11 Şubat 2016 Perşembe

Geleceğin Öyküsüne Atılan İmza: Günümüz Öyküsü

Son yıllarda tüm sektörlerde olduğu gibi yayıncılıkta da reklamcılığın ve satış dinamiklerinin rüzgârı artık bir tüketici/alıcı olarak görülen okurun zihnini bulandırmakta, nitelikli edebiyat eserine ulaşmayı güçleştirmektedir. Ayrıca yayıncılık sektöründeki elektronikleşme; sosyal medyanın ve internetin okur alışkanlıklarını değiştirmesi gibi nedenler de ister istemez edebi eserleri, türleri, onları birbirinden ayıran sınırları, biçim ve imkânlarını etkilemiş, giderek daha karmaşık hâle getirmiştir. Söz gelimi zaman içerisinde, okurlar tarafından pek sevilen, haşmetli “roman” türünün karşısında “öykü”nün ne şekilde ayakta kalabileceği hususu ayrı bir merak ve tartışma konusu hâline gelmiştir.  

Hepimiz biliriz ki şimdiki zamanın/ânın gerçekliği akışkan ve değişkendir. Büyük resmin görülebilmesi için, hakkında değerlendirme yapılacak şeyden biraz uzaklaşmak, onun soğuyup donmasını beklemek ve etkilerini izlenmek gerekir, kısacası üzerinden zaman geçmelidir. Esasen tarihin öngördüğü bir kemikleşme süreci vardır. Yakın geçmişle ilgili araştırma ve çalışmalar, tarih yazarlığına büyük katkıda bulunursa da genellikle ihata edici değildir, kendilerine ihtiyatla yaklaşılır. Söz konusu durum edebiyat tarihi için de geçerlidir. Yakın dönem edebiyatı ile ilgili çalışmalar, sürecin dinamiklerinin tesiri altındadır, bu nedenle nesnelliğin yakalanması ve kuşatıcılığın gerçekleşmesi zordur. İşte tam da burada münekkidin kıymeti ortaya çıkar. Günümüzde oldukça değişken bir yapıya sahip olan edebiyat dünyasında, bazı iyi kalemlerin hak ettiği değeri bulmadan, zamanın sularına karışıp gitmesi işten bile değildir. Okuru nitelikli esere ulaştırabilecek, edebi sahaya hakim, birikimi sağlam, okuduğunun pahasını biçebilen eleştirmenlerin kılavuzluğu burada değer kazanır. Başka bir deyişle nitelikli eser veren edebiyatçıları görünür kılacak olan da, onları geleceğe taşıyacak olan da eleştirmenlerdir.

Öykülerin Dünyasında Seyahat


Okumayı ‘yaşamı kıyısından seyretmek’, seyahati ise ‘müşahedeye dayalı bilgi ve deneyim edinmek’ kabul ettiğimden “çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” sorusunu, hep “çok gezen bilir” diye cevaplardım. Ancak bugünlerde bu düşüncemi değiştirecek bir kitapla karşılaştığımı söylesem herhâlde mübalağa etmiş olmam. Son yıllarda öykü üzerine yazdığı “Modern Öykü Kuramı”, “Öykümüzün Kırk Kapısı” ve “Doğu’nun Hikâye Kuramı”  gibi kuramsal çalışmaları ile dikkati çeken, öykü yazarı ve eleştirmen Necip Tosun, mihenk taşı kitaplarına bir yenisini daha ekledi;  “Günümüz Öyküsü” kısa zaman önce raflarda yerini aldı. Bugün herkesçe kabul görecektir ki, özellikle edebiyatta öykücülük konusu gündeme geldiğinde düşünce ve değerlendirmeleri dikkate alınacak yazarlar içerisinde liste başı isimlerden biridir,  Necip Tosun.

Tosun, bundan önceki kitaplarında gelenekten yola çıkarak hikâye anlatıcılığından öykü yazarlığına evrilen serüvenimizi irdelemiş; teorik yaklaşımlarla şiir, deneme, roman arasında kendisine bir yer açmaya çalışan öykünün köklerine inmiş, ayrıca beslendiği kaynakları da araştırmıştı. Bu yeni çalışmasıyla ise öykümüzün filizlenip yeşeren dal uçlarına dokunmakta. Kitabın, ilk yazısının 2004 yılında Cemil Kavukçu’nun öykücülük serüveni üzerine kaleme alındığı düşünülürse ne denli uzun bir yolculuğun eseri olduğu anlaşılacaktır. 10 yıl kadar süren bu uzun yolculukta Tosun, edebiyatımızda keşfe çıkmış; yaşama karşı duruşları, düşünüşleri, estetik zevkleri birbirinden farklı 50 öykücünün kitaplarına ve dünyasına tek tek konuk olmuş. Kitaplardaki öykülerin ayrı ayrı kapısını aralamış, içlerine girip bakmış, gizlerine ışık tutmuş, kurgusal yapısını, zaman ve mekânını ana hatlarıyla tespite çalışmış; kahramanlarıyla tanışmış hatta oturup onlarla sohbet etmiş, meselelerini anlamak için çaba göstermiştir. Böyle bir çalışmayı hazırlayan uzun soluklu ve etkin okuma deneyimi de pekala kitaplar arasında bir seyahat sayılabilir, kanaatimce.

Necip Tosun, Günümüz Öyküsü’nü hazırlarken, kitap için seçki oluşturmanın güçlüğünü yaşamış olmalı. Sözü edilen öykücülerin tümü edebiyat dünyasında dil, üslup, öyküleme tekniği bakımından yer edinmiş, öykülerinin sanatsal değeri kabul görmüş isimler. Ayrıca öykücüler seçilip değerlendirilirken edebiyat akım ve ekolleri, kanonları esas alınmamış, yazarlar arasında hiçbir ideolojik ayrım gözetilmemiş. Analizler, okur öznelliği ve romantizmi taşımıyor. Oldukça nesnel bir tavır, tarafsız ve iyimser bir bakışla her öykücünün nevi şahsına münhasır öykü dünyası keşfe çıkılmış, etraflıca incelenmiş. Tosun, bu değerlendirmelerinde önceki kitaplarında oluşturduğu terminolojik ve kavramsal zemin üzerine bir yapı inşa etmiş (Burada özelikle öykü üzerinde çalışmak, düşünmek isteyenlerin o kitapları da okuması gerektiğini salık verelim.). Bir başka deyişle daha önceki çalışmalarda belirlenen ve sözü edilen kuramsal yaklaşımlar, bu defa sahaya inilip uygulamalı olarak ele alınmıştır. Eserde, 80’lerden bugüne kısaca öykü maceramızı ve kitabın hazırlanış sürecini anlatan sunuş kısmı oldukça kıymetli, elimizdeki bu geniş çaplı çalışma sonucunda ulaşılan bilgiler, ana hatlarıyla burada özetleniyor. Son yıllarda çok sesli ve renkli olan öykü dünyamızın tema, konu, üslup, biçim gibi temel özelliklerine de bu bölümde değiniliyor. Öyküleme tekniği, dil ve üslup bakımından benzer tarzları benimseyen yazarlardan; aynı tema ve konuları işleyen yazarların ise meselelere yaklaşımındaki ayrışma ve ortaklıklardan söz edilerek son dönem öykücülüğümüz irdeleniyor.

Günümüz Öyküsü’nde çalışmanın alt yapısı oluşturan okuma serüveni ve emek gerçekten göz kamaştırıcıdır (Bu arada okunmuş ama kitapta yer verilmemiş eserlerin olabileceğini de düşünürsek bu yekun daha da artar.).Değerlendirmelerde 50 öykücünün neredeyse tek tek bütün eserlerinden bahisler yer almakta. Metinlerde öncelikle genel anlamda öykücünün “öykü evreni” inceleniyor, öykülerin yaslandığı kavramsal ve tematik yapı gözden geçiriliyor, öyküleme teknikleri, kurgunun ana hatları, çatısı ve kurulumu, zaman, mekân, kişi kadrosu seçimleri, karakter analizleri, dil ve üslup özellikleri ayrıca öykülerin güçlü ve zayıf yönleri üzerinde duruluyor, öykücünün çağdaşı yazarlar arasındaki yeri belirlenmeye çalışılıyor. Bu temel analizlerden sonra yazarın ayrı ayrı öykü kitaplarına temas ediliyor, zaman içerisinde kendini tekrara düşmeler, eserleri arasındaki benzeşmeler yahut kaleminin geçirdiği değişimler de gözler önüne seriliyor.

Günümüz Öyküsü kendisine okuma listesi oluşturmak isteyen kitap kurtlarından tutun da bilimsel çalışma yapacak akademisyenlere kadar farklı düzeylerdeki pek çok okura hitap edecektir. Ayrıca bu tarz çalışmaların ağır akademik dilini taşımadığı için, herkes tarafından kolayca ve ilgiyle okunabilecek türden bir eser. Kitapta okuma lezzetini arttıracak, altı çizilecek pek çok cümle var, bunlar yalnızca bahse konu olan öykücü ile ilgili değil; aralarında hayata, edebiyata, sosyal yaşama dair tespitler ve felsefik çıkarımlar da bulunuyor. Bu eser, yoğun bir okuma çalışmasına dayandığı için okura son 35 yılda öykücülüğümüzün konu, tema, düşünce ve biçim bakımından geçirdiği değişim ve dönüşümleri panoramik olarak görme imkânı sağlayacak, kuşatıcı bir kitap. Yakın dönemin canlı ve akışkan edebiyatını somutlaştırma hususunda da oldukça başarılı. Bu kitabıyla Necip Tosun, bugün artık yazardan yazara değişkenlik gösteren, tanımı, biçimi ve sınırları tartışılabilir olan “öykü” türünün altını çizmiş; günümüzde başarılı örneklerini işaret ederek varlığını ve kudretini kanıtlamış; gelecekte de güçlü kalemlerden çıkan eserlerin hep olacağı ümidini kalbimize ekmiştir. 

Dünya edebiyatındaki akım ve ekollerin, modernizm ve post modernizmin, yaşadığımız toplumsal ve siyasal olayların öykümüzdeki yansımalarını kitabın değerlendirmeleri içerisinde bulmak mümkün. Bu sebeple eserdeki analizler yalnızca edebiyat bakımından değil, sosyolojik açıdan da değer ifade edecektir. Kitap, içerisinde yer alan yazarlardan başlayıp tüm öykü yazarlarına ayna tutacak, kendi öykücülük serüvenlerini görebilme şansı tanıyacak niteliktedir. Öyküye yeni başlayan yazarlar için de ipuçları veren bir kılavuz sayılabilir. Metin odaklı yaklaşım, analizci bakış, öykülerin kurgusal iskeleti çıkarma, bu iskeletin her öykücüye göre değişen detaylarını görme ve gösterme gibi eleştirmenliğin püf noktası sayılabilecek incelikleri ve öte yandan da tarafsızlığı barındırdığı için günümüz edebiyat eleştirisinin güzel bir örneği olan Günümüz Öyküsü, yeni kuşak münekkitlere de yol gösterici bir başucu kitabı olacaktır.


Günümüz Öyküsü’ne kendi adıma teşekkür borçluyum, öncelikle bana (itiraf etmeliyim ki)henüz hiçbir kitabını okumadığım yeni öykücülerle tanışma imkânı verdi. Öykümüzün geleceği ile ilgili yüreğime soğuk sular serpti. Eserlerini okuduğum yazarlar hakkında da derli toplu bilgiye ulaşmamı sağladığı için daima elimin altında, kitaplığımın görünür bir köşesinde olacak. 

Tuba DERE, Ayraç Dergisi s.75

Günümüz Öyküsü, Necip Tosun, Dedalus Kitap, 2015

22 Ocak 2016 Cuma

Şarkıların Bize Söylediği


Radyo kültürü ile yetişmiş bir kuşağın insanı olmaktan daima gururla bahsederim. Belki bu nedenle çocukluğumdan beri yaşama refakat eden müziği ve ritmi işitirim. Kısa bir süre evvel “şarkılarla yaşamak” konulu bir yazı yazmış, müziğin yaşamı güzelleştirip anlamlı kılan dünyası üzerine ne söylense az diye düşünüp sonunda sözü yine müziğe bırakmıştım. Hayatta herkesin bir şarkısı, her şarkının bir öyküsü var mıdır, bilemem ama… Tevafukun böylesine can kurban. Şarkılarla ilgili anlatacakları olan bir ben değilmişim. Erdem Yayınları on üç yazarı kendi şarkılarını konuşturmak üzere buluşturmuş, “Benim Şarkım” adıyla küçük bir öykü antolojisi yayınlamış. Kitabı görür görmez başkalarının şarkılarına duyduğum merakla alıp okudum.

Kitap hem yaşama bakışı birbirinden farklı kalemleri, hem de tarz ve teknik olarak oldukça farklı öyküleri bir araya getirmiş. Hiçbir öykünün şarkılarla kurduğu bağ da birbirine benzemiyor. Ama bu öykülerin ortak bir yönü var; şarkılarla ilintili bir kurguya sahipler ve bir şarkıya ithaf edilmişler.
İlk öykü Cihan Aktaş’ın “Misafir Odası” bir zamanlar evlerimizde dokunulmazlığı olan bir odanın, tabiri caizse dokunulmazlığını kaldırır. Anlatıcı kahraman, anne ve babasının evlilik yaşamına, gençlik ve ihtiyarlık hatıralarına bir şarkının ışığı altında bakar: Beklenen Şarkı. Hırçın bir adam olan Falih Bey’in gururu örselenmiş eşi Sıdıka Hanım, evliliğinde yaşadığı hüsran ve kederle suskunlaşmış; küskün yüzünü radyoya dönerek şarkılardan bir dünya yaratmıştır. Müzik ve sinema gibi rafine zevkler edinip şarkılara sığınarak yaralarını sarar. Bu sırada filmini sinemada izlediği, incelik ve nezaketine hayran kaldığı Zeki Müren’i de düşlerine kahraman seçmiştir, Paşa’ya hayranlığı aşka benzer. “Beklenen Şarkı, sevgilinin gözlerinin içindeki hayali dert edecek kadar yakından bakmanın şarkısı”dır. Zamanla yaşamın gerçekliği bir dalga gibi gelir, hatıraların izlerini siler, düşle gerçek birbirine karışır; özenilen, üzerine titrenen şeyler önemini kaybeder; misafir odaları gibi…

Bülent Ata’nın “Beyaz Elbise” öyküsünde, yaşamın açtığı boşluğu aşk sayesinde doldurup, acısını dindirmeye çalışan bir genç kızın flashbacklerle çocukluğuna, anne babasının ayrılığına, babasının yaptığı evliliğe dönüşü anlatılır. Beyaz elbise çocuklukta ailece yaşanılan son mutlu günün sembolüdür. Genç kız belki bu nedenle sevdiği delikanlıdan kendisine beyaz elbise almasını ister. Zannederim biz bu öyküyü okurken fonda “hayatı pahasına öğrenenler” için Sting’in hüzünlü şarkısı “shape of my heart” çalmaktadır. Nedense sonunda, gidenler yahut terk edenler hep birbirine benzer.

“Altın Kafes” Fatma Atıcı’ya ait, ayrılıkla neticelenmiş, tutkulu bir aşk öyküsüdür. Anlatıcı kahraman Elif’in Ali’sine şiirsel bir üslupla yazdığı, ilhamını Mecnûn’dan, Galip Dede’den, Pir Sultan’dan alan gönderilmemiş mektupları sayesinde hikâyenin ayrılığa evrilen akışını öğreniriz. Erkan Oğur’un sesinden dinlenmiş “Bülbülüm altın kafeste” türküsü de bu aşkı yaşatan hatıralar arasındadır.  “O zamanlar ayrılığın aşkın nihayeti değil, dibacesi olduğunu bilmiyordum.” diye anlatır, Elif bize; ayrılığın ruhların vuslatı olduğundan söz eder.

Kitabın sayfaları arasında Ahmet Büke’nin Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi’den tanıdığımız sesini de duyarız. Yine su gibi bir öykünün içinde, çocukluğun mahallesinden söz edilir. Bestekâr Rakım Erkutlu da mahallenin büyüklerindendir. Babaanneden, babaya devredilen musikişinaslık, Tatyos Efendi’nin meşhur bestesi “Gamzedeyim deva bulmam” sayesinde bir çocuğun gönlünde de yer eder. Üstelik babanın huzurunda yaşanan bir ilk ile…

Benim Şarkım’da yıllanmış aşk hikâyeleri de bulabilirsiniz. Zeynep Delav’ın “Ölüyorum Kederimden” öyküsü bunlardan biri. Şarkının adı kurguya ilham kaynağı olmuş gibi görünmekte. Hikâyeyi olaylara şahitlik eden, sonunda kahramanı kadar yalnız kalan bir eşyanın dilinden dinleriz. Tüm umutsuzluğuna rağmen yıllarca umutla beslenmiş bir aşkın kırılma noktasına gelişini ve uzun zaman hasretle beklenmiş bir âşığın tükenişini okur, hüzünleniriz.

Sedat Demir’in “Zippo J03”ü elleri ceplerinde ıslık çalarak etrafını izleyen –yazar böyle tarif etmese bile bana öyle geldi- iyi bir gözlemci olan serseri ruhlu, dalgacı bir gencin öyküsüdür. İç sesin konuşmalarını işitiriz. Hiçbir şey umurunda değildir. Kendisiyle alaycı bir dille konuşur, arada kendini hizaya çeker. Etraftan gelen sesleri, şarkıları hasbihâline dâhil eder. Sonunda “Bir ihtimal daha var”da karar kılar. Yoksa yıllar evvel kaybolmuş Zippo, sahibine geri mi dönmüştür?

Esra Demirci’nin “Köşe” öyküsü, bir zamanlar peri kızı kadar güzel olan Gülzade’nin, berbat bir evlilik ve kötü bir olay neticesi bacağını kaybedişini; hayata ve insanlara küsmesini anlatır. İlhan İrem ve onun “Sürgün gibi masallarda” şarkısı genç kızın geçmişte kalan hayallerinin sembolüdür. Yaşama dönüşmeyen hayallerle birlikte Gülzade sesini de içine gömmüş, evinde sürgün gibi bir köşeye çekilmiştir. “Bazı insanların gerçekliği bazı şarkıların gölgesinde kalıyordu. Ne mutlu o şarkılara, vah ki o insanlara…” diyen kahramanın acısı içimizi burkar.

“Mavi Kanepe” öyküsünü Melike Günyüz “Hastayım, yalnızım seni yanımda/Sanıp da bahtiyar ölmek isterim” şarkısından esinlenerek kaleme almış. Öykünün kahramanı yaşlı kadın, kemoterapi hastasıdır. Hastalığının ciddiyetini tedavi günü mavi kanepeye oturup oturmamakla tayin eder. Mavi kanepeye oturmak ölüme yani sevdiklerinden ayrılığa bir adım daha yaklaşmak demektir. Belki ölümün tesellisi de çok sevdiği birinin kollarında gitmekle bulunabilir.

Fatma Akkubak İşler’in “Ya Evde Yoksan”ı, kederini avareliğe vurarak unutmaya çalışan bir kahramanın arayış öyküsüdür. Önce neyin peşine düştüğünü kendisi de bilmez. Ayaklarının hükmü altındadır. Nereye gideceğini onlar tayin eder. ‘Gidip dönmemek, gelip görmemek var’ misali sevdiğini aramaktadır. Arayıp sevdiğini bulamamak da vardır işin ucunda, ardına düştüğü kişiyi bulup da sevdiğini onda bulamamak da… Başımıza gelmesinden korktuklarımız adımlarımızı hep tutuklaştırır. Kahramanımız gelecek, sevdiğinin kapısını çalacaktır da o, “ya evde yoksa”…

“Selma’nın Yükselen Yıldızı” ile Yıldız Ramazanoğlu yeni zamanların insanının, çağın sancılarını geçmişe yaslanıp sığınarak hafifletme çabasını anlatır. Öyküde her şeyi olduğu, her şeye ulaştığı hâlde mutluluğu elde edememiş bir kadının kendilik soruşturması, hayatı gözden geçirmesi dile getirilir. Yaşanılan zamanın yapaylığına, sıkıntıların yarattığı kirliliğe rağmen sığınılacak geçmişin güzelliği Dilhayat Kalfa’nın besteleriyle sahicilik kazanmaktadır. Peki, Dilhayat Kalfa aranılan mutluluğun bir zamanlar sahibi olmuş mudur acaba?

Güray Süngü “Evvel Ahir, Batın Zahir” öyküsünde her zamanki gibi şuur akışı tekniğiyle ironik dilini konuşturur. Kahraman, alışılageldik olanı yadırgayan, her şeye yabancı bir bakışla etrafı gözlemleyerek sevdiğini beklemektedir. Uzunca bir süre hatta yıllarca bekleyen bu kahraman kimdir? İlk insan Adem. Havva’yı, onun çıktığı kaba geri döneceği günü beklemektedir. Öyküde renkler değişimin sembolü olarak devinim hâlindedir; açılır, koyulaşırlar. Dünyayı siyah beyaz ve renkli görmek arasında bir fark vardır, ‘renkler göz alıcıdır ve asıl görmemiz gerekeni görmemize engel olurlar.’ Bu aldanışın sebebi renkler mi yoksa cehalet midir? Öykü bir bakıma “Cahildim, dünyanın rengine kandım” sözünün felsefesini yapar. Yaşamın kıyısında beklemek yani oyundan çekilmek gerçeklik yanılgısını siler. Kıyıda her şey yavaş yavaş siyah beyaza dönüşür, tıpkı köpeklerin gözünde olduğu gibi. İnsan köpekleşince renkleri kaybeder yani iyileşir. Çünkü renkleri görenler renge sahip olanı değil, sahip olduğu rengi gördüklerinden hakikatten bihaberdirler. Dünyadaki kavgalar da renklerden çıkar.

Yunus Emre Tozal’ın kaleme aldığı “Adını Sen Koy” öyküsü on altı yaşındaki bir gencin konfeksiyon atölyesinde çalışarak hayata atılış macerasını anlatır. Atölyede çalışan buruk, kırık insanların kederlerini orada hep beraber Kral FM’den dinledikleri şarkılarla bütünleştiren kahraman, hayatı da şarkılar üzerinden tanır, anlar ve anlamlandırır. Zaten dünya hüzünlü bir yerdir. Cengiz Baba, Orhan Baba, Müslim Baba da böyle söyler.

Kitaptaki en son öykü, Sadık Yemni’ye ait “Şarkımı Geri Aldım”, Şekip Ayhan Özışık’ın “Belki bir sabah geleceksin lâkin” şarkısına ithaf edilmiştir ve yine yıllanmış bir aşk hikâyesini anlatır. Öykü, kahramanın yıllar evvel ihanet gördüğü, kırgın ayrıldığı arkadaşına yazdığı veda mektubudur. Nedim Karatura, kahramanımızın yıllar evvel mektuplaşarak gönül bağı kurduğu Bahar’ı bir şekilde kandırarak evlenmiştir. Bahar’ın güzelliğini, iç ışıltısını, aralarındaki yüksek frekanslı aşkı unutamayan kahraman, hayatın getirdiği güzel bir tesadüf sonucu arkadaşının ve onun eşi olan eski sevgilisinin izini bulur. Ancak mutluluğa fazla zaman yoktur. Bu sırada ölümün ayak sesleri de duyulur. Sonun gelişi hem hasreti dindirecektir, hem de geçmişin hesabı kapanacaktır, perde gibi…


Şarkıların dünyasına ait her şeyi sevmeye hazır olduğum için midir, bilemem, müziğin uçsuz bucaksız çağrışıma açık, hatıralara dönük sıcacık yüzünü öykülerin kurgusal dünyasında görmek hoşuma gitti. Yalnız şunu söylemeden edemeyeceğim: Kitaptaki öykülerin tümü diyemem ama çoğu şarkı sözlerinden ilham alınarak yazılmış yani şiirsellikten, sözden ve onun gücünden kuvvet alarak. Oysa böyle bir kitapta müziğin, şarkıların, sazların sesine de kulak vermeli, Tanpınar’ın ve Yahya Kemal’in öğrettiği gibi sesin bizi ulaştırdığı ufuklarda da gezinmeliydik, kanaatimce. Sesin ruhta yarattığı hazzı yani müziği duymak isterdim. Yine de kitabın çok sesliliğini sevdim. Bazı öyküler oldukça başarılı. Üstelik artık unutulmaya yüz tutmuş şarkılar var burada. İsterseniz, siz de okuyun ve dinleyin. 

Tuba DERE/ Ayraç Dergisi 74.sayısı

Benim Şarkım- Erdem Yayınları 2015



22 Aralık 2015 Salı

Katuna’nın Genç Öğretmenleri


Biz Toroslar’ın hikâyelerini Yaşar Kemal ve Orhan Kemal’den okuduk, Akdeniz insanının dünyasına onların kitaplarından baktık. Ben, onlar kadar güçlü bir kalem olan, çok sayıda sinema ve edebiyat ödülünün sahibi Osman Şahin’i geç tanıdım. Oysa Züğürt Ağa, Kibar Feyzo, Kurbağalar gibi filmlerini küçük yaşlarda izlemiş ama senaryoların onun kaleminden çıktığını fark etmemiştim.  Osman Şahin öyküleriyle tanışır tanışmaz bir kitapçıya gittim, bulabildiğim tüm kitaplarını satın aldım, hepsini bir solukta okudum. Bazı yazarlar böyledir, bir öyküleriyle, birkaç cümleyle kalbinizi fethediverirler, sonra müptelası olursunuz.


Osman Şahin ne yazsa okunur ve aynı lezzettedir. Dağlardan gelen, berrak bir kaynak suyu gibidir onun öyküleri. Tadına doyamaz, içmekle kanamazsınız. Yaz sıcağında esen, Torosların ferahlatıcı havasını getiren ama iç sızlatan tatlı bir rüzgârdır bu öyküler. Kimler, neler yoktur ki içlerinde? Masallar, efsaneler onun anlatımıyla dile gelir. Okudukça yörük köylerine konuk olur, onların sofralarına oturur, bir lokma kuru ekmeklerinden bölüşür, koyun keçi peşinde koşturan çocuklarını seversiniz. Tarlada güneş altında onlarla kavrulur, içlerinden biriyle kış ayazında dağda bir mağarada ölümle burun buruna gelebilirsiniz. Pek çok kadına rastlarsınız onun öykülerinde. Sırtına yavrusunu sarıp çalışmaya giden, yollara düşen çilekeş ama güçlü kadınlara da, eşkıyaların elinden kurtulmak için onlara masallar anlatarak hakikati gösteren bilge kadınlara da rastlayabilirsiniz. Osman Şahin’in eserleriyle Akdeniz’in, Anadolu’nun dağlarında, köylerinde yaşayan kadın, erkek, genç, ihtiyar, çoluk çocuk bir sürü tanıdık insan dünyanıza doluşuverir hatta düşlerinize bile girebilir. Bu kadar canlı kahramanlar yaratan, üstelik bunu yaparken kalemini hiç zorlamayan, sözü yokuşa sürmeyen bir yazardır o. Kaleminin gücü yaşamın kendisinden gelir. Anlattıkları sanki kurgu ve kurmaca değil, ayniyle vakidir.

2010 yılında Günışığı Kitaplığı, editörlüğünü Semih Gümüş’ün yaptığı “Köprü Kitaplar” adlı bir seçki hazırlamış. Geçmişle gelecek nesil, yetişkin dünyası ile yeni kuşak gençler arasında dil, yaşam biçimi, dünyayı algılama gibi mesafeleri aşarak bir köprü kurmayı, gençleri edebiyatın usta kalemleriyle karşılaştırmayı hedefleyen bu proje içerisinde Osman Şahin’in de -özellikle bu seçki için hazırladığı- bir kitabı var: Katuna’da Dokuz Ay. Kitap, aynı yıl, Memet Fuat Yayıncılık ödülünü de almış. Özellikle yetişkinler için yazan, güçlü kalemlerden çıkan çocuk kitapları hep dikkat çekicidir. Öyküleme tekniğini ve üslubunu tanıdığımız yazarların, çocuk dünyasını algılayıp ona seslenirken izledikleri yol benim için daima merak konusu olmuştur. Çünkü mesele çocuk kitapları olunca sanatsal kaygıyı öteleyen başka bir endişe karışıyor işin içine; eğitici, öğretici olmak. Metni didaktik unsurlara boğmadan, edebi niteliği ve sanatsal çizgiyi koruyarak çocuk ve gençler için yazmak oldukça zor. Bu nedenle değil midir ki, çocuk edebiyatının güçlü eserleri parmakla sayılacak kadar azdır.

Kendisi de öğretmen olan Osman Şahin, Katuna’da Dokuz Ay romanında öğretmen kahramanlar yaratmıştır. Birlikten doğacak kuvvete ihtiyaç olduğundan olsa gerek, romanına tek bir öğretmeni değil de beş genç kızı kahraman olarak seçmiş ve Katuna’da Dokuz Ay’ı, Anadolu’nun sahipsiz köylerinde, mezralarında mezarı bulunan köy öğretmenlerine ithaf ederek daha başlangıçta kalbimize dokunuvermiştir. Kitap, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazılmış köy romanlarına benzer. Ancak köye ve yöre insanının yaşam biçimine tepeden yahut kuş bakışı değil, anlamaya çalışan bir tavırla yaklaşır; umutlu, yapıcı, aydınlık, içeriden bir bakıştır bu. Özellikle romanın anlatıcısı Selma’nın sözlerinde Çalıkuşu Feride’nin idealizmine benzer bir ışıltı sezeriz. Eserde öğretmenlik, eğitimcilik tesadüfen edinilmiş bir meslek değildir. Yalnızca okulla, öğrencilerle sınırlı kalmayan; ailelerin, kadınların yetişmesine önem veren, halkın yaşamını değiştirmeye çalışan eğitim anlayışı, olayların geçtiği döneme ait bir düşüncedir ve eğitim enstitülerinden yetişmiş eğitimcilerin yaklaşımı bu yöndedir.

Katuna’da Dokuz Ay gerçek bir hikâyeden yola çıkılarak yazılmış, 1966 senesinde Adana Yatılı Öğretmen Okulu’ndan mezun olup Mardin’in Katuna adlı köyüne atanmış, beş genç kızın öyküsünü anlatmaktadır. Romanın anlatıcısı Selma ile arkadaşları Tülay, Nebiye, Emine ve Zübeyde Katuna’ya geldiklerinde henüz 17 yaşındadırlar. Burada hayatlarında ilk kez gördükleri köy yaşamından öte onları zorlayacak bir ilkellikle, katı kuralları olan geleneklerle, cehalet ve tembellikle karşılaşırlar. Savaşıp değiştirmeleri gereken bir yığın şey vardır. Köylülerin, beslenme, barınma ve temizlik gibi temel ihtiyaçlarını gidermekle ilgili sorunları olduğunu görürler. Yolu bile olmayan bu köyde; tuvaleti, banyosu olmayan köy evlerinde kötü koşullar nedeniyle ölümler de yaşanmaktadır. Hem aşiret ağalarının baskısı altında hem de aşiretler arası gerginlikten ötürü ezilen halk, geri kalmışlığa mahkum edilmiştir. Mutsuz, gülümsemesiz, yoksul insanlardır Katunalılar, özellikle Katuna’da kadınlar. Daha fenası cahildirler.

Genç öğretmenler, henüz köye gelmeden yolda, sıkıntılarla karşılaşıp gerçeklerle yüzleşmeye başlarlar. Onları köye getiren Kadir Amca “Çektiğiniz rezilliğin hakkını verin. Vatana millete yararlı olun!” diye bir tembihte bulunup gider. Kızlar, ailelerle yakınlık kurarak öğrencilerin ev hayatını gözlemleyip sorunları yavaş yavaş tespit ederler. Aşiret ağaları tarafından kabul görüp benimsenmeleri Katuna’da işlerini kolaylaştırır. Zamanla köy yaşamı içerisinde yaşanan acıları birer eğitim fırsatına çevirip hizmete dönüştürürler. Köyde onlar sayesinde her eve ayrıca da okula “hela”lar yapılır, kadınların yıkanma yerleri düzgün ve korunaklı hâle getirilir. Kar, yağmur yağdığında çamur ve balçıkla dolan köy yoluna taş döşenir. Aldıkları tedbirlerle çocukların salgın hastalıktan kurtulmasını sağlarlar. Genç kız ve kadınlara örnek olmaya, biçki dikiş kursu düzenleyip onları temizlik, sağlık, eğitim gibi konularda bilinçlendirip bilgilendirmeye çalışırlar. Aşiretler arası barışın sağlanmasında rol oynarlar. Onlar bir bakıma köyde devleti temsil ederler, köylülerin ilçe, kaymakamlık ve jandarma ile iletişimi sağlarlar. Sonunda köylüler öğretmenlerine minnettarlıklarını onlar adına bir anıt yaptırarak gösterirler.

Romanda beş arkadaş, nerdeyse aynı kişiliktedirler, birbirlerine çok benzerler, hep birlikte hareket ederler. Aralarında çatışma ve görüş ayrılığı yok denecek kadar azdır. Zaman zaman görev ve sorumluluklarının sınırı konusunda tereddüte düşerler. Hepsi yaşamın pratiklerine dair bilgi sahibidirler. Onlar da gençtir ve kıt imkânlarda yaşamaktadırlar ancak taşıdıkları sorumlulukla birden büyüyüp olgunlaşırlar. Roman, seslendiği okur kitlesinin(özellikle 12-18 yaş aralığı denilebilir) düzeyi göz önüne alınarak kurgulanmış olduğundan kahramanlar, fiziksel ve karakteristik olarak derinleştirilmemiştir. Yalnızca eserin mesajına hizmet ederler. Romanın genel teması genç öğretmenlerin köydeki cehalet ve tembellikle savaşmasıdır. Ancak kurguda kahramanların iç dünyasındaki çatışmalara yer verilmediği gibi dış dünya ile yaşanan çatışma da çok gerilimli bir seyir izlemez. Kızlar, önce aşiret reislerinin, çocuğunu okula gönderen ana babaların, sonra da tüm değişimlere atalarından böyle gördükleri gerekçesiyle karşı çıkan köylülerin saygısını kazandıklarından mücadele ettikleri olaylarda çabuk başarıya ulaşırlar.

Eserde eşyası ve düzeni ile köy evleri; kışı, güzü, baharıyla Katuna tasvir edilerek gözler önüne serilir. Osman Şahin öykülerinin aşina coğrafyasıdır bu. Masallardan, efsanelerden beslenen bir nefes bu kitaba da hayat verir. Kadınların boncuklu, muskalı saç örgüleri, giysileri(yazar “giyit” demeyi tercih ediyor), genç öğretmenlerin dağ yolculuğu, mağaralarda yaşayan insanlar, Hamu’nun, büyük sakal Şeyh Pulan’ın, Livaze ile Nihat’ın hikâyeleri diğer Osman Şahin öykülerinin büyülü, masalsı havasını bu romanda da estirir. Kitaptaki tüm bölümler özel adlar almıştır ve müstakil bir öykü tadındadır.

Öğretmen olsaydım bu kitabı öğrencilerimin okuma listelerine dâhil ederdim. Okurken kitaptan bazı bölümlerin özellikle Türkçe ders kitaplarında yer alabileceğini de düşündüm. Ayrıca Katuna’da Dokuz Ay dil, üslup ve derinlik bakımından hitap ettiği okur kitlesine uygun hazırlanmış bir gençlik romanı olsa da yetişkinler tarafından okunup sevilecek kadar içten, sıcacık bir eser.


1966-67 yıllarından bu güne o coğrafyada elbette pek çok şey değişmiştir. En azından artık elektriği, suyu olmayan köy kalmamıştır. Ancak hâlâ çok eşlilikten, küçük yaşta evlendirilen kız çocuklarından, aşiret kavgalarında dökülen kandan söz ediliyor. Fakat asıl acı olan şudur ki kendi kabuğuna çekilip daha bireysel yaşamayı seçen, yeni dünya insanı toplumdaki bu sorunları çözmek konusunda artık eskisi kadar sorumluluk hissetmemektedir. Genç, yaşlı pek çok eğitimci artık omuzları üzerinde bu tarz yükler taşıyabilecek durumda değil. Osman Şahin’in romanının en dikkate değer yanı da burasıdır: Bu kitapta gençlere artık onların dünyasında önemini yitirmiş, belki de tamamen silinmiş ideallerden bahsedilir. Katuna’da Dokuz Ay, ışıltılı bir geleceğin ancak idealist gençler sayesinde kurulabileceği mesajını taşır; dün ile bugün, köy ile kent, eski ile yeni arasında köprülerin nasıl kurulacağını ve yarının daha iyi nasıl inşa edilebileceğini hepimize tarif eder.

Osman Şahin, Katuna'da Dokuz Ay, Günışığı Kitaplığı

Osman Şahin Hoca'mın hürmetle ellerinden öpüyorum.

Tuba DERE / Ayraç Dergisi 73.sayısı


5 Ekim 2015 Pazartesi

Bir Dünya İnsan

“Seni sevip çekildim dedim dünya bu kadar” Süleyman Çobanoğlu

“hepsi bu kadardır: adı yaşamak” Süleyman Çobanoğlu


İnsan zihni bilmediklerine ancak bildiklerinden yola çıkarak kapı açmakta mahirdir. Yeni tanıştığımız insanları bile çok defa eskiden tanıdığımız birilerine benzeterek kabulleniriz, bu sebeple ilk izlenimlerimiz eski deneyimlerin gölgesiyle bulanır. Yazarlar ve kitaplar için de durum farklı değildir, içimizde müstakil kimliklerini zamanla kazanırlar.

Ben Afili Filintalarla tanıdım Mahir Ünsal Eriş’i. Bir grup genç kalemin arasında. Birbirlerini hatırlatan dalgacı bir yanları vardı Filintaların, sevmiştim. Eriş orada, “Geçmişe Mazi Lügatı”na devam edebilseydi kim bilir daha neler yazacaktı? Edebiyat dünyasında ismi ilkin Barış Bıçakçı’ya benzetilerek anıldı. Evet, ikisinin de öykülerinde benzeşen taraflar -Ankara’yı anlatmak gibi- bulunuyordu. Lâkin “hüzünlü mağlupların iyimser yazarı” ikinci öykü kitabı “Olduğu Kadar Güzeldik”le hafızalarda eski tanışların izlerinden sıyrılıverdi ve Sait Faik Hikâye Ödülü’nü aldı. Ardından hemen “Dünya Bu Kadar” yayınlanmasa biz hâlâ o öykülerin içimizde bıraktığı buruk tadı konuşuyor olacaktık. Ödüller, ister istemez yazarından beklentiyi çoğaltır. Bakışlar hızla yeni kitaba çevrildi. Bakalım bu kitap, onun öykücü kimliğine “roman yazarı” sıfatını nasıl eklemişti?

Dünya Bu Kadar’ı elimize alır almaz Âh Muhsin Ünlü’nün mısralarıyla karşılaşırız; “Burası dünya ya hu/Burası bu kadar işte” Neden acaba kitaba bu ad verilmiştir?

Kitaptaki üç bölüm de aynı ifadeyle başlıyor. “Bir ikindi kahvaltısı yapacaklardı. Güneş gelmedi.” Biz Güneş’in kim olduğunu ve kahvaltıya neden gelmediğini merak ededuralım, kendimizi Turan, Güneş(isimlere dikkat), Mükerrem, Deniz ailesinin hikâyesini okurken buluyoruz. Henüz Mükerrem Hanım’ın dantelalı sıcak havasıyla sarıp sarmalanmışken neye uğradığınızı anlamadan, iki-üç sayfa sonra hoop Kore Savaşı’nın ortasına düşüveriyoruz. Binbir Gece Masalı gibi hikâyeden hikâyeye kapı açılan kurguda tabiri caizse kameramanın gözü kime takılırsa orada kalıyor. O sırada anlatılan hikâyedeki esas kahramanının bir yakını oluyor genellikle bu; oğlu, kızı, annesi, babası ya da bir arkadaşı… Ancak kimsenin bir şeyi olmayan, bir önceki vaka içerisinde tesadüfen bulunmuş, kameranın nasıl olup da kendisine takıldığını anlayamayacağımız Şelhum asteğmen, yönetmen Gökhan gibi tipler de çıkıyor, aralarından. Bir önceki hikâyenin ikincil kahramanı bir sonraki hikâyenin ana kahramanı oluveriyor. Bu sayede kitaba kimler konuk olmuyor ki? Kore gazileri, depremzedeler, ikinci kez dünyaya geldiğine inananlar, yetimler, falcılar, pazarlamacılar, işportacılar, göçebeler, eşcinseller, Gezi kahramanları ve mağdurları, politikacılar, tüccarlar yani sayılamayacak kadar çok insan ve olay…

Öykü kitaplarında okurlarını anlatımdaki ustalığıyla mest eden yazar, bu kitabında da(hem de daha oturmuş biçimde) tarzını devam ettirmekte. O, bir kere, sıkı bir vakanüvist. Aramızda yıllarca cebinde bir kamera ile gezmiş, zaman zaman gözüne kestirdiklerine mikrofon uzatmış, ara sıra gizli dedikodulara kulak kesilmiş afacan bir çocuk bakışıyla kaydetmiş nerdeyse eski, yeni her şeyi. Sanırsınız ki ömrü boyunca gittiği yerleri, tanıdığı insanları detaylarıyla not etmiş ya da bir kez kazımış belleğine, bir daha silmemiş. Memleketin son 30-40 yıllık manzarasını, biz orta yaş kuşağının aşinası olduğumuz ayrıntıları, mahallede, çarşı pazarda kurduğumuz ilişkileri ve bunların zamanla nasıl değişim geçirdiğini, toplumdaki sıradan kişileri hatta bizi, bakıp gördüğümüz ama değer vermediğimiz şeyleri kendi gerçeklik ve sadeliğiyle tatlı tatlı anlatıp anlatıyor. Bu sahicilik içerisinde saklı duran komediyi yahut kederi tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor.

Anlatım, kitapta hikâyesi peş peşe sıralanmış kahramanlar üzerinden yürüse de hiçbir karakter ötekine göre öncelik kazanmıyor. Bu nedenle romanın bir ana kahramanı yani esas oğlanı, esas kızı ya da birincil derece kahramanları yok. Bölüm başlarında ismi zikredilen Güneş’i bile sonunda çok az tanıyabiliyoruz. Umutsuz biçimde Bilge’ye âşık olduğundan ve define mağduru edebiyat hocası Turan Bey’in oğlu olmasından başka, hakkında fazlaca bir malumata sahip değiliz. Ne kaç yaşında olduğunu ne hangi işle iştigal ettiğini öğrenebiliyoruz.

Temposu oldukça yüksek bir kitaptır, Dünya Bu Kadar. Yazarının anlatma iştahı, söze nokta koymadan devam edişi insanı soluksuz okumaya sevk ediyor. Bazen tebessüm ettiriyor, bazen hüzünlendiriyor ama lafını balla kestirmiyor. Muhabbetin bolluğundan ötürü, bir türlü başından kalkılamayan bir sofraya dönüşüyor okuma serüveni. Kurgusal yapıyı anlamaya çalışırken ilk bölüm bitiyor. İkinci bölüm de ilkinden farksız. Bu heveskâr anlatıcıya arada “Ya hu abicim azıcık dinlen, soluklan da biz de kim kimdi, neydi bi anlayalım.” demek istiyor insan.

Kurguda bir yerlerde geçmiş hikâyelere, ilginizi çeken tiplere geri dönecek bir manevra beklerseniz, yok. Zamanlar ve şehirler arasında sıçramalar yapılarak devam eden anlatı, sürekli ileri doğru yol alıyor. Sanki herhangi bir şehre gitmeyen, istasyonlarda bile mola vermeyen, hızlı bir trene binmişsiniz. O tren Kore’den İmroz’a, oradan Antakya’ya, Gölcük’ten Ankara’ya uzanan çok geniş bir coğrafyayı kapsayacak uzun bir seyahate çıkarmış sizi. Güzel görüntüler, hoş insanlar gözünüzün önünden akıp gidiyor ama hiçbirine yaklaşamıyorsunuz. Söz gelimi “Hani n’oldu bizim minik Sibel?” diyecek olsanız, beş sayfa öncesinde kaldı ve kendisini bir daha göremeyeceksiniz, hakkında kimse de bir şey bilmeyecek. Kitapta kimseyi yakından tanıma şansınız olmayacak. Hiçbiri bir roman karakteri olarak derinleştirilmemiş çünkü. Yanınızda çoğu kez bir olaylık kalıyorlar, sonrasında bir daha göremiyor, akıbetlerinden de haberdar olamıyorsunuz. Oysa kendi adıma Nuri, Bahtışen, Rehber Koço gibi bazı renkli simaları yakından tanımak, bir müddet ahbaplık etmek isterdim.

Romanın ilk bölümünde detayların hepsinin temel bir kurguya hizmet edeceğini düşünerek, ilişkileri kavrayabilmek için kendimce notlar alsam da bir süre sonra vazgeçtim. Kurgudaki tüm ayrıntıların birbirinden bu ayrıksı duruşu bir zaman sonra bütünlük duygusunu kaybetmenize neden oluyor. Peş peşe, sürekli yeni biriyle karşılaştığınız için bir süre sonra akıntıya bırakıyorsunuz kendini. Yazar hikâyeler arasındaki hızlı geçişi öyle ustaca yapıyor ki, okurken kopukluk hissetmiyorsunuz. Kalabalıktan başınız dönüyor, gürültüden kulaklarınız uğulduyor ama neye uğradığınızı da anlayamıyorsunuz. Her şeye rağmen bence yazarın, bir kaba boca eder gibi hikâyesini anlattığı, saçılmış tespit taneleri gibi birbirinden uzak görünen bunca zevatı nerede, hangi olayda, nasıl toplayacağı, sözü döndürüp dolaştırıp nereye getireceği merakı, kitaba duyulan ilgiyi diri tutuyor.
Romanda ortalıkta dedikodusu dolanan, birkaç kişinin de başını derde sokan bir define haritası meselesi var. Kitabın son bölümünde bu konu etrafında evvelden kendisiyle tanıştığımız bazı kahramanlar, mesela Figen ile kızı Bilge, Figen’in abisi Fikret, Güneş ile babası Turan Bey, rehber Koço ve politikacı-tüccar İbrahim Hilmi Bey yeniden karşımıza çıkarlar. Ancak ikinci kez sahneye teşrif eden bu kişiler baştan beri bir motif gibi süregelen define meselesine açıklık getirmek, sona kavuşturmak yerine, yeni bir macera eklemekle yetinirler. Hani kitap devam ettirilse - ki kurgu buna çok müsait- söz konusu define mevzusundan daha ne hikâyeler çıkar, kim bilir?

Bildiğimiz romanlardan değildir Dünya Bu kadar. Kitap biter ama “son”a ermez. İçerisindeki hikâye yahut olaylar da genellikle bir sonla neticelenmez. Yalnızca yenisi ortaya çıkınca eskisi, deyim yerindeyse, gündemden düşer. Kurguda ana omurgayı teşkil edecek temel bir olay örgüsü olmadığı için düğümler de bulunmaz. Üzerinde başka türlü çalışılsa her biri müstakil birer öykü olabilecek, birkaç kitaplık öykü ve kahraman var Dünya Bu Kadar’da (Bu nedenle kitap bende biraz, elden çıkarmakta acele edildiği için heba olmuş bir sermaye izlenimi uyandırdı.). İlginçtir ki bazı kahramanların hikâyesi hatta bazı bölümler kitaptan atılsa kurguda herhangi bir sarsılma olmayacak. Böyle bir öyküleme tekniği, metnin kısaltılabilir ya da uzayabilir nitelikte oluşu, belki e-kitap formatında, yeni tekniklerle yayınlanmasına imkân sağlayabilir.

Günümüz edebiyatında artık türleri ayırt edici, kesin çizgilerin bulunmadığını kabullenmek gerek. Bir eseri tüm kitaplarla aynı ölçütlere tabi tutup değerlendirmek zaten yanlış olur. Her romandan ille de organik bir bütünlük beklenemez. Bu gün modern edebiyat ve sinemada olayların paralel evrenlerde aktığı, ama birbirine hiç ilişmediği kurgular görmekteyiz. Ancak bu hikâyelerin çoğu, bazı detaylarla birbirine bağlanır yahut ortak alt metin, mesajlar en azından motifler sayesinde aralarında ilgi kurulur ve senkronizasyon sağlanır. Kitapta Gölcük depremi gibi büyük bir olay yahut elden ele gezen define haritası, başka başka kızların sırtında gördüğümüz beyaz hırka gibi motif yahut figürler bana göre, pekâlâ bu türden bir ilişki için kullanılabilirdi. Kurgunun, içerisindeki çok parçalı örüntüyü bütünleştirecek bağlantılardan yoksun oluşu, Dünya Bu Kadar’ın en zayıf yönüdür ve kitabın güzelliğine bir parça gölge düşürmektedir, kanaatimce.

Hasan Ali Toptaş “yazılan her romanın, roman sanatını yeniden tanımlayışı”ndan söz eder. Bazı kitapların yazarına asi gelip kendi yolunu çizdiğinden bahsedilir. Dünya Bu Kadar da “böyle olabildiği” için mi yoksa “yazarı öyle istediği için” mi, kısa öykülerden iç içe geçmiş halkalar gibi sarmal bir yapı tasarlanarak yazılmıştır, bilinmez. Eriş, yeni bir teknik denemiş, neticede. Romanın öyküleme tekniği, roman olup olmadığı, başarısı zaman içerisinde teorisyenler tarafından sorgulanacaktır. Bu tarz kuramsal tartışmalara girebilecek yetkinlikte olmadığımı, kitap hakkında yalnızca okuma deneyimime dayanan öznel tespitler yaptığımı özellikle belirteyim.

Bir kitapta olmayanı aramak yerine olanların tadına varmalı. Oldukça zengin, gözleme dayanan, hoş anlatımı; öykülere kazandırılmış derinliği, sayısız kahramanı ile bu kitabı seveceksiniz. Hem zaten romanın, hayatın geçiciliğini vurgulayıp anlamını sorgulayan, her şeyi izah edecek, bunca kalabalığı altında toplayacak bir çatısı var: Adı… “Dünya Bu Kadar”.

Dünya Bu Kadar/ Mahir Ünsal ERİŞ
İletişim Yayınları

Tuba DERE / Ayraç Dergisi Sayı 71

18 Ağustos 2015 Salı

Mazi İmha Merkezi yahut Aşk Bozan


Seveceğimi bile bile ertelediğim kitaplar ve yazarlar olur. Keşfedilmek için özel zamanları beklerler. Çünkü okumanın yaşama ve koşullara denk düşen, kısmet gibi bir zamanı vardır. Üstelik bir yazarı anlamak için tek bir kitaptan bakmak da yetmeyebilir.

Bir süre önce Nermin Yıldırım’ı ITEF etkinliklerinde “zaman, algı, bellek” konulu bir söyleşide görüp tanımıştım. Henüz hiçbir kitabını okumadığım için onu, yazısının cahili bir merakla dinlemiş,  sohbetinden sızan kıvrak zekâyı sevmiştim. Genellikle bu ilişki tam tersinedir. Kitaplarla tanışıp yazara gidilir ama çok defa okurun tasavvuru ile yazarın gerçeği örtüşmez. Oysa bir yazarı tanıyıp kitaplarını okuma isteği duymak, görüp sevdiğimiz bir dünyanın yazıdaki iz düşümünü izleme isteğidir ve çok defa bizi yanıltmaz.

Nermin Yıldırım’ın okunacak dağlar gibi kitabın arasında seçilip gelen son romanı yazısıyla tanışmak için pek de güzel bir fırsatmış.

Bir aşk acısının, ayrılığın ilk günlerindeki sancının muhteşem tarifiyle karşılar bizi Unutma Dersleri. Mesele sinema ve edebiyatta sıklıkla yer bulmuş “unutmak”  kadar tanıdık bir konu, ilk cümle “Size öyle bir hikâye anlatacağım ki, anlatacaklarım bittiğinde, öğrendiklerinizin bir kısmını unutmak isteyeceksiniz.” gibi klişe bir iddia olunca bencileyin meraklı okurların zihninde birtakım önyargılar oluşabiliyor, hâliyle. İlkin Yedi Peçeli Efsanesi’ndeki gibi sevgili imgesinde bir çözülme,  Irvin Yalom’un “Aşkın Celladı” öyküsünü hatırlatan bir çözümleme beklentisiyle okumaya başladım.  Hatta kurguya kendimce bir rota bile çizdim. Ama üzülmeyin, yanıldığınızı anlamanız uzun sürmüyor. Çok söz söylenmiş konular hakkında yazmak, hep aynı seslerde gezinmek, başkalarının söylediklerinden öteye geçememek gibi riskler taşır. Ancak Unutma Dersleri’nde kurguya katılan, üzerinde epey çalışılmış psikolojik ve felsefi derinlik onu bu tehlikeden koruyor.

Kitabın ilk sayfasında, acısıyla kalbimizi alıp yerlere çalacağını zannetsek de şeker şerbet dili, kendisiyle ve hayatla eğlenmeyi bilen insanların muzipliği ile ciğer parçalamaktan çok yüzümüzü tebessümle dolduran hâlleri var, yazarın. Daha doğrusu öyküsünü kendi dilinden bize aktaracak olan Feribe’nin. Zaman zaman cüretkâr bir dille anlatır başından geçenleri, alaycılığını dil uzattığı her yere bulaştırır, acısını gülerek hafifletenlerdendir, belli ki… Okuma serüvenimizi eğlenceli bir yolcuğa dönüştürür.

Bir bankacı olan Feribe, hayatın beklenmedik süprizleri sonucu kendini yasak bir aşk hikâyesinin ortasında bulmuştur. Rüyâ kısa sürmüş, henüz çizgiden çıkmanın heyecanı, kaygıları, şaşkınlığı içindeyken hikâye bitmiş, geride keskin bir acı ve ağır bir suçluluk duygusu kalmıştır. Ayrılığın sevdaya dâhil yanı onu zorlamaktadır. Çünkü akıl gerçeğe, kalp rüyâya inanır. Akıl hakikati kolay kabul eder de kalbin ikna olması zaman alır. Rüyâ ile gerçek arasındaki mesafe bazen çok açılır ve zemin farkı birinden diğerine geçişi iyice zorlaştırır.

Okuyucu romanda olayların akışını aşk değil, ayrılık noktasında izlemeye başlar, Feribe’nin hikâyesini onun hatırladıkları ya da unuttukları arasında dolaşırken öğreniriz. Onun hafıza koridorlarındaki gezintimizi Mazi İmha Merkezi’nde alacağı önce hatırlama, sonra unutma temalı dersler sayesinde yaparız. Romandaki diğer kişiler ikincil rollerde olduğu için bütün işleniş Feribe üzerinedir. Meselâ kurguda, aşk acısından yola çıkılmış gibi görünse de kitapta sevgilinin neredeyse esamesi okunmaz. Hatta acılı âşık Feribe bile sevgilisi Nedim’in karmaşık, uzun kirpiklerinden başka bir şey hatırlamaz, desek yeridir.

Zaman zaman hafızası kıt balıklar gibi acı veren hatıraları unutmayı kim istemez? Unutmak isteğinin temelinde birkaç sebep vardır. Yitip gitmiş tüm güzel anlar zehirlidir, özlemek yüzünden hayatın sularına acı karıştırır. Bazen boş bulunur insan, bu yüzden hayatımız, lüzumsuz insanlar, başımıza gelmiş uğursuz olaylarla doludur ki hatırlamak bile istemeyiz. Hataları, utançla andığımız olayları, hiçbirini…

Unutmak dediğimiz şey, esasen önemsemekten kurtulmak arzusudur. Romanda Feribe’nin de ayrılık acısı henüz tazedir, hayatın bilindik yollarından çıkmış ve ezberlerini bozmuştur. Hata yapmayı kendine yakıştıramayan, mükemmeliyetçi insanların kaygılarını taşır. Duyduğu utanç sebebiyle yaşadıklarını dostları ve yakınlarıyla paylaşamaz. Acı tarafından tüm dengeleri altüst edildiği için eski rutin, sıkıcı ama düzenli, alışıldık yaşamına da dönemez. Kabahat dolu bu hakikat, doktora tedaviye gitmiş bir hastanın deva umudu gibi ancak hiç tanımadığı ve bir daha asla karşılaşmayacağı yabancılara anlatılabilecek cinstendir. Çaresizlik onu, tesadüfen karşısına çıkan Mazi İmha Merkezi’ndeki derslere ve yaşayacağı yeni maceralara sürükler.

İlk bakışta kişisel gelişim merkezlerine benzeyen Mazi İmha Merkezi, -bana çocukluğumuzun uzay çağı filmlerindeki mekânları anımsatan- teknolojik donanıma sahip, bilimsel verilere dayanılarak hazırlanmış, danışanlarına hafıza temizleme hizmeti sunan bir yer olarak tarif edilir. Biz de Feribe ile MİM’den içeri adımımızı atarız. Aşk acısı çeken biri olarak orta yoğunluklu travmalar bölümünde ders alacaktır Feribe.  Onu saran merak, bizim de yakamızı bırakmaz. “Malumat” departmanında başlayıp “Son Karar” departmanında çözülecek bir sırra kadar yaşanan tüm serüvende bizi kurgunun içinde tutar. Zaman zaman şaşkınlıklar alır, merakın yerini. Zaten MİM çok iyi kurgulanmıştır. Feribe’ye MİM yolculukları sırasında eşlik eden yakışıklı lordtan, katlara çıkaran asansörün müziklerine,  derslerin yol göstericisi “Ses”in anne şefkatinden, “Biz bize paketi”ndeki Mehpare’ye kadar tüm detaylar kurguya bir yapboz parçası gibi hizmet eder.

Gerçek birçok yüzlüdür. Sonunda yapboz tamamlanacaktır. Ayrıntıları görebilmek için önce Feribe’nin annesinin öyküsünü hatırlamasını beklememiz gerekir. Sonra bankada yaşanan hırsızlık olayı için Süheyla’nın, Feribe’nin eşi Vedat’ın bildiklerini öğrenmek için Selim’in hafiyeliğine ihtiyacımız olacaktır. Feribe “Son Karar” departmanına gittiğinde şaşkın Şinasi’nin sesini işitip girmesi yasak olan odalara dalınca MİM’in verdiği özel “çivi çiviyi söker” hizmetinden de haberdar oluruz.  Romanın son bölümünde yüzleşmeler peş peşe sıralanır. Meşhur Truman Show’un kurmaca dünyasını hiç aratmayan, insanların mutsuzlukları ve umutları üzerinden para kazanmayı iyi beceren, para tuzağı MİM’in de cilası dökülür, her şey anlaşılır. Ortaya çıkan gerçekler aslında yaralayıcıdır.
Romanda bizi ruhsal çöküntüye uğratan travmaların görünen ya da karanlıkta kalan yüzleri irdelenirken aşk, aile, evlilik, namus, sadakat, dostluk gibi kavramların da soruşturması yapılır. Aşk acısı giz dolu bir ıstırabın üzerini örter. Hayatta da öyle değil midir? Su yüzüne çıkanlar, derindekilerin hem habercisi hem de perdesi olur çok defa. Hatırlamak bir nevi kendiyle ve geçmişiyle barışmaktır. Unutmaksa her şeyi olduğu gibi kabullenmek…

Romanın sorguladığı konular arasında gerçek de yer alır. Nedir gerçek? Hatırlanan mı yaşanmış olan mı? Hatırlamak yaşadığını ispatlamaktır. Hatta insan hatırladığı ve hatırladıklarından anladığı kadar yaşar. Yaşamın iyi ve kötü tortusu hafızada birikir. Hafızanın zaman içerisinde “unutmak”, tavsatmak gibi kendini temizlenme yöntemleri vardır, elbette.

Bir gün hiç beklenmedik bir zamanda her şey birbirine karışabilir, acılar zihni parçaladığında bütünlük duygusu bozulur, hafıza geçmişe ait gerçekleri başka türlü kodlayarak saklamaya girişir, hastalık baş gösterir ve algı, gerçeği yeniden şekillendirir. Bizi yanıltmakla kalmaz, kandırabilir. Asıl acı olan böyle durumlarda iyileşmek için çok derinlerdeki gizli acılara temas etmek mecburiyetidir. Feribe’nin hikâyesini okuduğumuzu sanırken kendi hikâyemize de açılan kapılar buluruz. Roman işte tam buradan çarpar bizi.

Baştan sona satır satır altı çizilecek cümleler var, kitapta. Hayatın içindeki olayları meraklı bir öykü okumuş da ana fikrini arıyormuş edasıyla izleyen, yaşamdan türlü türlü dersler çıkarmayı seven okurların bayılacağı “iri kıyım laflar”la dolu. Cümlelerin altını çize çize defalarca üstünden geçebilirsiniz. Zaten yazar da zaman zaman söylemek istediklerini sezdirmek yerine doğrudan göstermek ister. Bir çeşit alt metin kılavuzluğuna girişmiş gözükmektedir. Altı çizilecek cümlelerle metnin mesajlarının altını çizer. Böyle bir dile getirme kaygısı roman için zaaf kabul edilebilir. Ancak bu sözler boşlukta sallanan vecizeler değildir neyse ki, içleri doludur. Olaylarda karşılıkları mevcuttur. Okurlar arasında Unutma Dersleri’nden notlar olarak pekâlâ kabul görebilir.

Bu günlerde Unutma Dersleri’ni okuyacaksanız;  biri sizi uçurumun kenarına çağırıp aşağıya bakmanızı isteyecek hazırlıklı olun, derim. Korkmayın, aşağı düşmeyeceksiniz. Yanınızda küçük bir defter bulundurun, kendinizce notlar alacaksınız. Peş peşe gelen şaşırtmacaları, okuma isteğinizi kamçılayan tatlı ironisi sebebiyle kitabı elinize alınca zor bırakacaksınız. Toplu taşım aracı gibi kalabalık mekânlarda da okumaya devam ederseniz, şaşkın bakışların hedefi olacaksınız. Çünkü yüzünüzde açan tebessümü saklayamayacaksınız.

Unutma Dersleri/ Nermin YILDIRIM
Doğan Kitap/2015

Fotoğraf Fatmagül Okutan

Tuba DERE- Ayraç Dergisi, s. 69

Unutma Dersleri müziklerinden Işıl German-Aşkın Kaderi 1976




13 Ağustos 2015 Perşembe

"Haw" Hakkında yahut Mikasa için Bir Şeyler Söylemek



Sevdiğim tüm kitapları günlerce kalbimde açmış taze bir bahar çiçeği gibi saklar, koklar dururum. Okuma süresince kitabın içinde yaşar, kahramanlarıyla dost olurum. Öyle kitaplardandı Haw. Bu yüzden bir süre konuğum oldu Mikasa. Köpeklerden korktuğum hâlde çok sevdim onu. Bir köpeğin bize seslenişi; Haw. Onun sayesinde ilk kez, bir köpeği anlayabilmek için gözlerinin içine baktım.

İçimde güzel bir tat bırakacağından emin olarak aldım Kemal Varol’un son romanını elime. Neticede şiirlerindeki çarpıcı güzelliğe ve derinliğe hayran olduğum bir şairin tezgâhında dokunmuştu. Kitabın ilk sayfasından itibaren yanılmadığımı anladım. Çünkü Varol’un şairliği kadar güçlü, özenli, içtenlikli bir yazı dili var.

Kitabın kahramanı Mikasa’nın hüzünlü hikâyesini iki ayrı ağızdan, perspektif değiştirerek iki anlatıcıdan öğreniriz. Olayları yaşayan, içeriden bir bakışla anlatan dede Mikasa ve olan bitene dışarıdan bakan, rivayetlerden öğrenen, romanın sonuna kadar kendisi hakkında hiçbir bilgi edinemediğimiz, sadece sesini işittiğimiz bir de torun.  Mikasa geçmişin, torun ise barınaktaki günlerin yani romanın şimdiki zamanının aktarıcısıdır. Kitabın görünen zemininde sakat kalmış bir mayın arama köpeğinin hayat hikâyesi yer alsa da geri planda akan, 90’lı yıllara ait olaylar ve süregelen bir savaş öyküsüdür. Bu katmanlı öyküleme okuru hem üzerinde konuşmaktan çekinilen konular hakkında düşünmeye çağırır hem de şiirsel bir aşkın içine. Mikasa’nın Makam Dağı’nın eteklerinde Arkanya’da açılmış, geçmişin tozuna dumanına bulanmış yarası, olayları dinleyen roman kahramanları kadar kitabı eline alan okuyucuları da kalbinden vuracaktır elbette.

Varol, görünen o ki, bıçak sırtı, “netameli” bir konuyu tarafları incitmeden, acıyı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sererek ifade etmenin çaresini Mikasa üzerinden anlatmakla bulmuştur. Bu konuda da oldukça başarılıdır. Dünyada ve edebiyatımızda pek çok eserin belli bölümlerinde bir anlatım tekniği olarak hayvanların, eşyanın konuşturulduğunu görsek de Haw romanının ana kahramanının bir köpek olduğu, ana çatıyı fabl bir öykünün oluşturduğu düşünülürse yazarın bu konuda gerçekten zoru başardığı anlaşılacaktır. Her şeyden önce çok iyi bir gözlemci olmayı gerektiren bu anlatım, okuyucuyu köpeklerin kendi aralarında bu cinsten konuşmalar yaptığına inandıracak kadar sahicidir de… Kurgunun içinde insanlar ve köpekler birbirlerine çok yakınlaşıp benzeşirler. Mesela Köpek Cengiz Mikasa’nın dilinden anlar. Mikasa efkârlanıp sigara içer, spor toto için tahmin bile yürütür. Ancak bu tür fantastik ögeler romanın gerçekçi dokusuna zarar vermez ve hiç de iğreti durmaz. Oldukça zengin bir kişi kadrosunun içinde askerlerin yaşam öyküleri gibi köpek kahramanların öyküleri ve kişilikleri de detaylarıyla işlenmiştir. Mikasa’nın çocukluğundan itibaren tanıdığı,  Alevli Kalpler Çetesi’nin üyesi olan köpekler; sevgilisi Melsa, asker köpekler ve hayvan barınağındakiler… Her birinin kendine ait bir sesi, dili ve söyleyişi vardır.

Yaralandığı ve arka ayakları koptuğu için getirildiği hayvan barınağında Mikasa öyküsünü diğer köpeklere anlatırken öğreniriz. Daha çocukken acının içine düşmüş bir köpektir o. Başka bir adamın eli ona değdi, başka bir tastan süt içti diye anası tarafından terk edilir. Yalnızlığı ve çaresizliği öğrenir. Heves Amca’nın Muhterem Nur’a olan aşkından ilham ile kalbinde aşkı idealize etmiştir. Bu ideale yakışır bir sevgili ararken görüp sever Melsa’yı. Mikasa’yı tanıyana dek hiçbir erkeğe yüz vermemiştir Melsa. Mikasa’ya “zehir sarısı gözleri”yle bakar, “Güneylilerin bayramında seninim” diye söz verir, onun kalbini sınar. Yaşanmışlıktan çok, hayale ve hatıraya yaslanan; ahde vefa gösterilen, acısına tahammül edilen, değerini bizatihi sevenin kalbinden alan bir aşktır, bu. Güneylilerin partisinin kahraman köpeğine âşık Mikasa, vuslattan koparılıp atılır ayrılığa. Beklenmedik bir anda, tutsak gibi askere alınır, “öteki uç”a fırlatılır. Devletin zimmetli köpeği olur, hayatı artık kendisinin değildir. Bir sokak köpeği olduğu hâlde Jandarma Köpek Eğitim Merkezi’nde kendisinden Alman kurtlarıyla aynı yetenekleri sergilemesi beklenir. Başaramadığı içinse ezilir, horlanır, eziyet görür. Melsa bir sır gibi uzaklarda kalmıştır. Mikasa yaşadığı dünyanın kirliliğinden onun hatırasına sığınır, hayaliyle avunarak kederini taşır.

Romanda aşkının kahramanıdır Mikasa, savaşın değil. Hatta birileri tarafından sonunda hain ve suçlu bile kabul edilir. Esasen onun dünyasında savaşa yer yoktur. Güneylilerle Kuzeylilerin savaşının içine doğmuştur, taraflardan biri olmadığı hâlde -istemeden- savaşın ortasında kalır. Bu yüzden mahvolur hayatı. Ölümün ve acının karşısında haklı ile haksızın birbirine karıştığı bir savaştır yaşanan. Masumdur Mikasa, gece yarıları isimsiz duasız mezarlara gömülenler, bayraklara sarılıp ailelerine teslim edilenler, ölüm korkusunun kol gezdiği karakollarda şafak sayanlar, faili meçhuller kadar masum ve onlar kadar savaşın mağdurudur. Üstelik bu savaşın içinde birilerinin hayatı kana ve ıstıraba bulanırken birtakım adamlar sürekli kirli işler peşindedir. Savaşın hesaplarını yapanlar ile bedelini ödeyenler aynı değildir. Romandaki tüm ayrıntılar kahramanlar kadar savaşın izlerini taşır. Mikasa savaşa bakan üçüncü gözdür, yazar onunla savaşın sebebini, anlamını sorgulatır bize. Doğrudan gösterilmeyip ayrıntılarla sezdirilen, sinema, müzik ve edebiyata göndermelerle beslenen, metnin alt katmanındaki bu derinlik kederle doludur.

Mikasa’nın tesadüfen askeriyeden kaçıp özgür kalması kurgunun kırılma noktasıdır. Uzun zaman içerisinde yaşadığı sistem, onu dışarıdaki hayattan uzaklaştırmış, korkak biri yapmıştır bir kere. Şehirde tek başına var olmayı beceremez. Her taraf asker doludur. Yakalanıp cezalandırılmaktan çok korkar. Açlık bezdirici bir etki yaratır üzerinde. Melsa’yı bulmak konusundaki umutlarını tamamen yitirir. Gözünün önünde bir adam öldürülür ama o, karnını doyurmanın derdindedir, adamın elindeki ekmeği yer hatta kanının tadına bakar. Romanın en dramatik vurgusu da buradadır kanaatimce. Çaresizliğini, çıkmazda olduğunu fark eden; umudunu tamamen yitiren, kaybedecek bir şeyi kalmayan birinin dönüşümüdür bu. Mikasa’nın askeriyeye dönüşüne sebep olan çaresizlik, içinde intikam duygusu doğurur. Kıskançlık ve öfke bu savaşın kötü adamlarına, Turkuvaz’a karşı bileyler onu. Ama ne yaparsa yapsın Melsa içindir, hatta namus için.

Ağırlıklı olarak bir erkekler kitabıdır Haw. Kalabalık kişi kadrosunun büyük bölümü erkektir. Mikasa’nın arkadaşları, askerler, partidekiler hatta ölenler hep erkek... Bu yüzden kitaba bir erkek bakış açısının hâkim olduğu, bunun özellikle askerlikten sonraki bölümünde kitabın dilini de etkilediği söylenebilir. Olaylar ve hatıralar arasında kadınlar ana ve yâr rolleriyle birer motiften ibaret kalır. Savaşın onlar üzerindeki tesirini açıkça göremeyiz. Kitaba yer yer mizahi unsurlar da katan, askerliğin kendine mahsus yaşama bakış biçimi, tuhaflığı; hayvan barınağına bile sirayet eden dili, küfürleri kadın okurların zaman zaman gözlerini ve kulaklarını kapamasını gerektirecek cinstendir. Kitabın kahramanlarının işlenişindeki derinlik, aşkın şiirsel yorumu, Mikasa’nın güzelliği bu kusuru herkesin gözünde örter mi, bilemem. Sanırım bu husus “edebiyat, gerçeği ne kadar esere taşıyıp yansıtmalı” tartışması içinde cevabını bulacaktır.

Öykünün neredeyse bize aktarılış vesilesi sayılabilecek cesur ve fedakâr dişi köpek Adıgüzel, kitabın sonunda, acısı dillendirilmiş tüm kahramanlar adına en güzel düşü kurar. Bireyin kendi hayatını dilediği gibi özgürce yaşayabilmesindeki huzuru, çoktan mutluluğu hak etmiş Mikasa’nın önüne bir gelecek vaadi olarak serer. Oysa Mikasa bu düşe ayak uyduramayacak kadar yorgundur.

Kitap bitti, Mikasa gitti. Sizi bilmem ama ben Mikasa’yı çok sevdim. Son satırı okuyup kitabın kapağını kapadıktan sonra onun gibi uzun uzun susmak istedim. Güneyli bir köpeğin öyküsü kalbimi acıyla doldurdu, Kuzeyli bir kadın olan ben Haw’ı bağrıma basıp sessizce ağladım.

Haw, Kemal Varol, İletişim Yayıncılık

Tuba DERE Ayraç Dergisi, s.58

Fotoğraf Fatmagül Okutan

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Bizim Kitap: Peri Gazozu



Bugünlerde bir kitabın gölgesinde yaşamaktayım, ışığında mı demeliyim yoksa?

“Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım” diyor ya Murathan. Okuduğu kitaplarda konaklıyor insan. “Değişen ruh iklimleri” ile başka kitapları serüvenine ortak ediyor. Nedir bir kitaba bağlayan bizi? Hangi kitapları içselleştiririz? İçimizi aşkla ya da hüzünle dolduran, bakışlarımızı kendimize çeviren nedir? Net bir cevaba ulaşmak zor. Elbette bir aşinalık buluyor insan okuduklarında. Kitaplar, filmler, şarkılar bize bizden haberler getirdikçe seviliyor biraz da. Söyleyemediklerimizi dillendirip deneyimlerimizle ve duygu dünyamızla örtüşüyorlar, bazen tam kalbimizden vuruyorlar bizi.

Bazı kitaplar sevdiğim lezzetler gibi okuyup bitirmeye kıyamam. Okuyup bitirsem de benim için hiç bitmez o kitaplar. Kitaplığımın bir köşesinde beklemeye bırakamam. Çantamda taşırım, gittiğim her yere götürürüm bir süre. Eşe dosta söz eder, okuturum heyecanla. Tekrar tekrar okurum bazı bölümleri ezber eder gibi. Demlenir içimde bir zaman. İşte onlardandı Ercan Kesal’ın Peri Gazozu… Susamış da su içer gibi okuduğum. Çocukken büyük dedemizin dolabından aşırıp içtiğimiz gazozların tadında.

Ercan Kesal’ın gazete yazılarını takip edenler elbette tanıyordur kitaptakileri. Ancak yazıların art arda gelişleri başka bir bütünlük duygusu oluşturuyor. Gazetedekilerin ne kadar tadımlık olduğunu anlıyorsunuz Peri Gazozu’nu okurken.

Son zamanların çok reklamı yapılıp az okunan kitapları arasında gerçekten kıymete değer olanları seçmek epey güç oluyor. Geç fark ettim ben Peri Gazozu’nu. Temmuzda raflarda yerini almış ama Tüyap’ta seslendi kitap bana. Bir solukta okunacak cinstendi, okudum. Hangimiz söyleşmeyiz elimize alıp da bırakamadığımız bir kitabın kahramanlarıyla yahut yazarıyla? Okurken zihnimizde oluşan bir konuşma isteği. Bu yüzden üzerinde pek çok şey yazılıp söylenmiş de olsa ben de bir şeyler söylemek hevesine kapıldım kitap hakkında.

Yazının sihirli bir yanı vardır, okurken ya da yazarken keşfettirir, zihnimize ışıltılı bir uyanış getirir. Peri Gazozu’nda sunuş bölümünde zaten yazar tavan arasındaki bir sandığı karıştırmaya çağırmaktadır bizi. O gösterir, biz izleriz. Bir koridordan geçer, bir dehlize girer gibi gireriz öykülerin arasına. Sağlı sollu dört bir yanımızdan akmaktadır anlatılanlar. Bir an görünüp kaybolan geri dönüş ve hatırlamalar. Şimdiki zamanın içinde capcanlı duran geçmiş zaman. Bir an dönüp baksak, tozlu eşyalar gibi üzerindeki perdeyi bir kaldırsak nefes alıp verdiğini duyabileceğimiz bir geçmiş. Aslında geçmemiş, hiç bitmemiş, uzaklaşılmamış sahici bir geçmiş. Bu gün hâlâ izlerini taşıdığımız, ölene kadar da taşıyacağımız; benzerlerini her gün yaşamaya devam ettiğimiz ilişkiler, karmaşalar, haksızlıklar ve kederler ağı. Kapadokya’nın gizemli coğrafyası gibi taş bir ev, bir mağara, bir oyuk içine gizlenmiş gözlerin seyridir bu. Herkesin görebildiği, açıktan yaşanan bir hayattan, zaman zaman da yalnızca bir hekimin bilebildiği sırlardan söz eder. Bazen herkesin baktığı yerden bakıp kimselerin göremediğini gören bir sanatçı duyarlılığı karışır işin içine. Sinemacı kimliğini de unutmamak lazım tabii.  O kendi dünyasında hatıraların kapılarını bir bir aralarken bizimkilere de ışık tutar, kalbimize ayna olur.  Kendi deyimiyle “kalemini kamera gibi kullanmakta”dır.

Sinemanın hareket-diyalog merkezli kurmacasıyla örülmüştür öyküler. Yazar yaşadıklarını ve yaşanmış öyküleri örtüsüz bir samimiyetle anlatır. Sadece anlatmaz, gösterir. Yalın, gösterişsiz bir dille - eskilerin sehli mümteni diye tarif ettikleri cinsten- bir çırpıda yazılıvermiş gibi görünen öyküler film gibi gerçeklik duygusu uyandırır içimizde… Okudukça fark edersiniz Peri Gazozu’ndaki öyküler asıl gücünü hayat kadar sahici oluşlarından almaktadır. Basbayağı konuştuğumuz dildir kullanılan ama anlatım öyle bir sözcük, ifade ya da ayrıntıda kilitlenir ki asıl etki onda saklıdır. Birbirinden farklı anektodların bir araya geliş sebebidir bu ayrıntı. Aslında öykülerin arasında organik bir bağ vardır, anlatılanlar temel bir motif etrafında kurgulanmıştır. Hem çıkış hem de varış noktasıdır o “metafor”.

Peri Gazozu’nu okurken Anadolu’nun bir kasabasında bir zamanlar Gazozcu Mevlüt’ün imal ettiği gazozlardan içip Ercan Kesal’ın çocukluğuyla birlikte hatıralarınızı seyredebilirsiniz. Çocukluğuma döndüm ben de sıkça. Bazen hafızamın kıvrımlarında sıkışıp unutulmuş bir hatıraya. Çocukken hep gittiğimiz bir doktor vardı, bizim kasabada. Hastalara yaklaşımı, teşhis ve tedavideki başarısı “Doktor İsmet bildiydi.” diye hâlâ anlatılır. Şiir ve edebiyata, sanata, eski eşyaya meraklıydı. İnsanına, memleketine önem ve değer veren bir adamdı. Kendince yıllar önce muayene olmuş hastalarla ilgili dosyalar tutar, yazdığı ilaçları bile not alırdı. Gözlüğünün üstünden şöyle bir bakıp “Falanca tarihte bir boğmaca geçirmiş.” diyerek başlardı muayenesine. Çocukken daha çok ateşlenince gittiğim, sancılar arasında ilaç kokan odalarda hayal meyal yüzünü hatırladığım Doktor İsmet amcanın kıymetini gençlik yıllarımda idrak etmiştim ki aramızdan göçüp gidiverdi. Birden, Peri Gazozu’nun sayfaları arasında ona rastladım. Ölmemiş, gitmemiş. Başka bir zaman ve mekânda, başka bir kahramanın şahsında hâlâ yaşamaktadır ve onun öyküleri öykülerimize benzer. Evet, bir kahraman… Peri Gazozu’ndaki öykülerin değişmez bir kahramanı vardır: yazar. Çocukluğu, gençliği, öğrenciliği, hekimliği ile; önce bir evlat sonra bir baba olarak türlü rollerde görürüz onu. Bazen kendisi yer alır öykülerin merkezinde bazen de görüp bildiği, tanıdığı insanlar. Ama tüm Anadolu insanının ruhu sanki onda tecessüm eder.

Hangimizin eski bir radyoya, mektup zarfına, siyah beyaz fotoğrafa hatta bir sobaya bakınca burnunun direği sızlamaz? Belli yaşa gelmiş insanların çocukluk, gençlik yılları, o yıllarda az ya da çok hepimizin yaşadığı garibanlık saklıdır bu eşyaların içinde. Tavan arası bu eşyalarla doludur. Bu yüzden baştan sona hüznün kitabıdır, Peri Gazozu. Kırık buruk sevinçlerin ve iç çekişlerin kitabı. Bir tohum düşer gibi toprağa, hüzün düşer her öyküde içimize gizli gizli. Gizli, çünkü yazar satır aralarına gizlemiştir asıl söylemek istediklerini. Açıkça ağır bir ıztıraptan, feryat figan eden bir acıdan söz etmez. Sessiz  bir âh’tır yalnızca. Acıyı, aşkı, yaraları onların adını bile anmadan anlatır. Bazı öyküleri okurken gözyaşlarınızı tutamazsınız.

Neyin hüznü bu? Her şeyden önce geçen zamanın. Çocukluk ve gençlik capcanlı hatıralarda duruyor olsa da geçip gitmiştir nihayetinde. Sıkıntılı anlarımız da geçer mutluluklar gibi. O günlerde kanayan yaraların sızısı çoktan dinmiştir. Her şey, dopdolu bir inançla uğruna baş konulan davalar bile -o uğurda ölen fidanlar gibi- bir zaman sonra yitip gider. İzler?... Zamanın suları izleri yavaş yavaş siler. Ölüler… Her biri kendi öyküsünün kederini yüklenip uzaklaşır. Geriye sızısız, boş kalpler kalır. Zamanla kanıksanır her şey. Yalnızlaşır insan, susar ve içine gömülür. Aslında kalbimiz sızılarımızdan uzak düşmesin diye yazılmıştır Peri Gazozu. Çocuğunda çocukluğunu seyreden, hastalarının acılarıyla acılanan bir adamın bizimle ve zamanla hesaplaşmasıdır bu öyküler. Üzerinden atlayıp geçtiklerimizi işaret eder, onlara döndürür bakışlarımızı. Hastalarının yardımına gece gündüz koşan bir hekim gibi bunları bize göstermeyi de bir görev saymaktadır belki. Kim bilir?


Biz’dendir yazdıkları Ercan Kesal’ın bizimdir! Soğuk odalarda sarınılan yorganlar, şarkı dinlenen radyolar, dua mırıldanan nineler kadar bizim. Kendi sesimizi dinler gibi okuruz. Anlattığı öyküler yazarla bizim aramızda bir yerde durmaktadır. Öykülerin ona yakınlığıyla aynıdır bizim onlara mesafemiz. Bizim yüreğimiz değil midir zaten onun kaleminde dile gelen? Öyleyse bizimdir Peri Gazozu, hepimizin.,

Peri Gazozu-Ercan KESAL- İletişim Yayınları

Tuba DERE / Ocak 2014