24 Mayıs 2016 Salı

Bir “Ağıtçı”nın Son Ağıdı




“aşk sende
 heves bende kaldı”
                   K. Varol

Herkesin merak ve heyecanla takip ettiği, ne yazsa okumak istediği yazarlar vardır. Şiirlerine ve etkileyici üslubuna meftun olduğum, Kemal Varol böyle yazarlardandır, benim için. İkinci romanı “Haw”ı, okur okumaz hayranlıkla, aldığı ödülden çok evvel, gönlümde en sevdiğim kitaplar arasına yerleştirmiştim. Yakın zamanda çıkan üçüncü romanı “Ucunda Ölüm Var”ı da aynı merakla elime aldım.

Kederli hikâyeler anlatır hep Kemal Varol. Kitap zaten Ankara Garı faciasının en küçük kurbanı Veysel Atılgan’a ithaf edilmiş. Adından da anlaşılacağı üzere bir ölüler ve ölümler kitabı, “Ucunda Ölüm Var”. Eceli gelip sevdiklerinin yanında, sıcak yatağında huzurla ölenlerin değil; bir gözü açık gidenlerin, gözü arkada kalanların, geride hüzünler, sırlar, gerçekleşmemiş ukdeler, yarım kalmışlıklar bırakanların, susarak ölenlerin hikâyesi, kısaca hevesi kursağında kalanların ağıdı, bu roman.

Varol, kitabında eski inançların ve Alevi-Bektaşi kültürünün uzantısı olan, unutulmaya yüz tutmuş bir gelenekten, “ağıtçılık”tan yola çıkarak yaşlı bir kahraman yaratmış; Ağıtçı Kadın. Yırtık pırtık elbisesi, dövmeleri, aslanağızlı asası, belindeki kurt ve çakal kuyrukları, kara teni, yılların kederle doldurduğu kalbiyle bu masalsı kahraman, ilk sayfadan itibaren okurun kalbini fethediyor. İlk bölümde onunla birlikte Azrail’i beklerken birden ses olup uykulara karışan Heves Ali’nin fısıltısını işitiyoruz: Ses “Ben öldüm, gel bul beni” diyerek kahramanı, ağıdını yakmak üzere yanına çağırıyor. Ağıtçı Kadın’la düş mü gerçek mi olduğunu bilemediğimiz Heves Ali’nin peşine biz de düşüyoruz hatta ara sıra onun gibi Heves Ali’yi sağ salim bulma hayallerine bile kapılabiliriz.

Ağıtçı kadın, elli yıl önce kendisini bırakıp giden sevdiği, saz şairi Heves Ali’sini bulabilme umuduyla doğup büyüdüğü Kırşehir’den çıkmış, uzun zaman diyar diyar gezmiş; köy odalarında, âşık kahvelerinde, dağlarda onu aramış, gördüğü saz âşıklarına sormuş, bir saz âşığının mutlaka yolunun Arguvan’a düşeceğini söyleyen birileri yüzünden sonunda Arguvan’a gelip yerleşmiş. Burada önce ebelik yapmış, sonra cenaze evlerinde yaktığı ağıtlardan aldığı göz silimliği ile geçimini sağlamış, bu onun yaşam biçimi olmuş. Eserde yaşlı kahraman, ölümüne birkaç gün kala yollara düşer. Çünkü rüyada duyduğu ses onu Konya’ya çağırır. Orada aldığı işaretler kadını, emekli bir demiryolu işçisinin evine götürür, yaşlı adamın hikâyesini oğlundan dinleyip ağıdını yakar. Buradan Bursa’ya, Ermeni Artin’in hikâyesine sürüklenir. Onun hikâyesini de kardeşinden (abi mi kardeş mi, burada bir karmaşa var. s.78-80) öğrenir. Neye uğradığını anlayamadan, zorla, İstanbul’a, “Komutan İlteriş” adlı subayın cenazesine götürülür. Oradan da yine rüyalar sebebiyle Erzurum’a, Como Emmi’nin hikâyesine savrulur. Tam evine dönmeye niyet etmişken Arkanya’da, otobüste gördüğü Cemal’in yüzündeki kedere duyduğu merak onu, dağa çıkarak ölen gencecik Ümit’in hikâyesine çeker. Olaylar her şeyin başladığı şehirde, Malatya’nın Arguvan kasabasında son bulur.

Roman, yarım asırlık sevdasının peşine tekrar düşerek şehir şehir dolaşan yaşlı bir kadının öyküsü gibi görünse de anlaşıldığı üzere bu bir çerçeve öyküdür. Ağıtçı Kadın, iyi seçilmiş bir motif. Varol, Haw’da Mikasa’nın hikâyesi içerisine yerleştirdiği meseleleri bu romanında da yaşlı kadının serüvenine katarak anlatmış. Kitabın kurgusunda masalla gerçeği buluşturan yazar, esasen zor bir işe kalkışmış. Ağıtçı Kadın’ın hikâyesine, masalsı özelliğini yok etmeden, mantıksal dokuyu zedelemeden, gerçek yaşam hikâyeleri yerleştirmek ve bunları birbiri içine yedirebilmek oldukça güç görünüyor. Çarpıcı ve yaratıcı kurgusuna, iyi işlenmiş kahramanına rağmen anlatımın, yer yer akışkanlığını ve ritminin kaybetmesinin nedeni bu olsa gerek.

Ağıtçı Kadın’ın dolaştığı şehirler Ankara hariç Tanpınar’ın “beş şehir”idir. Ankara yerine ona ses bakımından çok benzeyen, yazarın diğer romanlarında da söz ettiği Arkanya yer alır. Kitaptaki beş ayrı yaşam öyküsü okuru geçmişe, otuz yıl evvelki olaylara götürür. Hepsi de bir başka aşka adanmış bu beş ömrün hikâyesini -meçhul taraflarıyla- yakınlarının ağzından dinleriz. Hikâyelerin içinde siyasi olaylara, gündeme, yazarın önceki romanları Jar ve Haw’a göndermeler, ironik detaylar ve imalar bulunur. Aslında olması istenilenle olan arasındaki fark, görünenle gerçek arasındaki mesafe ürkütücüdür. İşaret parmağı havada ölen Artin’in hikâyesinde olduğu gibi “gerçek” bakılan yere göre biçim değiştirir. Yazar anlatının bazı yönlerini bile isteye karanlıkta bırakır, çünkü üzerinde düşünmemizi ister.


Romanda Ağıtçı Kadın tren ya da otobüsle seyahat eder. Onunla birlikte Anadolu’nun hüzünlü yol manzaralarına tanıklık ederiz. Bazı hikâyelerde farklı kültürlere ait lezzetlerden ve yemeklerden de söz edilir. Tüm hikâyelerin sonunda Ağıtçı Kadın’ın sesi duyulur. Yollar ve dağlar ıssızlık katar, onun serüvenine. İçine içine haykırır Ağıtçı Kadın, ünler, bağırır: “Heveeeees! Heves Ali…” Yıllar yılı kalbinde biriktirdiği acıları, bir hasret uğruna harcanmış ömrünün ağıdını dile getirir yaşlı kadın, oldukça içlidir; romanın pek çok yerinde yazarın okuma hazzımızı arttıran şairane cümleleri ışıldar durur.

Varol, romanında dünya görüşleri, yaşama biçimleri, ırk, mezhep ve dinleri birbirinden farklı, her biri başka dertlerden muzdarip, sonunda ölümde eşitlenmiş insanları anlatırken tarafsız kalmaya, olaylara tepeden bakmaya çalışmış. Zaten gerçek hayatta aynı zeminde hiçbir zaman bir araya gelmeyecek bu insanlar; devletini seven, ömrünü ona hizmetle geçiren Konya’daki emekli demiryolu işçisi de, İstanbul’da bir suikasta kurban giden, vatansever, Mardin Cezaevi Komutanı Sedat da, halkına başka türlü faydası olabilecekken Diyarbakır’da dağa çıkan zehir gibi akıllı liseli genç Ümit de, hayallerinin peşinde ömrünü heder eden Ermeni Artin de, bir aşk hikâyesinden sonra dağılan, Bingöl koyunu gibi kokan, kötülük timsali eşkıya Como Emmi de işte bu romanda buluşurlar.

Kitapta kahramanlar, hayatlarının son deminde, ölüme yaklaştıkça başkalaşıp yakınlarıyla bir biçimde vedalaşırlar. Hemen hepsinin kıymeti öldüğünde anlaşılır. Ağıtçı Kadın da dünyada bildiği, onu “o” yapan ne varsa hepsinden soyunur. Yıllardır başkalarının olan ama onun tarafından da sahiplenilen onca acı, kalbine yerleşip belini bükmüş, dizlerinde derman bırakmamış, yüzünü buruşturmuş, ellerine lekeler düşürmüş, saçlarını ağartmıştır. Kara elbisesindeki sökükler ve ona bağlanmış her bir çaput ayrı bir hayat hikâyesinin eseridir. Dinlediği çok sayıda hikâyenin yükünü kalbinde taşıyan bu yaşlı kadın, sonunda hepsinin ağırlığından kurtulur, hepsiyle vedalaşır; yeni lastik pabuçlar, güllü entariler giyer, ölüme bir düğüne gider gibi hazırlanır, diline bir türkü gibi mevlidin sözleri dolanır.

Kitabı okudukça sizi bilemem ama ölümün ve ayrılığın başka dertlere benzemeyen kederi usul usul sokuldu, benim kalbime. Bir Ağıtçı Kadın’dan öğrendiklerim kaldı geriye, bir de… “Kendi gitse de hikâyesi kaldı yadigâr”…

Tuba DERE, Ayraç Dergi s.78'de yayınlanmıştır.

Kemal Varol; Ucunda Ölüm Var, İletişim Yayınları


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder