Radyo kültürü ile yetişmiş bir
kuşağın insanı olmaktan daima gururla bahsederim. Belki bu nedenle çocukluğumdan
beri yaşama refakat eden müziği ve ritmi işitirim. Kısa bir süre evvel “şarkılarla
yaşamak” konulu bir yazı yazmış, müziğin yaşamı güzelleştirip anlamlı kılan
dünyası üzerine ne söylense az diye düşünüp sonunda sözü yine müziğe
bırakmıştım. Hayatta herkesin bir şarkısı, her şarkının bir öyküsü var mıdır,
bilemem ama… Tevafukun böylesine can kurban. Şarkılarla ilgili anlatacakları
olan bir ben değilmişim. Erdem Yayınları on üç yazarı kendi şarkılarını
konuşturmak üzere buluşturmuş, “Benim Şarkım” adıyla küçük bir öykü antolojisi
yayınlamış. Kitabı görür görmez başkalarının şarkılarına duyduğum merakla alıp
okudum.
Kitap hem yaşama bakışı birbirinden
farklı kalemleri, hem de tarz ve teknik olarak oldukça farklı öyküleri bir
araya getirmiş. Hiçbir öykünün şarkılarla kurduğu bağ da birbirine benzemiyor. Ama
bu öykülerin ortak bir yönü var; şarkılarla ilintili bir kurguya sahipler ve
bir şarkıya ithaf edilmişler.
İlk öykü Cihan Aktaş’ın “Misafir
Odası” bir zamanlar evlerimizde dokunulmazlığı olan bir odanın, tabiri caizse
dokunulmazlığını kaldırır. Anlatıcı kahraman, anne ve babasının evlilik
yaşamına, gençlik ve ihtiyarlık hatıralarına bir şarkının ışığı altında bakar:
Beklenen Şarkı. Hırçın bir adam olan Falih Bey’in gururu örselenmiş eşi Sıdıka
Hanım, evliliğinde yaşadığı hüsran ve kederle suskunlaşmış; küskün yüzünü
radyoya dönerek şarkılardan bir dünya yaratmıştır. Müzik ve sinema gibi rafine
zevkler edinip şarkılara sığınarak yaralarını sarar. Bu sırada filmini sinemada
izlediği, incelik ve nezaketine hayran kaldığı Zeki Müren’i de düşlerine
kahraman seçmiştir, Paşa’ya hayranlığı aşka benzer. “Beklenen Şarkı, sevgilinin
gözlerinin içindeki hayali dert edecek kadar yakından bakmanın şarkısı”dır. Zamanla
yaşamın gerçekliği bir dalga gibi gelir, hatıraların izlerini siler, düşle
gerçek birbirine karışır; özenilen, üzerine titrenen şeyler önemini kaybeder; misafir
odaları gibi…
Bülent Ata’nın “Beyaz Elbise”
öyküsünde, yaşamın açtığı boşluğu aşk sayesinde doldurup, acısını dindirmeye
çalışan bir genç kızın flashbacklerle çocukluğuna, anne babasının ayrılığına,
babasının yaptığı evliliğe dönüşü anlatılır. Beyaz elbise çocuklukta ailece
yaşanılan son mutlu günün sembolüdür. Genç kız belki bu nedenle sevdiği
delikanlıdan kendisine beyaz elbise almasını ister. Zannederim biz bu öyküyü
okurken fonda “hayatı pahasına öğrenenler” için Sting’in hüzünlü şarkısı “shape
of my heart” çalmaktadır. Nedense sonunda, gidenler yahut terk edenler hep
birbirine benzer.
“Altın Kafes” Fatma Atıcı’ya ait,
ayrılıkla neticelenmiş, tutkulu bir aşk öyküsüdür. Anlatıcı kahraman Elif’in Ali’sine
şiirsel bir üslupla yazdığı, ilhamını Mecnûn’dan, Galip Dede’den, Pir
Sultan’dan alan gönderilmemiş mektupları sayesinde hikâyenin ayrılığa evrilen
akışını öğreniriz. Erkan Oğur’un sesinden dinlenmiş “Bülbülüm altın kafeste”
türküsü de bu aşkı yaşatan hatıralar arasındadır. “O zamanlar ayrılığın aşkın nihayeti değil,
dibacesi olduğunu bilmiyordum.” diye anlatır, Elif bize; ayrılığın ruhların
vuslatı olduğundan söz eder.
Kitabın sayfaları arasında Ahmet
Büke’nin Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi’den tanıdığımız sesini de duyarız.
Yine su gibi bir öykünün içinde, çocukluğun mahallesinden söz edilir. Bestekâr
Rakım Erkutlu da mahallenin büyüklerindendir. Babaanneden, babaya devredilen musikişinaslık,
Tatyos Efendi’nin meşhur bestesi “Gamzedeyim deva bulmam” sayesinde bir çocuğun
gönlünde de yer eder. Üstelik babanın huzurunda yaşanan bir ilk ile…
Benim Şarkım’da yıllanmış aşk
hikâyeleri de bulabilirsiniz. Zeynep Delav’ın “Ölüyorum Kederimden” öyküsü
bunlardan biri. Şarkının adı kurguya ilham kaynağı olmuş gibi görünmekte.
Hikâyeyi olaylara şahitlik eden, sonunda kahramanı kadar yalnız kalan bir
eşyanın dilinden dinleriz. Tüm umutsuzluğuna rağmen yıllarca umutla beslenmiş
bir aşkın kırılma noktasına gelişini ve uzun zaman hasretle beklenmiş bir
âşığın tükenişini okur, hüzünleniriz.
Sedat Demir’in “Zippo J03”ü elleri
ceplerinde ıslık çalarak etrafını izleyen –yazar böyle tarif etmese bile bana
öyle geldi- iyi bir gözlemci olan serseri ruhlu, dalgacı bir gencin öyküsüdür.
İç sesin konuşmalarını işitiriz. Hiçbir şey umurunda değildir. Kendisiyle alaycı
bir dille konuşur, arada kendini hizaya çeker. Etraftan gelen sesleri,
şarkıları hasbihâline dâhil eder. Sonunda “Bir ihtimal daha var”da karar kılar.
Yoksa yıllar evvel kaybolmuş Zippo, sahibine geri mi dönmüştür?
Esra Demirci’nin “Köşe” öyküsü,
bir zamanlar peri kızı kadar güzel olan Gülzade’nin, berbat bir evlilik ve kötü
bir olay neticesi bacağını kaybedişini; hayata ve insanlara küsmesini anlatır.
İlhan İrem ve onun “Sürgün gibi masallarda” şarkısı genç kızın geçmişte kalan
hayallerinin sembolüdür. Yaşama dönüşmeyen hayallerle birlikte Gülzade sesini
de içine gömmüş, evinde sürgün gibi bir köşeye çekilmiştir. “Bazı insanların
gerçekliği bazı şarkıların gölgesinde kalıyordu. Ne mutlu o şarkılara, vah ki o
insanlara…” diyen kahramanın acısı içimizi burkar.
“Mavi Kanepe” öyküsünü Melike
Günyüz “Hastayım, yalnızım seni yanımda/Sanıp da bahtiyar ölmek isterim”
şarkısından esinlenerek kaleme almış. Öykünün kahramanı yaşlı kadın, kemoterapi
hastasıdır. Hastalığının ciddiyetini tedavi günü mavi kanepeye oturup oturmamakla
tayin eder. Mavi kanepeye oturmak ölüme yani sevdiklerinden ayrılığa bir adım
daha yaklaşmak demektir. Belki ölümün tesellisi de çok sevdiği birinin
kollarında gitmekle bulunabilir.
Fatma Akkubak İşler’in “Ya Evde
Yoksan”ı, kederini avareliğe vurarak unutmaya çalışan bir kahramanın arayış
öyküsüdür. Önce neyin peşine düştüğünü kendisi de bilmez. Ayaklarının hükmü
altındadır. Nereye gideceğini onlar tayin eder. ‘Gidip dönmemek, gelip görmemek
var’ misali sevdiğini aramaktadır. Arayıp sevdiğini bulamamak da vardır işin
ucunda, ardına düştüğü kişiyi bulup da sevdiğini onda bulamamak da… Başımıza
gelmesinden korktuklarımız adımlarımızı hep tutuklaştırır. Kahramanımız gelecek,
sevdiğinin kapısını çalacaktır da o, “ya evde yoksa”…
“Selma’nın Yükselen Yıldızı” ile
Yıldız Ramazanoğlu yeni zamanların insanının, çağın sancılarını geçmişe
yaslanıp sığınarak hafifletme çabasını anlatır. Öyküde her şeyi olduğu, her
şeye ulaştığı hâlde mutluluğu elde edememiş bir kadının kendilik soruşturması,
hayatı gözden geçirmesi dile getirilir. Yaşanılan zamanın yapaylığına,
sıkıntıların yarattığı kirliliğe rağmen sığınılacak geçmişin güzelliği Dilhayat
Kalfa’nın besteleriyle sahicilik kazanmaktadır. Peki, Dilhayat Kalfa aranılan
mutluluğun bir zamanlar sahibi olmuş mudur acaba?
Güray Süngü “Evvel Ahir, Batın
Zahir” öyküsünde her zamanki gibi şuur akışı tekniğiyle ironik dilini
konuşturur. Kahraman, alışılageldik olanı yadırgayan, her şeye yabancı bir
bakışla etrafı gözlemleyerek sevdiğini beklemektedir. Uzunca bir süre hatta
yıllarca bekleyen bu kahraman kimdir? İlk insan Adem. Havva’yı, onun çıktığı
kaba geri döneceği günü beklemektedir. Öyküde renkler değişimin sembolü olarak
devinim hâlindedir; açılır, koyulaşırlar. Dünyayı siyah beyaz ve renkli görmek
arasında bir fark vardır, ‘renkler göz alıcıdır ve asıl görmemiz gerekeni
görmemize engel olurlar.’ Bu aldanışın sebebi renkler mi yoksa cehalet midir? Öykü
bir bakıma “Cahildim, dünyanın rengine kandım” sözünün felsefesini yapar.
Yaşamın kıyısında beklemek yani oyundan çekilmek gerçeklik yanılgısını siler.
Kıyıda her şey yavaş yavaş siyah beyaza dönüşür, tıpkı köpeklerin gözünde
olduğu gibi. İnsan köpekleşince renkleri kaybeder yani iyileşir. Çünkü renkleri
görenler renge sahip olanı değil, sahip olduğu rengi gördüklerinden hakikatten
bihaberdirler. Dünyadaki kavgalar da renklerden çıkar.
Yunus Emre Tozal’ın kaleme aldığı
“Adını Sen Koy” öyküsü on altı yaşındaki bir gencin konfeksiyon atölyesinde
çalışarak hayata atılış macerasını anlatır. Atölyede çalışan buruk, kırık
insanların kederlerini orada hep beraber Kral FM’den dinledikleri şarkılarla
bütünleştiren kahraman, hayatı da şarkılar üzerinden tanır, anlar ve
anlamlandırır. Zaten dünya hüzünlü bir yerdir. Cengiz Baba, Orhan Baba, Müslim
Baba da böyle söyler.
Kitaptaki en son öykü, Sadık
Yemni’ye ait “Şarkımı Geri Aldım”, Şekip Ayhan Özışık’ın “Belki bir sabah
geleceksin lâkin” şarkısına ithaf edilmiştir ve yine yıllanmış bir aşk
hikâyesini anlatır. Öykü, kahramanın yıllar evvel ihanet gördüğü, kırgın
ayrıldığı arkadaşına yazdığı veda mektubudur. Nedim Karatura, kahramanımızın
yıllar evvel mektuplaşarak gönül bağı kurduğu Bahar’ı bir şekilde kandırarak
evlenmiştir. Bahar’ın güzelliğini, iç ışıltısını, aralarındaki yüksek frekanslı
aşkı unutamayan kahraman, hayatın getirdiği güzel bir tesadüf sonucu arkadaşının
ve onun eşi olan eski sevgilisinin izini bulur. Ancak mutluluğa fazla zaman
yoktur. Bu sırada ölümün ayak sesleri de duyulur. Sonun gelişi hem hasreti dindirecektir,
hem de geçmişin hesabı kapanacaktır, perde gibi…
Şarkıların dünyasına ait her şeyi
sevmeye hazır olduğum için midir, bilemem, müziğin uçsuz bucaksız çağrışıma
açık, hatıralara dönük sıcacık yüzünü öykülerin kurgusal dünyasında görmek
hoşuma gitti. Yalnız şunu söylemeden edemeyeceğim: Kitaptaki öykülerin tümü
diyemem ama çoğu şarkı sözlerinden ilham alınarak yazılmış yani şiirsellikten, sözden
ve onun gücünden kuvvet alarak. Oysa böyle bir kitapta müziğin, şarkıların,
sazların sesine de kulak vermeli, Tanpınar’ın ve Yahya Kemal’in öğrettiği gibi sesin
bizi ulaştırdığı ufuklarda da gezinmeliydik, kanaatimce. Sesin ruhta yarattığı
hazzı yani müziği duymak isterdim. Yine de kitabın çok sesliliğini sevdim. Bazı
öyküler oldukça başarılı. Üstelik artık unutulmaya yüz tutmuş şarkılar var
burada. İsterseniz, siz de okuyun ve dinleyin.
Tuba DERE/ Ayraç Dergisi 74.sayısı
Benim Şarkım- Erdem Yayınları 2015