantasızlar Kampı’nda dur durak bilmeyen çocuklukla yavaşlayan yaşlılık arasında bir ilişki ağı kurmuş Behçet Çelik. Hepimizin hasret duyduğu çocukluğumuza yüzünü dönerek eskilerle yenileri buluşturmuş. Romanda Akif ve Ali Dede’ler, Ayşe Nene, Ufuk ve çocuklar üçgeninde üç kuşak bir araya geliyor. Kuşaklar birbirlerinin hayatlarına, sohbetlerine tanık oluyorlar, aradaki mesafe kayboluyor. Ufuk, yaşlılarla çocuklar arasında köprü vazifesi görüyor. Çocuklar yetişkinlerin sevgi, anlayış ve hoşgörüsüyle kuşatılıyorlar; bu sayede kendi dünyalarının güzelliklerini, renklerini ve zenginliklerini ortaya koyup adeta büyüklere bir hediye gibi sunuyorlar. Bu nedenle Çantasızlar Kampı içimizi ısıtıp ruhumuzu ışıtıyor.

Bir yetişkin yazarı olan Behçet Çelik’in çocuklar için yazarken de başarılı olabileceğini gösteriyor bu ilk roman. Yazar kendine özgü bakışı, dili ve hikâye etme metoduyla, “çocuğa göre”liği iyi harmanlamış. Bence Çantasızlar Kampı’nı sadece çocuklar değil, yetişkinler de okumalılar. Zira birlik, beraberlik, barış ve dostluk adına çocuklardan öğrenilecek ne çok şey var.

Tuba Dere
Ayraç Dergisi s.87'de yayınlanmıştır.

Behçet Çelik, Çantasızlar Kampı, Günışığı Kitaplığı



21 Kasım 2016 Pazartesi

Ömür Adamın Oğlu Fiko


Yıllardır kargo paketlerini ve mektup zarflarını, içerisinden beni sevindirecek güzel şeyler çıkacağını umarak açarım. Son zamanlarda pek öyle sürprizlerle karşılamasam da bir umut işte… En zevklisi kitap ve dergi kargolarını açmak tabii. İçerisinde ne olduğunu bilseniz bile okumadıkça aslında bilemezsiniz. Yine heves ve heyecanla açtığım bir kargo paketinin içinden çıktı Ömer Açık’ın “Benim Babam Ömür Adam” kitabı. Ömer Açık adını yeni duyduğum bir yazar, Günışığı Kitaplığı’ndan yayınlanan bu ikinci kitabı.

Benim Babam Ömür Adam, bir kere dış görünüşüyle kalbimi fethetti. Kapak görseli ve tasarımı, başarılı illüstratör Sedat Girgin’e ait. Yazı karakteri, punto, baskı ve kâğıt kalitesiyle beraber Günışığı Kitaplığı’nın kitap ebatlarını çok beğendiğimi de belirteyim, bu sevimli kitaplar okuma iştahını kabartıyor insanın.

Bir çocuk kitabı elimin altında olur da durur muyum, hemen Fiko’yla tanıştım, merakla sayfaları karıştırırken bir de baktım ki okumaya başlamışım bile. Zaten Ömer Açık’ın okuru kitaba çeken oldukça akıcı ve sevecen bir üslubu var. Hele çocuk dünyasına ve diline uygun tasvirleri; insana yağmuru, çiçekleri, güneşi, kedileri sevgiyle kucaklatıyor.

Komik bir çocuk Fiko, asıl adı Fikri ama herkes ona kısaca böyle sesleniyor. Sekiz buçuk yaşında, ikinci sınıfa gidiyor. Yakında bir de kardeşi olacak. Diğer çocuklardan ne eksiği ne fazlası var Fiko’nun. Sadece okuma yazmayı ve konuşmayı biraz geç öğrenmiş. Öğrenmiş ama bir daha hiç susmamış. Bazen çok boşboğaz oluyor, palavralar atmayı, bire bin katarak anlatmayı seviyor. Tuhaf oyunlar, şakalar icat etmekte üstüne yok, mesela rüzgâr kovalamaya bayılıyor. Kendi kendine yarışmalar yapıyor, ara sıra bunlara babası da katılıyor. Bir de deyimlerin, mecaz anlamını kavrayamıyor -bu biraz da yaşının özelliği zaten- kelimeleri ve cümleleri gerçek anlamlarıyla anlıyor. Mesela arkadaşı İbo, açlıktan gözünün döndüğünü söyleyince Fiko, İbo’nun gözlerinin gerçekten döndüğünü zannediyor. Aynı zamanda, estetik duyarlıkları olan, dikkatli bir çocuk o; doğayı izlemekten keyif alıyor, ayrıca kendiyle barışık, yapılan şakalara alınmıyor. Ama kötü bir huyu daha var, biraz unutkan, hep eşyalarını kaybediyor.



Fiko’nun babası yani kitaba adını veren kişi, Ömür Bey; ‘çalı süpürgesine benzer’ bıyıkları olan bir adam. Gültepe Mahallesi’nde bir fırını var, eşi Zehra Hanım’la beraber bu fırını işletiyor. Sabahları erkenden kalkıp fırını açarak sıcacık, mis kokulu ekmekler yapıyor. “Elleri, parmakları, üstü başı, saçı ekmek kokar Ömür Bey’in. Hatta sesi ve rüyaları bile.” (s.88) Konuşmayı seven, neşeli bir adam Fiko’nun babası. Kapak görselindeki kırmızı sakallı adamın kim olduğunu merak ediyorsanız hemen söyleyeyim, o da Şair Amca. Ama şair falan değil, öyle bir yeteneği de yok. Yalnızca anne babası ona bu adı vermiş. Fırının karşısında bir kitap dükkânı var Şair Amca’nın. Kitapçının kedisi de eksik değil hani, adı da Safinaz. Yalnız Fiko, ondan biraz korkuyor. Şair Amca’nın kitabevinde yalnızca kitap satılmıyor, kütüphane gibi ödünç kitaplar da veriliyor, aynı zamanda bahçede kitap okuyanlara çay ikram ediliyor. Tam kitap kurtlarına göre bir yer anlayacağınız.

Fırınla Şair Amca’nın kitap dükkânı arasında dev bir dut ağacı var, bu ağaç kendisine gösterilen ilgiyi Şair Amca ve Fiko’ya borçlu. Bir gün ikisi beraber bu ağaca tırmandılar da ondan. O gün bugündür dut ağacının altına yerleştirilen tahta piknik masası mahallelinin uğrak yeri. Zaten Şair ile Amca Fiko’nun dostlukları da o gün başladı. Şair Amca ona hep “adamım” diye hitap ediyor, alıp evlerine götürüyor. Eşi Aliye onlara nefis limonatalar yapıyor.

Romandaki asıl olay, Fiko ile babası arasında geçen bir pazarlığın sonucunda gelişiyor. Okulların kapanmasına iki hafta kala Fiko babasından, yaz tatilinde doya doya gezebileceği bir bisiklet almasını istiyor. Babası bu fikre hiç sıcak bakmıyor. Çünkü Fiko önceki yıl, kendine alınan bisikleti orada burada unutmuş, kıymetini bilememiş. Sonunda Ömür Bey bir şartla bisikleti almaya razı oluyor, önce oğlunu denemek istiyor. Fiko babasının verdiği mor kuşağı iki hafta boyunca kaybetmeden, yanında taşıyabilirse bisikleti almaya hak kazanacak. Böylece bir anlaşma yapılıyor, baba oğul birbirlerine söz veriyorlar, hem de ‘kertenkele sözü’.

Mor kuşağı saklamak ve korumak zannedildiği kadar kolay değil Fiko için. İki hafta içinde yüreğini ağzına getirecek birkaç durum yaşıyor. Bir defasında Safinaz’ın haylazlığı yüzünden epey canı sıkılıyor. Ama durum, Şair Amca sayesinde çözüme kavuşuyor.

Bu arada epey bir zaman ailece Fiko’nun doğacak kardeşi için isim düşünüyorlar, sonunda bebek dünyaya geliyor ve ona Fiko’nun çok sevdiği bir dostunun adını veriliyor. 

Kitabın başarılı yönlerinden biri, sonuna kadar kurgusal temponun hiç düşmeden devam ediyor oluşu. Fiko, Ömür Bey ve Şair Amca, özellikleri iyi oturtulmuş karakterler. Fiko’nun palavracılık, sorumsuzluk gibi olumsuz özellikleri de yargılanmadan ama zararları ortaya konularak anlatılmış. Fiko toplumsal dışlanmaya maruz bırakılmadan, büyükler tarafından nasihat edilmeden, küçük eleştirilerle, ders çıkaracak durumlar oluşturularak yönetilip yönlendiriliyor. Kendisi de eğitimci olan yazarın, bu konuda iyi bir eğitim modeli ortaya koyduğunu da söyleyelim. Bu roman, sevimli kahramanları, su gibi akan üslubuyla Ömür Bey’in fırınından gelen ekmek kokuları gibi sizi çağıracak. Kitabı eline alan sevgili okurlar, Fiko’nun hikâyesini, mor kuşağın akıbetini de merak ederek eminim benim gibi bir çırpıda okuyacaklar ve onu tanıdıklarına memnun olacaklar.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.84

Ömer Açık, Benim Babam Ömür Adam, Günışığı Kitaplığı

21 Eylül 2016 Çarşamba

Yedi Renk, Bir Kitap: Gökkuşağı Yazı


Birkaç gün şöyle nefis, tatlı mı tatlı bir çocuk romanı bana eşlik etti. Beraber yolculuk yaptık, parkta oturduk, birkaç akşam birlikte kahve içtik. Melisa’dan bahsediyorum, Sevim Ak’ın yeni kitabı Gökkuşağı Yazı’nın kahramanı olan küçük arkadaşımdan.

Sevim Ak, daha önce Horoz Adam ve Korsan kitabında duyma engelli bir çocuğun serüvenini konu edinmişti. Gökkuşağı Yazı’nda da Göksu ve Fidan karakterleriyle özel durumu olan ya da engelli çocuklar ve yakınları için bir pencere açıp okurlarında farkındalık oluşturmaya çalışmış. Bu kitapta kıvrak zekâsı, farklı algıları, yaratıcılığı ve herkesin baktığı yere bakıp herkesin gördüklerini görmeyen özgün kişiliğiyle Göksu sayesinde otizmli bir çocuğun dünyasına dokunuyor. Göksu gibi sıra dışı, özel bir kardeşe sahip olmanın aile hayatına ve bireysel yaşama getirdiği sorumluluk ve zorlukları da abla Melisa gözünden dile getiriyor.

Kitabın ana kahramanı, sorumluluk abidesi bir kız, Melisa. Henüz on bir yaşında olmasına rağmen yaşından büyük işlerin üstesinden geliyor. Yetişkinlerin bile farkında olmadığı sorumlulukları o üstleniyor. Dört yıldır, ayaklarına paten takılmış gibi sürekli hareket eden, haylaz, yarı otizmli kardeşi Göksu’yla ilgilenmek zorunda kalmak birden büyütmüş onu, anaç bir çocuk olup çıkmış Melisa. O, pek çok şeye anlayış gösteren, olgun bir abla. Kardeşinin hayatı algılayış biçimini farklı ve özel buluyor, onu aşağılamıyor, küçük görmüyor hatta onun zekâsına ve yeteneklerine hayranlık duyuyor. Meşgul bir iş kadını olan annesinin, özgür yaşamayı seven babasının hayatlarında bıraktığı boşluğu o tamamlıyor. Kardeşine ve kendisine yetişemedikleri için anne ve babasını yargılamıyor da üstelik. Yüksünmeden, sevgiyle ve fedakârca yapıyor, ne yapıyorsa. Kardeşinin dur durak bilmeyen istekleri ve enerjisi onu bezdirmiyor. Kendi istek ve ihtiyaçlarını öteleyerek kardeşininkileri önceliyor. Çünkü bir çocuk kalbinin duruluğuyla bakıyor yaşama. Türlü tehlikelerle başını derde sokan Göksu’ya karşı benimsediği ‘kurtarıcı’ rolü esasen Melisa’nın yaşama sebebi ve gayesi. Melisa, yetişkinlerin sıklıkla yaptığı bir şeyi yapmış; yaşamını etrafındakilere ‘adamış’. Kendini böyle iyi hissediyor, kendine ve hayata bu sayede güven duyuyor. Gözleri görmeyen arkadaşı, Fidan’a da yardım ediyor, hırçın fil Bubik’in dilinden anlayan dedesine de… Aldığı sorumlulukların üstesinden gelmek onu onurlandırıyor.

Dedesiyle birlikte hayvanat bahçesine gittiği bir gün, Melisa’nın düşmesi ve iki bacağının birden çatlaması romanın kırılma noktasını oluşturuyor. Kurgu, bu olaydan sonra yeni bir akışa giriyor ve bir çocuğun kendi kişiliğini inşa ediş serüveni başlıyor. Sürekli insanlara yardım eden Melisa, bir gün kendisi yardıma ihtiyaç duyarsa neler olur? Olumsuz görünen bu olay, Melisa’nın düşüncelerini ve etrafında alışılagelmiş şeyleri değiştiriyor. Bu sayede o, değer verdiği için değil, değerli olduğu için ilgi görmenin tadına varıyor. Kendini başkalarına yardım ederek ifade edip tanımlama fırsatı bulmuş olan küçük kız, insanların o olmadan da işlerini yürütebilmesine şaşıyor önce. Eksik kalacağını düşündüğü işler, kendisi yapmasa da bir şekilde tamamlanıyor ve yoluna giriyor. Mesela, ablası kardeşini takip etmeyi bırakınca annesi görevi devralıyor, Göksu etrafına ve kendine zarar vermekten vazgeçiyor, otizmi geriliyor. Ama Melisa bunları gözlemledikçe boşluğunu çabucak doldurdukları için yakınlarına kırılıyor. Varlığını ve ne için yaşadığını sorgulamaya başlıyor. Otistik olduğu hâlde, Göksu’nun bile yaptığı tüm işlerde kendine ait bir iz bıraktığını görüyor. Kendince giyiniyor, yemek yiyor, odasını süslüyor Göksu. Oysa birey olarak Melisa’nın izini taşıyan hiçbir şeyi; kendi zevkleri, istek ve hayalleri yok. Özgün bir kişilik oluşturmak için artık kendi adına bir şeyler yapması gerektiğini fark ediyor.
   
Melisa’nın hayatındaki eksikliği görmesinde, rahatsızlığı sırasında tanıştığı ve ilgi duyduğu Kaykaycı çocuk, Barış’ın da rolü büyük. Romandaki sürpriz gelişmeler, Barış’ı, Melisa’nın çok yakınına getiriyor. Barış’ı tanırken, onun ilgi ve zevklerini fark ettikçe, onunla kendini kıyaslama şansı buluyor Melisa, kendini tanımaya başlıyor, kendi hakkında bildikleri de değişiyor. Aslında Barış’ın aile hayatında, yolunda gitmeyen şeyler olduğunu, babasının seçimlerinden dolayı sıkıntılar yaşadıklarını sonradan öğreniyor. Hatta ailece Barış’a ve ailesine yardım etmek, onların sorunlarını çözmek, hüzünlerini gidermek için seferber oluyorlar.

Kitapta Melisa dışındaki karakterler de öne çıkan özellikleriyle iyi işlenmiş. Anne evde çalışan, çok sigara içen, aldığı elbiseleri bile giymeye vakti olmayan meşgul bir iş kadını; baba seyahat etmeyi, dışarda yaşamayı seven ve kendince zevkler edinmiş bir iş adamı; teyze neşeli ve coşkulu bir kadın; dede yem fabrikasında çalışırken hayvanat bahçesindeki fil Bubik’in dilinden anladığını keşfetmiş, satranç meraklısı bir adam; anneanne güzel yemekler yapan bir kadın. Barış’ın babası Abbas Bey de insanlara yardıma ömrünü adamış bir adam. Gözleri görmese de iyi masal anlatan, renkli bir arkadaş, Fidan; özel zevk ve istekleri olan, oldukça yaratıcı bir kardeş, Göksu. Doğmamış kardeşleri adına başka başka ilgi alanlarına sahip olmuş, ilginç bir çocuk Barış. Kısacası romanın diğer kahramanları da güzel ve özel insanlar.  Ayrıca kitap, abla kardeş, anne baba çocuk, teyze yeğen, dede torun ilişkileri için de ideal modeller ortaya koyuyor.

Gökkuşağı Yazı, süreç, sebep-sonuç ilişkileri ve olayların kişiler üzerindeki duygusal yansımaları bakımından iyi kurgulanmış bir kitap. Bir çocuk kitabının başarılı olabilmesi için anlatımın, yetişkin dünyasının tepeden bakışından sıyrılarak çocuk dünyasının içinden seslenebilmesi gerekiyor. Yazar Gökkuşağı Yazı’nda bunu başarmış. Melisa’nın kardeşi ve arkadaşlarıyla oynadığı oyunlar, kek hamurundan heykeller, bahçede kitap okuyup resimlemeler, hikâyedeki bazı mutlu anların gökkuşağı ile taçlanması gibi ayrıntılar çocuk dünyasının en doğal renklerini ve tatlarını taşıyorlar. Sevim Ak, bence çocuk gerçekliğini çok iyi yakalayan bir yazar. Yaşamı ve etrafındakileri olduğu gibi yargısız, sorgusuz kabullenen, masum ve elindeki imkânlarla mutlu, değişime açık çocuk kahramanlar yaratıyor. Onun kitaplarının en güçlü yanlarından biri de, çocuk dünyasının duygu ve düşüncelerini, imgelerin dilinden okuyucuya hissettiren sağlam bir üslupla yazılmış olmamaları. Gökkuşağı Yazı’nda kurgunun zemininde akan ve her yaştan okurun payına düşeni alabileceği mesajlar var. Böyle bir derinlik, tasvir ve imgelerle ince ince işlenerek üsluba da şekil vermiş. Bu nedenle okumanın tadı damağınızda kalıyor.

Çoluk çocuk herkese Melisa’yla ve romanın diğer kahramanlarıyla tanışmanızı öneririm. Gökkuşağı Yazı biz yetişkinlerin dünyasına da kendimizi seyredebileceğimiz bir ayna tutuyor. İster inanın, ister inanmayın biz olmasak da dünya dönüyor. Başkalarına adanmış bir yaşamdan birey olmaya giden yolda yürürken Melisa hiç de yalnız değil.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s. 81'de yayınlanmıştır.

Sevim Ak, Gökkuşağı Yazı, Günışığı Kitaplığı



22 Aralık 2015 Salı

Katuna’nın Genç Öğretmenleri


Biz Toroslar’ın hikâyelerini Yaşar Kemal ve Orhan Kemal’den okuduk, Akdeniz insanının dünyasına onların kitaplarından baktık. Ben, onlar kadar güçlü bir kalem olan, çok sayıda sinema ve edebiyat ödülünün sahibi Osman Şahin’i geç tanıdım. Oysa Züğürt Ağa, Kibar Feyzo, Kurbağalar gibi filmlerini küçük yaşlarda izlemiş ama senaryoların onun kaleminden çıktığını fark etmemiştim.  Osman Şahin öyküleriyle tanışır tanışmaz bir kitapçıya gittim, bulabildiğim tüm kitaplarını satın aldım, hepsini bir solukta okudum. Bazı yazarlar böyledir, bir öyküleriyle, birkaç cümleyle kalbinizi fethediverirler, sonra müptelası olursunuz.


Osman Şahin ne yazsa okunur ve aynı lezzettedir. Dağlardan gelen, berrak bir kaynak suyu gibidir onun öyküleri. Tadına doyamaz, içmekle kanamazsınız. Yaz sıcağında esen, Torosların ferahlatıcı havasını getiren ama iç sızlatan tatlı bir rüzgârdır bu öyküler. Kimler, neler yoktur ki içlerinde? Masallar, efsaneler onun anlatımıyla dile gelir. Okudukça yörük köylerine konuk olur, onların sofralarına oturur, bir lokma kuru ekmeklerinden bölüşür, koyun keçi peşinde koşturan çocuklarını seversiniz. Tarlada güneş altında onlarla kavrulur, içlerinden biriyle kış ayazında dağda bir mağarada ölümle burun buruna gelebilirsiniz. Pek çok kadına rastlarsınız onun öykülerinde. Sırtına yavrusunu sarıp çalışmaya giden, yollara düşen çilekeş ama güçlü kadınlara da, eşkıyaların elinden kurtulmak için onlara masallar anlatarak hakikati gösteren bilge kadınlara da rastlayabilirsiniz. Osman Şahin’in eserleriyle Akdeniz’in, Anadolu’nun dağlarında, köylerinde yaşayan kadın, erkek, genç, ihtiyar, çoluk çocuk bir sürü tanıdık insan dünyanıza doluşuverir hatta düşlerinize bile girebilir. Bu kadar canlı kahramanlar yaratan, üstelik bunu yaparken kalemini hiç zorlamayan, sözü yokuşa sürmeyen bir yazardır o. Kaleminin gücü yaşamın kendisinden gelir. Anlattıkları sanki kurgu ve kurmaca değil, ayniyle vakidir.

2010 yılında Günışığı Kitaplığı, editörlüğünü Semih Gümüş’ün yaptığı “Köprü Kitaplar” adlı bir seçki hazırlamış. Geçmişle gelecek nesil, yetişkin dünyası ile yeni kuşak gençler arasında dil, yaşam biçimi, dünyayı algılama gibi mesafeleri aşarak bir köprü kurmayı, gençleri edebiyatın usta kalemleriyle karşılaştırmayı hedefleyen bu proje içerisinde Osman Şahin’in de -özellikle bu seçki için hazırladığı- bir kitabı var: Katuna’da Dokuz Ay. Kitap, aynı yıl, Memet Fuat Yayıncılık ödülünü de almış. Özellikle yetişkinler için yazan, güçlü kalemlerden çıkan çocuk kitapları hep dikkat çekicidir. Öyküleme tekniğini ve üslubunu tanıdığımız yazarların, çocuk dünyasını algılayıp ona seslenirken izledikleri yol benim için daima merak konusu olmuştur. Çünkü mesele çocuk kitapları olunca sanatsal kaygıyı öteleyen başka bir endişe karışıyor işin içine; eğitici, öğretici olmak. Metni didaktik unsurlara boğmadan, edebi niteliği ve sanatsal çizgiyi koruyarak çocuk ve gençler için yazmak oldukça zor. Bu nedenle değil midir ki, çocuk edebiyatının güçlü eserleri parmakla sayılacak kadar azdır.

Kendisi de öğretmen olan Osman Şahin, Katuna’da Dokuz Ay romanında öğretmen kahramanlar yaratmıştır. Birlikten doğacak kuvvete ihtiyaç olduğundan olsa gerek, romanına tek bir öğretmeni değil de beş genç kızı kahraman olarak seçmiş ve Katuna’da Dokuz Ay’ı, Anadolu’nun sahipsiz köylerinde, mezralarında mezarı bulunan köy öğretmenlerine ithaf ederek daha başlangıçta kalbimize dokunuvermiştir. Kitap, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazılmış köy romanlarına benzer. Ancak köye ve yöre insanının yaşam biçimine tepeden yahut kuş bakışı değil, anlamaya çalışan bir tavırla yaklaşır; umutlu, yapıcı, aydınlık, içeriden bir bakıştır bu. Özellikle romanın anlatıcısı Selma’nın sözlerinde Çalıkuşu Feride’nin idealizmine benzer bir ışıltı sezeriz. Eserde öğretmenlik, eğitimcilik tesadüfen edinilmiş bir meslek değildir. Yalnızca okulla, öğrencilerle sınırlı kalmayan; ailelerin, kadınların yetişmesine önem veren, halkın yaşamını değiştirmeye çalışan eğitim anlayışı, olayların geçtiği döneme ait bir düşüncedir ve eğitim enstitülerinden yetişmiş eğitimcilerin yaklaşımı bu yöndedir.

Katuna’da Dokuz Ay gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak yazılmış, 1966 senesinde Adana Yatılı Öğretmen Okulu’ndan mezun olup Mardin’in Katuna adlı köyüne atanmış, beş genç kızın öyküsünü anlatmaktadır. Romanın anlatıcısı Selma ile arkadaşları Tülay, Nebiye, Emine ve Zübeyde Katuna’ya geldiklerinde henüz 17 yaşındadırlar. Burada hayatlarında ilk kez gördükleri köy yaşamından öte onları zorlayacak bir ilkellikle, katı kuralları olan geleneklerle, cehalet ve tembellikle karşılaşırlar. Savaşıp değiştirmeleri gereken bir yığın şey vardır. Köylülerin, beslenme, barınma ve temizlik gibi temel ihtiyaçlarını gidermekle ilgili sorunları olduğunu görürler. Yolu bile olmayan bu köyde; tuvaleti, banyosu olmayan köy evlerinde kötü koşullar nedeniyle ölümler de yaşanmaktadır. Hem aşiret ağalarının baskısı altında hem de aşiretler arası gerginlikten ötürü ezilen halk, geri kalmışlığa mahkum edilmiştir. Mutsuz, gülümsemesiz, yoksul insanlardır Katunalılar, özellikle Katuna’da kadınlar. Daha fenası cahildirler.

Genç öğretmenler, henüz köye gelmeden yolda, sıkıntılarla karşılaşıp gerçeklerle yüzleşmeye başlarlar. Onları köye getiren Kadir Amca “Çektiğiniz rezilliğin hakkını verin. Vatana millete yararlı olun!” diye bir tembihte bulunup gider. Kızlar, ailelerle yakınlık kurarak öğrencilerin ev hayatını gözlemleyip sorunları yavaş yavaş tespit ederler. Aşiret ağaları tarafından kabul görüp benimsenmeleri Katuna’da işlerini kolaylaştırır. Zamanla köy yaşamı içerisinde yaşanan acıları birer eğitim fırsatına çevirip hizmete dönüştürürler. Köyde onlar sayesinde her eve ayrıca da okula “hela”lar yapılır, kadınların yıkanma yerleri düzgün ve korunaklı hâle getirilir. Kar, yağmur yağdığında çamur ve balçıkla dolan köy yoluna taş döşenir. Aldıkları tedbirlerle çocukların salgın hastalıktan kurtulmasını sağlarlar. Genç kız ve kadınlara örnek olmaya, biçki dikiş kursu düzenleyip onları temizlik, sağlık, eğitim gibi konularda bilinçlendirip bilgilendirmeye çalışırlar. Aşiretler arası barışın sağlanmasında rol oynarlar. Onlar bir bakıma köyde devleti temsil ederler, köylülerin ilçe, kaymakamlık ve jandarma ile iletişimi sağlarlar. Sonunda köylüler öğretmenlerine minnettarlıklarını onlar adına bir anıt yaptırarak gösterirler.

Romanda beş arkadaş, nerdeyse aynı kişiliktedirler, birbirlerine çok benzerler, hep birlikte hareket ederler. Aralarında çatışma ve görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır. Zaman zaman görev ve sorumluluklarının sınırı konusunda tereddüte düşerler. Hepsi yaşamın pratiklerine dair bilgi sahibidirler. Onlar da gençtir ve kıt imkânlarda yaşamaktadırlar ancak taşıdıkları sorumlulukla birden büyüyüp olgunlaşırlar. Roman, seslendiği okur kitlesinin(özellikle 12-18 yaş aralığı denilebilir) düzeyi göz önüne alınarak kurgulanmış olduğundan kahramanlar, fiziksel ve karakteristik olarak derinleştirilmemiştir. Yalnızca eserin mesajına hizmet ederler. Romanın genel teması genç öğretmenlerin köydeki cehalet ve tembellikle savaşmasıdır. Ancak kurguda kahramanların iç dünyasındaki çatışmalara yer verilmediği gibi dış dünya ile yaşanan çatışma da çok gerilimli bir seyir izlemez. Kızlar, önce aşiret reislerinin, çocuğunu okula gönderen ana babaların, sonra da tüm değişimlere atalarından böyle gördükleri gerekçesiyle karşı çıkan köylülerin saygısını kazandıklarından mücadele ettikleri olaylarda çabuk başarıya ulaşırlar.

Eserde eşyası ve düzeni ile köy evleri; kışı, güzü, baharıyla Katuna tasvir edilerek gözler önüne serilir. Osman Şahin öykülerinin aşina coğrafyasıdır bu. Masallardan, efsanelerden beslenen bir nefes bu kitaba da hayat verir. Kadınların boncuklu, muskalı saç örgüleri, giysileri(yazar “giyit” demeyi tercih ediyor), genç öğretmenlerin dağ yolculuğu, mağaralarda yaşayan insanlar, Hamu’nun, büyük sakal Şeyh Pulan’ın, Livaze ile Nihat’ın hikâyeleri diğer Osman Şahin öykülerinin büyülü, masalsı havasını bu romanda da estirir. Kitaptaki tüm bölümler özel adlar almıştır ve müstakil bir öykü tadındadır.

Öğretmen olsaydım bu kitabı öğrencilerimin okuma listelerine dâhil ederdim. Okurken kitaptan bazı bölümlerin özellikle Türkçe ders kitaplarında yer alabileceğini de düşündüm. Ayrıca Katuna’da Dokuz Ay dil, üslup ve derinlik bakımından hitap ettiği okur kitlesine uygun hazırlanmış bir gençlik romanı olsa da yetişkinler tarafından okunup sevilecek kadar içten, sıcacık bir eser.


1966-67 yıllarından bu güne o coğrafyada elbette pek çok şey değişmiştir. En azından artık elektriği, suyu olmayan köy kalmamıştır. Ancak hâlâ çok eşlilikten, küçük yaşta evlendirilen kız çocuklarından, aşiret kavgalarında dökülen kandan söz ediliyor. Fakat asıl acı olan şudur ki kendi kabuğuna çekilip daha bireysel yaşamayı seçen, yeni dünya insanı toplumdaki bu sorunları çözmek konusunda artık eskisi kadar sorumluluk hissetmemektedir. Genç, yaşlı pek çok eğitimci artık omuzları üzerinde bu tarz yükler taşıyabilecek durumda değil. Osman Şahin’in romanının en dikkate değer yanı da burasıdır: Bu kitapta gençlere artık onların dünyasında önemini yitirmiş, belki de tamamen silinmiş ideallerden bahsedilir. Katuna’da Dokuz Ay, ışıltılı bir geleceğin ancak idealist gençler sayesinde kurulabileceği mesajını taşır; dün ile bugün, köy ile kent, eski ile yeni arasında köprülerin nasıl kurulacağını ve yarının daha iyi nasıl inşa edilebileceğini hepimize tarif eder.

Osman Şahin, Katuna'da Dokuz Ay, Günışığı Kitaplığı

Osman Şahin Hoca'mın hürmetle ellerinden öpüyorum.

Tuba DERE / Ayraç Dergisi 73.sayısı