“Seni sevip çekildim dedim dünya bu kadar” Süleyman
Çobanoğlu
İnsan zihni bilmediklerine ancak
bildiklerinden yola çıkarak kapı açmakta mahirdir. Yeni tanıştığımız insanları bile
çok defa eskiden tanıdığımız birilerine benzeterek kabulleniriz, bu sebeple ilk
izlenimlerimiz eski deneyimlerin gölgesiyle bulanır. Yazarlar ve kitaplar için
de durum farklı değildir, içimizde müstakil kimliklerini zamanla kazanırlar.
Ben Afili Filintalarla tanıdım
Mahir Ünsal Eriş’i. Bir grup genç kalemin arasında. Birbirlerini hatırlatan
dalgacı bir yanları vardı Filintaların, sevmiştim. Eriş orada, “Geçmişe Mazi
Lügatı”na devam edebilseydi kim bilir daha neler yazacaktı? Edebiyat dünyasında
ismi ilkin Barış Bıçakçı’ya benzetilerek anıldı. Evet, ikisinin de öykülerinde benzeşen
taraflar -Ankara’yı anlatmak gibi- bulunuyordu. Lâkin “hüzünlü mağlupların
iyimser yazarı” ikinci öykü kitabı “Olduğu Kadar Güzeldik”le hafızalarda eski
tanışların izlerinden sıyrılıverdi ve Sait Faik Hikâye Ödülü’nü aldı. Ardından
hemen “Dünya Bu Kadar” yayınlanmasa biz hâlâ o öykülerin içimizde bıraktığı buruk
tadı konuşuyor olacaktık. Ödüller, ister istemez yazarından beklentiyi
çoğaltır. Bakışlar hızla yeni kitaba çevrildi. Bakalım bu kitap, onun öykücü
kimliğine “roman yazarı” sıfatını nasıl eklemişti?
Dünya Bu Kadar’ı elimize alır
almaz Âh Muhsin Ünlü’nün mısralarıyla karşılaşırız; “Burası dünya ya hu/Burası
bu kadar işte” Neden acaba kitaba bu ad verilmiştir?
Kitaptaki üç bölüm de aynı ifadeyle
başlıyor. “Bir ikindi kahvaltısı yapacaklardı. Güneş gelmedi.” Biz Güneş’in kim
olduğunu ve kahvaltıya neden gelmediğini merak ededuralım, kendimizi Turan,
Güneş(isimlere dikkat), Mükerrem, Deniz ailesinin hikâyesini okurken buluyoruz.
Henüz Mükerrem Hanım’ın dantelalı sıcak havasıyla sarıp sarmalanmışken neye
uğradığınızı anlamadan, iki-üç sayfa sonra hoop Kore Savaşı’nın ortasına
düşüveriyoruz. Binbir Gece Masalı gibi hikâyeden hikâyeye kapı açılan kurguda
tabiri caizse kameramanın gözü kime takılırsa orada kalıyor. O sırada anlatılan
hikâyedeki esas kahramanının bir yakını oluyor genellikle bu; oğlu, kızı, annesi,
babası ya da bir arkadaşı… Ancak kimsenin bir şeyi olmayan, bir önceki vaka
içerisinde tesadüfen bulunmuş, kameranın nasıl olup da kendisine takıldığını anlayamayacağımız
Şelhum asteğmen, yönetmen Gökhan gibi tipler de çıkıyor, aralarından. Bir
önceki hikâyenin ikincil kahramanı bir sonraki hikâyenin ana kahramanı oluveriyor.
Bu sayede kitaba kimler konuk olmuyor ki? Kore gazileri, depremzedeler, ikinci
kez dünyaya geldiğine inananlar, yetimler, falcılar, pazarlamacılar,
işportacılar, göçebeler, eşcinseller, Gezi kahramanları ve mağdurları,
politikacılar, tüccarlar yani sayılamayacak kadar çok insan ve olay…
Öykü kitaplarında okurlarını
anlatımdaki ustalığıyla mest eden yazar, bu kitabında da(hem de daha oturmuş
biçimde) tarzını devam ettirmekte. O, bir kere, sıkı bir vakanüvist. Aramızda
yıllarca cebinde bir kamera ile gezmiş, zaman zaman gözüne kestirdiklerine
mikrofon uzatmış, ara sıra gizli dedikodulara kulak kesilmiş afacan bir çocuk
bakışıyla kaydetmiş nerdeyse eski, yeni her şeyi. Sanırsınız ki ömrü boyunca
gittiği yerleri, tanıdığı insanları detaylarıyla not etmiş ya da bir kez
kazımış belleğine, bir daha silmemiş. Memleketin son 30-40 yıllık manzarasını,
biz orta yaş kuşağının aşinası olduğumuz ayrıntıları, mahallede, çarşı pazarda
kurduğumuz ilişkileri ve bunların zamanla nasıl değişim geçirdiğini, toplumdaki
sıradan kişileri hatta bizi, bakıp gördüğümüz ama değer vermediğimiz şeyleri
kendi gerçeklik ve sadeliğiyle tatlı tatlı anlatıp anlatıyor. Bu sahicilik
içerisinde saklı duran komediyi yahut kederi tüm açıklığıyla gözler önüne
seriyor.
Anlatım, kitapta hikâyesi peş
peşe sıralanmış kahramanlar üzerinden yürüse de hiçbir karakter ötekine göre
öncelik kazanmıyor. Bu nedenle romanın bir ana kahramanı yani esas oğlanı, esas
kızı ya da birincil derece kahramanları yok. Bölüm başlarında ismi zikredilen
Güneş’i bile sonunda çok az tanıyabiliyoruz. Umutsuz biçimde Bilge’ye âşık
olduğundan ve define mağduru edebiyat hocası Turan Bey’in oğlu olmasından
başka, hakkında fazlaca bir malumata sahip değiliz. Ne kaç yaşında olduğunu ne
hangi işle iştigal ettiğini öğrenebiliyoruz.
Temposu oldukça yüksek bir kitaptır,
Dünya Bu Kadar. Yazarının anlatma iştahı, söze nokta koymadan devam edişi
insanı soluksuz okumaya sevk ediyor. Bazen tebessüm ettiriyor, bazen
hüzünlendiriyor ama lafını balla kestirmiyor. Muhabbetin bolluğundan ötürü, bir
türlü başından kalkılamayan bir sofraya dönüşüyor okuma serüveni. Kurgusal yapıyı
anlamaya çalışırken ilk bölüm bitiyor. İkinci bölüm de ilkinden farksız. Bu
heveskâr anlatıcıya arada “Ya hu abicim azıcık dinlen, soluklan da biz de kim
kimdi, neydi bi anlayalım.” demek istiyor insan.
Kurguda bir yerlerde geçmiş
hikâyelere, ilginizi çeken tiplere geri dönecek bir manevra beklerseniz, yok. Zamanlar
ve şehirler arasında sıçramalar yapılarak devam eden anlatı, sürekli ileri
doğru yol alıyor. Sanki herhangi bir şehre gitmeyen, istasyonlarda bile mola
vermeyen, hızlı bir trene binmişsiniz. O tren Kore’den İmroz’a, oradan Antakya’ya,
Gölcük’ten Ankara’ya uzanan çok geniş bir coğrafyayı kapsayacak uzun bir seyahate
çıkarmış sizi. Güzel görüntüler, hoş insanlar gözünüzün önünden akıp gidiyor
ama hiçbirine yaklaşamıyorsunuz. Söz gelimi “Hani n’oldu bizim minik Sibel?”
diyecek olsanız, beş sayfa öncesinde kaldı ve kendisini bir daha göremeyeceksiniz,
hakkında kimse de bir şey bilmeyecek. Kitapta kimseyi yakından tanıma şansınız
olmayacak. Hiçbiri bir roman karakteri olarak derinleştirilmemiş çünkü.
Yanınızda çoğu kez bir olaylık kalıyorlar, sonrasında bir daha göremiyor, akıbetlerinden
de haberdar olamıyorsunuz. Oysa kendi adıma Nuri, Bahtışen, Rehber Koço gibi bazı
renkli simaları yakından tanımak, bir müddet ahbaplık etmek isterdim.
Romanın ilk bölümünde detayların
hepsinin temel bir kurguya hizmet edeceğini düşünerek, ilişkileri kavrayabilmek
için kendimce notlar alsam da bir süre sonra vazgeçtim. Kurgudaki tüm
ayrıntıların birbirinden bu ayrıksı duruşu bir zaman sonra bütünlük duygusunu
kaybetmenize neden oluyor. Peş peşe, sürekli yeni biriyle karşılaştığınız için
bir süre sonra akıntıya bırakıyorsunuz kendini. Yazar hikâyeler arasındaki
hızlı geçişi öyle ustaca yapıyor ki, okurken kopukluk hissetmiyorsunuz. Kalabalıktan
başınız dönüyor, gürültüden kulaklarınız uğulduyor ama neye uğradığınızı da anlayamıyorsunuz.
Her şeye rağmen bence yazarın, bir kaba boca eder gibi hikâyesini anlattığı,
saçılmış tespit taneleri gibi birbirinden uzak görünen bunca zevatı nerede,
hangi olayda, nasıl toplayacağı, sözü döndürüp dolaştırıp nereye getireceği
merakı, kitaba duyulan ilgiyi diri tutuyor.
Romanda ortalıkta dedikodusu dolanan,
birkaç kişinin de başını derde sokan bir define haritası meselesi var. Kitabın
son bölümünde bu konu etrafında evvelden kendisiyle tanıştığımız bazı
kahramanlar, mesela Figen ile kızı Bilge, Figen’in abisi Fikret, Güneş ile babası
Turan Bey, rehber Koço ve politikacı-tüccar İbrahim Hilmi Bey yeniden karşımıza
çıkarlar. Ancak ikinci kez sahneye teşrif eden bu kişiler baştan beri bir motif
gibi süregelen define meselesine açıklık getirmek, sona kavuşturmak yerine,
yeni bir macera eklemekle yetinirler. Hani kitap devam ettirilse - ki kurgu
buna çok müsait- söz konusu define mevzusundan daha ne hikâyeler çıkar, kim
bilir?
Bildiğimiz romanlardan değildir
Dünya Bu kadar. Kitap biter ama “son”a ermez. İçerisindeki hikâye yahut olaylar
da genellikle bir sonla neticelenmez. Yalnızca yenisi ortaya çıkınca eskisi,
deyim yerindeyse, gündemden düşer. Kurguda ana omurgayı teşkil edecek temel bir
olay örgüsü olmadığı için düğümler de bulunmaz. Üzerinde başka türlü çalışılsa
her biri müstakil birer öykü olabilecek, birkaç kitaplık öykü ve kahraman var
Dünya Bu Kadar’da (Bu nedenle kitap bende biraz, elden çıkarmakta acele
edildiği için heba olmuş bir sermaye izlenimi uyandırdı.). İlginçtir ki bazı
kahramanların hikâyesi hatta bazı bölümler kitaptan atılsa kurguda herhangi bir
sarsılma olmayacak. Böyle bir öyküleme tekniği, metnin kısaltılabilir ya da
uzayabilir nitelikte oluşu, belki e-kitap formatında, yeni tekniklerle
yayınlanmasına imkân sağlayabilir.
Günümüz edebiyatında artık
türleri ayırt edici, kesin çizgilerin bulunmadığını kabullenmek gerek. Bir
eseri tüm kitaplarla aynı ölçütlere tabi tutup değerlendirmek zaten yanlış
olur. Her romandan ille de organik bir bütünlük beklenemez. Bu gün modern
edebiyat ve sinemada olayların paralel evrenlerde aktığı, ama birbirine hiç
ilişmediği kurgular görmekteyiz. Ancak bu hikâyelerin çoğu, bazı detaylarla
birbirine bağlanır yahut ortak alt metin, mesajlar en azından motifler
sayesinde aralarında ilgi kurulur ve senkronizasyon sağlanır. Kitapta Gölcük
depremi gibi büyük bir olay yahut elden ele gezen define haritası, başka başka
kızların sırtında gördüğümüz beyaz hırka gibi motif yahut figürler bana göre,
pekâlâ bu türden bir ilişki için kullanılabilirdi. Kurgunun, içerisindeki çok
parçalı örüntüyü bütünleştirecek bağlantılardan yoksun oluşu, Dünya Bu Kadar’ın
en zayıf yönüdür ve kitabın güzelliğine bir parça gölge düşürmektedir,
kanaatimce.
Hasan Ali Toptaş “yazılan her
romanın, roman sanatını yeniden tanımlayışı”ndan söz eder. Bazı kitapların yazarına
asi gelip kendi yolunu çizdiğinden bahsedilir. Dünya Bu Kadar da “böyle olabildiği”
için mi yoksa “yazarı öyle istediği için” mi, kısa öykülerden iç içe geçmiş
halkalar gibi sarmal bir yapı tasarlanarak yazılmıştır, bilinmez. Eriş, yeni
bir teknik denemiş, neticede. Romanın öyküleme tekniği, roman olup olmadığı,
başarısı zaman içerisinde teorisyenler tarafından sorgulanacaktır. Bu tarz
kuramsal tartışmalara girebilecek yetkinlikte olmadığımı, kitap hakkında
yalnızca okuma deneyimime dayanan öznel tespitler yaptığımı özellikle belirteyim.
Bir kitapta olmayanı aramak
yerine olanların tadına varmalı. Oldukça zengin, gözleme dayanan, hoş anlatımı;
öykülere kazandırılmış derinliği, sayısız kahramanı ile bu kitabı seveceksiniz.
Hem zaten romanın, hayatın geçiciliğini vurgulayıp anlamını sorgulayan, her
şeyi izah edecek, bunca kalabalığı altında toplayacak bir çatısı var: Adı… “Dünya
Bu Kadar”.
İletişim Yayınları
Tuba DERE / Ayraç Dergisi Sayı 71