“aşk sende
heves bende kaldı”
K. Varol
Herkesin merak ve heyecanla takip
ettiği, ne yazsa okumak istediği yazarlar vardır. Şiirlerine ve etkileyici
üslubuna meftun olduğum, Kemal Varol böyle yazarlardandır, benim için. İkinci
romanı “Haw”ı, okur okumaz hayranlıkla, aldığı ödülden çok evvel, gönlümde en
sevdiğim kitaplar arasına yerleştirmiştim. Yakın zamanda çıkan üçüncü romanı
“Ucunda Ölüm Var”ı da aynı merakla elime aldım.
Kederli hikâyeler anlatır hep Kemal
Varol. Kitap zaten Ankara Garı faciasının en küçük kurbanı Veysel Atılgan’a
ithaf edilmiş. Adından da anlaşılacağı üzere bir ölüler ve ölümler kitabı,
“Ucunda Ölüm Var”. Eceli gelip sevdiklerinin yanında, sıcak yatağında huzurla ölenlerin
değil; bir gözü açık gidenlerin, gözü arkada kalanların, geride hüzünler,
sırlar, gerçekleşmemiş ukdeler, yarım kalmışlıklar bırakanların, susarak
ölenlerin hikâyesi, kısaca hevesi kursağında kalanların ağıdı, bu roman.
Varol, kitabında eski inançların
ve Alevi-Bektaşi kültürünün uzantısı olan, unutulmaya yüz tutmuş bir gelenekten,
“ağıtçılık”tan yola çıkarak yaşlı bir kahraman yaratmış; Ağıtçı Kadın. Yırtık
pırtık elbisesi, dövmeleri, aslanağızlı asası, belindeki kurt ve çakal
kuyrukları, kara teni, yılların kederle doldurduğu kalbiyle bu masalsı
kahraman, ilk sayfadan itibaren okurun kalbini fethediyor. İlk bölümde onunla birlikte
Azrail’i beklerken birden ses olup uykulara karışan Heves Ali’nin fısıltısını işitiyoruz:
Ses “Ben öldüm, gel bul beni” diyerek kahramanı, ağıdını yakmak üzere yanına çağırıyor.
Ağıtçı Kadın’la düş mü gerçek mi olduğunu bilemediğimiz Heves Ali’nin peşine biz
de düşüyoruz hatta ara sıra onun gibi Heves Ali’yi sağ salim bulma hayallerine
bile kapılabiliriz.
Ağıtçı kadın, elli yıl önce
kendisini bırakıp giden sevdiği, saz şairi Heves Ali’sini bulabilme umuduyla
doğup büyüdüğü Kırşehir’den çıkmış, uzun zaman diyar diyar gezmiş; köy
odalarında, âşık kahvelerinde, dağlarda onu aramış, gördüğü saz âşıklarına
sormuş, bir saz âşığının mutlaka yolunun Arguvan’a düşeceğini söyleyen birileri
yüzünden sonunda Arguvan’a gelip yerleşmiş. Burada önce ebelik yapmış, sonra
cenaze evlerinde yaktığı ağıtlardan aldığı göz silimliği ile geçimini sağlamış,
bu onun yaşam biçimi olmuş. Eserde yaşlı kahraman, ölümüne birkaç gün kala
yollara düşer. Çünkü rüyada duyduğu ses onu Konya’ya çağırır. Orada aldığı
işaretler kadını, emekli bir demiryolu işçisinin evine götürür, yaşlı adamın
hikâyesini oğlundan dinleyip ağıdını yakar. Buradan Bursa’ya, Ermeni Artin’in
hikâyesine sürüklenir. Onun hikâyesini de kardeşinden (abi mi kardeş mi, burada
bir karmaşa var. s.78-80) öğrenir. Neye uğradığını anlayamadan, zorla,
İstanbul’a, “Komutan İlteriş” adlı subayın cenazesine götürülür. Oradan da yine
rüyalar sebebiyle Erzurum’a, Como Emmi’nin hikâyesine savrulur. Tam evine
dönmeye niyet etmişken Arkanya’da, otobüste gördüğü Cemal’in yüzündeki kedere
duyduğu merak onu, dağa çıkarak ölen gencecik Ümit’in hikâyesine çeker. Olaylar
her şeyin başladığı şehirde, Malatya’nın Arguvan kasabasında son bulur.
Roman, yarım asırlık sevdasının
peşine tekrar düşerek şehir şehir dolaşan yaşlı bir kadının öyküsü gibi görünse
de anlaşıldığı üzere bu bir çerçeve öyküdür. Ağıtçı Kadın, iyi seçilmiş bir
motif. Varol, Haw’da Mikasa’nın hikâyesi içerisine yerleştirdiği meseleleri bu
romanında da yaşlı kadının serüvenine katarak anlatmış. Kitabın kurgusunda masalla
gerçeği buluşturan yazar, esasen zor bir işe kalkışmış. Ağıtçı Kadın’ın
hikâyesine, masalsı özelliğini yok etmeden, mantıksal dokuyu zedelemeden, gerçek
yaşam hikâyeleri yerleştirmek ve bunları birbiri içine yedirebilmek oldukça güç
görünüyor. Çarpıcı ve yaratıcı kurgusuna, iyi işlenmiş kahramanına rağmen
anlatımın, yer yer akışkanlığını ve ritminin kaybetmesinin nedeni bu olsa gerek.
Ağıtçı Kadın’ın dolaştığı
şehirler Ankara hariç Tanpınar’ın “beş şehir”idir. Ankara yerine ona ses
bakımından çok benzeyen, yazarın diğer romanlarında da söz ettiği Arkanya yer
alır. Kitaptaki beş ayrı yaşam öyküsü okuru geçmişe, otuz yıl evvelki olaylara
götürür. Hepsi de bir başka aşka adanmış bu beş ömrün hikâyesini -meçhul
taraflarıyla- yakınlarının ağzından dinleriz. Hikâyelerin içinde siyasi olaylara,
gündeme, yazarın önceki romanları Jar ve Haw’a göndermeler, ironik detaylar ve
imalar bulunur. Aslında olması istenilenle olan arasındaki fark, görünenle
gerçek arasındaki mesafe ürkütücüdür. İşaret parmağı havada ölen Artin’in
hikâyesinde olduğu gibi “gerçek” bakılan yere göre biçim değiştirir. Yazar
anlatının bazı yönlerini bile isteye karanlıkta bırakır, çünkü üzerinde
düşünmemizi ister.
Romanda Ağıtçı Kadın tren ya da
otobüsle seyahat eder. Onunla birlikte Anadolu’nun hüzünlü yol manzaralarına
tanıklık ederiz. Bazı hikâyelerde farklı kültürlere ait lezzetlerden ve
yemeklerden de söz edilir. Tüm hikâyelerin sonunda Ağıtçı Kadın’ın sesi
duyulur. Yollar ve dağlar ıssızlık katar, onun serüvenine. İçine içine haykırır
Ağıtçı Kadın, ünler, bağırır: “Heveeeees! Heves Ali…” Yıllar yılı kalbinde
biriktirdiği acıları, bir hasret uğruna harcanmış ömrünün ağıdını dile getirir
yaşlı kadın, oldukça içlidir; romanın pek çok yerinde yazarın okuma hazzımızı
arttıran şairane cümleleri ışıldar durur.
Varol, romanında dünya görüşleri,
yaşama biçimleri, ırk, mezhep ve dinleri birbirinden farklı, her biri başka
dertlerden muzdarip, sonunda ölümde eşitlenmiş insanları anlatırken tarafsız
kalmaya, olaylara tepeden bakmaya çalışmış. Zaten gerçek hayatta aynı zeminde hiçbir
zaman bir araya gelmeyecek bu insanlar; devletini seven, ömrünü ona hizmetle
geçiren Konya’daki emekli demiryolu işçisi de, İstanbul’da bir suikasta kurban
giden, vatansever, Mardin Cezaevi Komutanı Sedat da, halkına başka türlü
faydası olabilecekken Diyarbakır’da dağa çıkan zehir gibi akıllı liseli genç
Ümit de, hayallerinin peşinde ömrünü heder eden Ermeni Artin de, bir aşk
hikâyesinden sonra dağılan, Bingöl koyunu gibi kokan, kötülük timsali eşkıya
Como Emmi de işte bu romanda buluşurlar.
Kitapta kahramanlar, hayatlarının
son deminde, ölüme yaklaştıkça başkalaşıp yakınlarıyla bir biçimde
vedalaşırlar. Hemen hepsinin kıymeti öldüğünde anlaşılır. Ağıtçı Kadın da dünyada
bildiği, onu “o” yapan ne varsa hepsinden soyunur. Yıllardır başkalarının olan
ama onun tarafından da sahiplenilen onca acı, kalbine yerleşip belini bükmüş,
dizlerinde derman bırakmamış, yüzünü buruşturmuş, ellerine lekeler düşürmüş,
saçlarını ağartmıştır. Kara elbisesindeki sökükler ve ona bağlanmış her bir
çaput ayrı bir hayat hikâyesinin eseridir. Dinlediği çok sayıda hikâyenin
yükünü kalbinde taşıyan bu yaşlı kadın, sonunda hepsinin ağırlığından kurtulur,
hepsiyle vedalaşır; yeni lastik pabuçlar, güllü entariler giyer, ölüme bir
düğüne gider gibi hazırlanır, diline bir türkü gibi mevlidin sözleri dolanır.
Kitabı okudukça sizi bilemem ama ölümün
ve ayrılığın başka dertlere benzemeyen kederi usul usul sokuldu, benim kalbime.
Bir Ağıtçı Kadın’dan öğrendiklerim kaldı geriye, bir de… “Kendi gitse de
hikâyesi kaldı yadigâr”…
Tuba DERE, Ayraç Dergi s.78'de yayınlanmıştır.
Kemal Varol; Ucunda Ölüm Var, İletişim Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder