26 Aralık 2016 Pazartesi

Denizde Geçen Hayatlar

Her yazarın anlatısının içimizde bıraktığı tat başkadır. Cemil Kavukçu öykülerini okuyup da onun gündelik yaşamı, sıradan insanları, dost meclisinde sohbet eder gibi anlattığı hikâyelerinin buruk tadını bilmeyen yoktur herhâlde.

Yıllarca gemide çalışmış Cemil Kavukçu. Buna rağmen geriye dönüp baktığında denizi konu edinen sadece on üç öykü kaleme aldığını görmüş. Farklı zamanlarda yazılmış ve her biri ayrı bir kitapta yer alan öyküler derlenince “Maviye Boyanmış Sular” ortaya çıkmış.

Bir zamanlar tayfa olma hayalleri kurmuş bir çocuk olarak heyecanla, adeta deniz kokusu duya duya aldım, Maviye Boyanmış Sular’ı elime. Biz yerleşik yaşayanlar için seyahat, geçici bir süredir ve eğlencelidir. Gezip gördüğümüz yerlerin tadını çıkarır, döneriz. Oysa sürekli denizde olmak ona kıyıdan bakanların anlayabileceği bir şey değilmiş. Hatta belki kitabın ilk öyküsü “Gemide”de anlatıldığı gibi ıssız bir adaya düşmekten beter, gerilimli bir yalnızlığı var denizin. Şeş cihet masmavi; deniz de gök de vahşi, üstelik bir kara parçası kadar güvenli ve güvenilir de değil deniz. Kavukçu, kitabın takdim yazısında uzun süre gemide kalan, statik elektrikle yüklenen denizcilerin sinir sisteminin harap olduğundan bahseder. Zannediyorum, hikâyelerin hazin tarafı burada başlıyor. Dağların güvenli duruşuna karşın, öykülerde sık sık tekrarlandığı gibi, denizde olmayı, denize açılmayı göze alabilenlerin hikâyesi anlatılıyor bu kitapta. Kitabın son öyküsü “Zaman Aynası”nda “Öğrendiğinde keşke bunları bilmeseydim, diyeceğin, geri dönüşü olmayan bir sırrı vardır denizin. Omuzlarına yüklenen, taşıyamayacağın, anlatmazsan rahatlayamayacağın, anlatırsan cezalandırılacağın bir yük.” diyor, ‘kendisinden olmayan her canlıya, her nesneye düşman’ deniz için.

Kavukçu’nun deniz öyküleri gemide türlü işlerde çalışanları, kaptanı, çarkçıbaşını, aşçıbaşını, kamarotu, kısaca bilmediğimiz bir yaşamı, ayrıntılarıyla dünyamıza getirir. İdris, Baha, İbrahim, adını bile öğrenemediğimiz ama denizdeki en büyük eğlencesi balık tutmak olan ve bu uğurda gemide keyfi arızalar çıkartıp, çıkan arızaları uzattığı için gemi mürettebatını kızdıran (bence komik ve sevimli bir tip) Çarkçıbaşı ve Eran Kaptan neredeyse tüm hikâyelerin ortak kahramanlarıdır. Bu durum müstakil gibi görünen öyküleri birbirine bağlar ve bir nehir öykü hâline getirir. Farklı zamanlarda yazılmış olsalar da öyküler arasındaki bağ, yalnızca temaya dayanmaz; bunlar zaten birbirini çağrıştıran, tamamlayan, örtüşen detaylarla kurulmuştur, dolayısıyla bir kitapta toplanmaları şaşırtıcı değildir ve kitaptaki sıralanışları da oldukça isabetlidir. Mesela insana benzeyen balık yani misafir yolcu, son öyküye kadar denizcileri takip eder. Çarkçıbaşı hikâyelerin tümünde ‘arıza çıkaran’ kahramandır.

Her öyküde bir başka olaya ve başka bir kahramanın serüvenine ışık tutulur. Metinlerdeki kurgusal yapı erkeklerin dünyası üzerine oturtulmuştur. Kadınlar uzakta yahut düşlerdedir. Aşk ve cinsellik de öyle. Hatta cinsellik, Eyyup’un Helga’sı gibi dramatik bir romantizm taşır ve yıllarca denizde dolaşan yalnız adamların kederini sadece bir nebze dindirmeye yarar. Balık tutmak, akşamları kamaralarında içmek gibi küçük eğlenceleri vardır deniz adamlarının. Yasak olsa da hepsinin odasında sakladığı içkisi ve kuruyemişi bulunur. Aralarında sert ve kıyıcı şakalar yaparlar.

Kitaptaki öykülerin hemen hepsinde olay, denizde geçer. Günlerce, gecelerce süren ne zaman sona ereceği genellikle bilinmeyen bir yolculuktur bu. Çünkü her şeyi deniz belirler. Yalnızca gemi bir koya demirlediğinde –ki bunun için fırtına olması yahut motorda bir arıza çıkması gerekir- kıyıya çıkıp nefeslenebilir gemiciler, kadınlarla eğlenip içer ve geri dönerler. Karaya çıksalar bile ‘denizde olmak’ hâli üstlerine yapışıp kalmıştır. Denizciler, denizin kurallarına uymayı öğrenen, bir anlamda ona boyun eğen ve aslında başka türlü yaşamak bilmeyen adamlardır. Karada bıraktıkları yakınları ile aralarında kocaman bir deniz vardır ve hayatları da denizle çevrilmiştir. Denizin ortasında ama hayatın kıyısında yaşarlar. Hatıralar tarafından kuşatılmış hafızaları onların hiçbir zaman tek bir zaman diliminde var olmalarına izin vermez. Bazen çıkılan bir kıyı kasabası yahut barda görülen bir kadın eski sevgilileri, hüsranla biten hikâyeleri hatırlatır. Denize aşkla bağlıdır denizciler. Hem korkarlar ondan hem de her türlü azabına rağmen ona doğru çekilirler. Kimileri için hüzünlü bir serüvenden kaçış, sığınaktır deniz, kimisi için bir hapishane. Çünkü bazıları Hurşit gibi, kara adamıdır. İşsizlik canına yettiği için denize düşmüştür Hurşit. Diğerleri gibi dayanıklı değildir. Bu yüzden Azrail’in nefesini ensesinde hisseder. Hatta kendine bir katil bile seçmiştir. Ondan kaçarken yakalanır, en çok korktuğu şeye.

Denizdeki hayatı ağırlaştıran bir türlü geçmeyen zamandır. Bir süre sonra zaman kavramı kaybolur, günler geceler tıpa tıp birbirine benzer. Buna bir de bir koya demirleyip uzun süre beklemeler eklenince her şey adeta kokuşur. Yazar bu durumu Balık öyküsünde “Davranış bozuklukları göstermeye başlamıştık. Yüzmeyen ya da yüzdürülmeyen bir gemide yaşamanın doğal bir sonucu olmalıydı bu.” diye anlatır. Bu ‘zamansızlık’ öykülerin kurgusal yapısına da yansımış. Pek çoğunda temel kavram olan gün ve geceden öteye gidilmiyor. Çözülmesi gereken problemler, büyük gerilim ve entrikalar bulunmuyor Kavukçu’nun deniz öykülerinde. Bu nedenle de yorumu okuyucuya bırakılan, açık uçlu bir sonla bitiyor çoğu. Ana çatı denizin insan üzerine çöken ağırlığı ile kurulmuş. “Eyyup”, “Telsizci”, “Kamarot” ve “Müjark” gibi öykü adlarına bakılınca zaten kurguların kişisel serüven eksenli oldukları tahmin edilebiliyor.

Kitaptaki öyküler bize aynı gözlemci anlatıcının dilinden aktarılır. Yalnızca buruk bir aşk hikâyesi olan “Mor Çiçekli Toka” ve “Müjark” öykülerinde anlatıcı, kahramanın kendisidir. Bu öykülerde kahramanın iç dünyasından ve duygularından söz edilir. Diğer öyküler ise daha çok izlenime dayanır. Çünkü anlatıcı “gözlemci” ya da “kahraman” hangi rolde olursa olsun deniz adamı değildir, yani gözlemlenen yaşama yabancıdır. Dolayısıyla bazı olayları en az bizim kadar şaşkınlıkla izler.

Maviye Boyanmış Sular’la denizin kokusu, dalgaları, tuzu, fırtınaları geliyor ruhunuza. Deniz tutuyor zaman zaman, deniz her şeyi yutuyor ve dünya ıssızlaşıyor. Kurgunun içerisine sıkıştırılmış ufak ayrıntılarla yüreğinize usul usul ince bir sızı sokuluveriyor. Kitaptaki öykülerin tümü aynı güçte olmasa da Kavukçu’nun bu öykülerde yarattığı kahramanlar canlı ve oldukça sahici. Sokağa çıktığınızda onlara rastlayamazsınız ama denize açılırsanız görebilirsiniz ve hepsini görür görmez tanıyacaksınız. Muhtemelen hikâyelerini fısıldamak için kendilerini dinleyecek okuyucuları bekliyor olacaklar.

Tuba Dere, Ayraç dergisi s.85'te yayınlanmıştır.

Cemil Kavukçu, Maviye Boyanmış Sular, Can Yayınları


21 Kasım 2016 Pazartesi

Ömür Adamın Oğlu Fiko


Yıllardır kargo paketlerini ve mektup zarflarını, içerisinden beni sevindirecek güzel şeyler çıkacağını umarak açarım. Son zamanlarda pek öyle sürprizlerle karşılamasam da bir umut işte… En zevklisi kitap ve dergi kargolarını açmak tabii. İçerisinde ne olduğunu bilseniz bile okumadıkça aslında bilemezsiniz. Yine heves ve heyecanla açtığım bir kargo paketinin içinden çıktı Ömer Açık’ın “Benim Babam Ömür Adam” kitabı. Ömer Açık adını yeni duyduğum bir yazar, Günışığı Kitaplığı’ndan yayınlanan bu ikinci kitabı.

Benim Babam Ömür Adam, bir kere dış görünüşüyle kalbimi fethetti. Kapak görseli ve tasarımı, başarılı illüstratör Sedat Girgin’e ait. Yazı karakteri, punto, baskı ve kâğıt kalitesiyle beraber Günışığı Kitaplığı’nın kitap ebatlarını çok beğendiğimi de belirteyim, bu sevimli kitaplar okuma iştahını kabartıyor insanın.

Bir çocuk kitabı elimin altında olur da durur muyum, hemen Fiko’yla tanıştım, merakla sayfaları karıştırırken bir de baktım ki okumaya başlamışım bile. Zaten Ömer Açık’ın okuru kitaba çeken oldukça akıcı ve sevecen bir üslubu var. Hele çocuk dünyasına ve diline uygun tasvirleri; insana yağmuru, çiçekleri, güneşi, kedileri sevgiyle kucaklatıyor.

Komik bir çocuk Fiko, asıl adı Fikri ama herkes ona kısaca böyle sesleniyor. Sekiz buçuk yaşında, ikinci sınıfa gidiyor. Yakında bir de kardeşi olacak. Diğer çocuklardan ne eksiği ne fazlası var Fiko’nun. Sadece okuma yazmayı ve konuşmayı biraz geç öğrenmiş. Öğrenmiş ama bir daha hiç susmamış. Bazen çok boşboğaz oluyor, palavralar atmayı, bire bin katarak anlatmayı seviyor. Tuhaf oyunlar, şakalar icat etmekte üstüne yok, mesela rüzgâr kovalamaya bayılıyor. Kendi kendine yarışmalar yapıyor, ara sıra bunlara babası da katılıyor. Bir de deyimlerin, mecaz anlamını kavrayamıyor -bu biraz da yaşının özelliği zaten- kelimeleri ve cümleleri gerçek anlamlarıyla anlıyor. Mesela arkadaşı İbo, açlıktan gözünün döndüğünü söyleyince Fiko, İbo’nun gözlerinin gerçekten döndüğünü zannediyor. Aynı zamanda, estetik duyarlıkları olan, dikkatli bir çocuk o; doğayı izlemekten keyif alıyor, ayrıca kendiyle barışık, yapılan şakalara alınmıyor. Ama kötü bir huyu daha var, biraz unutkan, hep eşyalarını kaybediyor.



Fiko’nun babası yani kitaba adını veren kişi, Ömür Bey; ‘çalı süpürgesine benzer’ bıyıkları olan bir adam. Gültepe Mahallesi’nde bir fırını var, eşi Zehra Hanım’la beraber bu fırını işletiyor. Sabahları erkenden kalkıp fırını açarak sıcacık, mis kokulu ekmekler yapıyor. “Elleri, parmakları, üstü başı, saçı ekmek kokar Ömür Bey’in. Hatta sesi ve rüyaları bile.” (s.88) Konuşmayı seven, neşeli bir adam Fiko’nun babası. Kapak görselindeki kırmızı sakallı adamın kim olduğunu merak ediyorsanız hemen söyleyeyim, o da Şair Amca. Ama şair falan değil, öyle bir yeteneği de yok. Yalnızca anne babası ona bu adı vermiş. Fırının karşısında bir kitap dükkânı var Şair Amca’nın. Kitapçının kedisi de eksik değil hani, adı da Safinaz. Yalnız Fiko, ondan biraz korkuyor. Şair Amca’nın kitabevinde yalnızca kitap satılmıyor, kütüphane gibi ödünç kitaplar da veriliyor, aynı zamanda bahçede kitap okuyanlara çay ikram ediliyor. Tam kitap kurtlarına göre bir yer anlayacağınız.

Fırınla Şair Amca’nın kitap dükkânı arasında dev bir dut ağacı var, bu ağaç kendisine gösterilen ilgiyi Şair Amca ve Fiko’ya borçlu. Bir gün ikisi beraber bu ağaca tırmandılar da ondan. O gün bugündür dut ağacının altına yerleştirilen tahta piknik masası mahallelinin uğrak yeri. Zaten Şair ile Amca Fiko’nun dostlukları da o gün başladı. Şair Amca ona hep “adamım” diye hitap ediyor, alıp evlerine götürüyor. Eşi Aliye onlara nefis limonatalar yapıyor.

Romandaki asıl olay, Fiko ile babası arasında geçen bir pazarlığın sonucunda gelişiyor. Okulların kapanmasına iki hafta kala Fiko babasından, yaz tatilinde doya doya gezebileceği bir bisiklet almasını istiyor. Babası bu fikre hiç sıcak bakmıyor. Çünkü Fiko önceki yıl, kendine alınan bisikleti orada burada unutmuş, kıymetini bilememiş. Sonunda Ömür Bey bir şartla bisikleti almaya razı oluyor, önce oğlunu denemek istiyor. Fiko babasının verdiği mor kuşağı iki hafta boyunca kaybetmeden, yanında taşıyabilirse bisikleti almaya hak kazanacak. Böylece bir anlaşma yapılıyor, baba oğul birbirlerine söz veriyorlar, hem de ‘kertenkele sözü’.

Mor kuşağı saklamak ve korumak zannedildiği kadar kolay değil Fiko için. İki hafta içinde yüreğini ağzına getirecek birkaç durum yaşıyor. Bir defasında Safinaz’ın haylazlığı yüzünden epey canı sıkılıyor. Ama durum, Şair Amca sayesinde çözüme kavuşuyor.

Bu arada epey bir zaman ailece Fiko’nun doğacak kardeşi için isim düşünüyorlar, sonunda bebek dünyaya geliyor ve ona Fiko’nun çok sevdiği bir dostunun adını veriliyor. 

Kitabın başarılı yönlerinden biri, sonuna kadar kurgusal temponun hiç düşmeden devam ediyor oluşu. Fiko, Ömür Bey ve Şair Amca, özellikleri iyi oturtulmuş karakterler. Fiko’nun palavracılık, sorumsuzluk gibi olumsuz özellikleri de yargılanmadan ama zararları ortaya konularak anlatılmış. Fiko toplumsal dışlanmaya maruz bırakılmadan, büyükler tarafından nasihat edilmeden, küçük eleştirilerle, ders çıkaracak durumlar oluşturularak yönetilip yönlendiriliyor. Kendisi de eğitimci olan yazarın, bu konuda iyi bir eğitim modeli ortaya koyduğunu da söyleyelim. Bu roman, sevimli kahramanları, su gibi akan üslubuyla Ömür Bey’in fırınından gelen ekmek kokuları gibi sizi çağıracak. Kitabı eline alan sevgili okurlar, Fiko’nun hikâyesini, mor kuşağın akıbetini de merak ederek eminim benim gibi bir çırpıda okuyacaklar ve onu tanıdıklarına memnun olacaklar.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.84

Ömer Açık, Benim Babam Ömür Adam, Günışığı Kitaplığı

3 Ekim 2016 Pazartesi

Tatilde Gümüş Göl’e Gidelim

Yeni çıkan kitapları tararken bir dizi kitap dikkatimi çekiverdi. Erdem Yayınlarını takip edenler, yayın evinin taze okurlar için hazırladığı kitapları ve masalları bilirler. Gakgukların Maceraları ve Keloğlan Masalları ile üslubunun doğallığını, renkli kurgu dünyasını sevdiğim Melike Günyüz’ün yeni masallarla okur karşısına çıktığını görünce hemen incelemek istedim. Günyüz, ilk yazarlık deneyiminden bu günlere taşıdığı on kitaplık masal setine“Gümüş Göl Masalları” adını vermiş.

Kitapları elime alınca tanıdık bir kahramanla, Timsah Temsi’yle karşılaştım. Birkaç yıl önce başka bir kitap serisi içerisinde tanışmıştım onunla. Bu masal seti hakkında kaleme aldığı içtenlikli yazıdan anladığım kadarıyla yazar da Gümüş Göl sakinlerinin hepsiyle zaman içerisinde tanışmış ve her birinin macerasını uzun zamana yayarak yazmış.

Gümüş Göl’de yolculuk, Timsah Temsi’nin diş ağrısıyla başlıyor. Her kafadan bir ses çıksa da onun derdine deva bulmak için Gümüş Göl ahalisi seferber oluyor. Çünkü tüm farklılıklara rağmen herkesin birbirine dost olduğu bir yer Gümüş Göl. Kahramanlar, özel isimleri ve kendilerine ait kişilik özellikleriyle oldukça dikkat çekiciler. Duyup gördüklerini Gümüş Göl sakinlerine anında iletmekle görevli, haberci Teli Kopter ve hemen her durumda serinkanlı ve aklıselim davranabilen Kaplumbağa Bilgeduruş, Gümüş Göl’ün ileri gelenlerinden.  Ama Gümüş Göl’de kimler kimler yok ki? Kendisine oyun arkadaşı arayan kurbağa Şıpır ile arkadaşının söylediklerini tekrarlayan Vızır’ın arkadaşlığını mı, anaç Cırcır böceğinin macerasını mı, Tombalak Fil’in göl kenarında sabah sporu yaparken kendi özelliklerini keşfedişini mi okumak istersiniz? Yoksa canı sıkıldığı için değişiklik arayan ve ne yiyeceğine karar veremeyen Timsah Temsi’ye yardımcı olmayı mı, durmadan kükreyen üç aslan yavrusu Mavi Yele, Sarı Yele ve Siyah Yele’nin gürültüsüne çözüm bulmayı mı tercih edersiniz? Belki siz Teli Kopter’in yaydığı yanlış haber yüzünden mağdur olup yalnız kalan Tıstıs Yılan’a Kaplumbağa Bilgeduruş’tan evvel yardımcı olabilirsiniz ya da Keseli Peli’nin şampiyonluğa giden hikâyesini, Yangelir Yengeç’in Tortop Tosbağa’ya verdiği dersi merak ettiniz. Bu on kitaptan birini seçebilirsiniz. İyi yürekli ve yardımsever Gümüş Göl ahalisi maceralarıyla minik okurlarına dostluk, aile, yardımlaşma, dürüstlük, güven, af dileme ve bağışlama gibi değer ve kavramlarla ilgili dersler de veriyorlar.


Bu on kitap arasındaki kurgusal uyum ve bütünlük de takdire değer. Yeni okumaya başlayan çocuklar için oldukça ideal bir kitap seti Gümüş Göl Masalları. İyi bir yaz tatili kitabı da olabilir. Kitaplar ‘çocukça’ görselleriyle de minik okurların gönlünü fethedeceğe benziyor, illüstrasyon Gülnar Hajo’ya ait. Her kitabın başında etkin okuma deneyimini teşvik edecek ve okuru metne hazırlayacak sorular yer alıyor. Ayrıca kitap sonunda da masal değerlendirme soruları var. Hem kurgusal hem görsel ve metinsel yoğunluk yaş düzeyine gayet uygun. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, Gümüş Göl sakinlerini ben pek sevdim, her birinin macerası bir yudum su gibi tatlıydı.

Tuba Dere- Ayraç Dergi s.82'de yayınlandı.

Gümüş Göl Masalları- Melike Günyüz, Erdem Yayınları


21 Eylül 2016 Çarşamba

Yedi Renk, Bir Kitap: Gökkuşağı Yazı


Birkaç gün şöyle nefis, tatlı mı tatlı bir çocuk romanı bana eşlik etti. Beraber yolculuk yaptık, parkta oturduk, birkaç akşam birlikte kahve içtik. Melisa’dan bahsediyorum, Sevim Ak’ın yeni kitabı Gökkuşağı Yazı’nın kahramanı olan küçük arkadaşımdan.

Sevim Ak, daha önce Horoz Adam ve Korsan kitabında duyma engelli bir çocuğun serüvenini konu edinmişti. Gökkuşağı Yazı’nda da Göksu ve Fidan karakterleriyle özel durumu olan ya da engelli çocuklar ve yakınları için bir pencere açıp okurlarında farkındalık oluşturmaya çalışmış. Bu kitapta kıvrak zekâsı, farklı algıları, yaratıcılığı ve herkesin baktığı yere bakıp herkesin gördüklerini görmeyen özgün kişiliğiyle Göksu sayesinde otizmli bir çocuğun dünyasına dokunuyor. Göksu gibi sıra dışı, özel bir kardeşe sahip olmanın aile hayatına ve bireysel yaşama getirdiği sorumluluk ve zorlukları da abla Melisa gözünden dile getiriyor.

Kitabın ana kahramanı, sorumluluk abidesi bir kız, Melisa. Henüz on bir yaşında olmasına rağmen yaşından büyük işlerin üstesinden geliyor. Yetişkinlerin bile farkında olmadığı sorumlulukları o üstleniyor. Dört yıldır, ayaklarına paten takılmış gibi sürekli hareket eden, haylaz, yarı otizmli kardeşi Göksu’yla ilgilenmek zorunda kalmak birden büyütmüş onu, anaç bir çocuk olup çıkmış Melisa. O, pek çok şeye anlayış gösteren, olgun bir abla. Kardeşinin hayatı algılayış biçimini farklı ve özel buluyor, onu aşağılamıyor, küçük görmüyor hatta onun zekâsına ve yeteneklerine hayranlık duyuyor. Meşgul bir iş kadını olan annesinin, özgür yaşamayı seven babasının hayatlarında bıraktığı boşluğu o tamamlıyor. Kardeşine ve kendisine yetişemedikleri için anne ve babasını yargılamıyor da üstelik. Yüksünmeden, sevgiyle ve fedakârca yapıyor, ne yapıyorsa. Kardeşinin dur durak bilmeyen istekleri ve enerjisi onu bezdirmiyor. Kendi istek ve ihtiyaçlarını öteleyerek kardeşininkileri önceliyor. Çünkü bir çocuk kalbinin duruluğuyla bakıyor yaşama. Türlü tehlikelerle başını derde sokan Göksu’ya karşı benimsediği ‘kurtarıcı’ rolü esasen Melisa’nın yaşama sebebi ve gayesi. Melisa, yetişkinlerin sıklıkla yaptığı bir şeyi yapmış; yaşamını etrafındakilere ‘adamış’. Kendini böyle iyi hissediyor, kendine ve hayata bu sayede güven duyuyor. Gözleri görmeyen arkadaşı, Fidan’a da yardım ediyor, hırçın fil Bubik’in dilinden anlayan dedesine de… Aldığı sorumlulukların üstesinden gelmek onu onurlandırıyor.

Dedesiyle birlikte hayvanat bahçesine gittiği bir gün, Melisa’nın düşmesi ve iki bacağının birden çatlaması romanın kırılma noktasını oluşturuyor. Kurgu, bu olaydan sonra yeni bir akışa giriyor ve bir çocuğun kendi kişiliğini inşa ediş serüveni başlıyor. Sürekli insanlara yardım eden Melisa, bir gün kendisi yardıma ihtiyaç duyarsa neler olur? Olumsuz görünen bu olay, Melisa’nın düşüncelerini ve etrafında alışılagelmiş şeyleri değiştiriyor. Bu sayede o, değer verdiği için değil, değerli olduğu için ilgi görmenin tadına varıyor. Kendini başkalarına yardım ederek ifade edip tanımlama fırsatı bulmuş olan küçük kız, insanların o olmadan da işlerini yürütebilmesine şaşıyor önce. Eksik kalacağını düşündüğü işler, kendisi yapmasa da bir şekilde tamamlanıyor ve yoluna giriyor. Mesela, ablası kardeşini takip etmeyi bırakınca annesi görevi devralıyor, Göksu etrafına ve kendine zarar vermekten vazgeçiyor, otizmi geriliyor. Ama Melisa bunları gözlemledikçe boşluğunu çabucak doldurdukları için yakınlarına kırılıyor. Varlığını ve ne için yaşadığını sorgulamaya başlıyor. Otistik olduğu hâlde, Göksu’nun bile yaptığı tüm işlerde kendine ait bir iz bıraktığını görüyor. Kendince giyiniyor, yemek yiyor, odasını süslüyor Göksu. Oysa birey olarak Melisa’nın izini taşıyan hiçbir şeyi; kendi zevkleri, istek ve hayalleri yok. Özgün bir kişilik oluşturmak için artık kendi adına bir şeyler yapması gerektiğini fark ediyor.
   
Melisa’nın hayatındaki eksikliği görmesinde, rahatsızlığı sırasında tanıştığı ve ilgi duyduğu Kaykaycı çocuk, Barış’ın da rolü büyük. Romandaki sürpriz gelişmeler, Barış’ı, Melisa’nın çok yakınına getiriyor. Barış’ı tanırken, onun ilgi ve zevklerini fark ettikçe, onunla kendini kıyaslama şansı buluyor Melisa, kendini tanımaya başlıyor, kendi hakkında bildikleri de değişiyor. Aslında Barış’ın aile hayatında, yolunda gitmeyen şeyler olduğunu, babasının seçimlerinden dolayı sıkıntılar yaşadıklarını sonradan öğreniyor. Hatta ailece Barış’a ve ailesine yardım etmek, onların sorunlarını çözmek, hüzünlerini gidermek için seferber oluyorlar.

Kitapta Melisa dışındaki karakterler de öne çıkan özellikleriyle iyi işlenmiş. Anne evde çalışan, çok sigara içen, aldığı elbiseleri bile giymeye vakti olmayan meşgul bir iş kadını; baba seyahat etmeyi, dışarda yaşamayı seven ve kendince zevkler edinmiş bir iş adamı; teyze neşeli ve coşkulu bir kadın; dede yem fabrikasında çalışırken hayvanat bahçesindeki fil Bubik’in dilinden anladığını keşfetmiş, satranç meraklısı bir adam; anneanne güzel yemekler yapan bir kadın. Barış’ın babası Abbas Bey de insanlara yardıma ömrünü adamış bir adam. Gözleri görmese de iyi masal anlatan, renkli bir arkadaş, Fidan; özel zevk ve istekleri olan, oldukça yaratıcı bir kardeş, Göksu. Doğmamış kardeşleri adına başka başka ilgi alanlarına sahip olmuş, ilginç bir çocuk Barış. Kısacası romanın diğer kahramanları da güzel ve özel insanlar.  Ayrıca kitap, abla kardeş, anne baba çocuk, teyze yeğen, dede torun ilişkileri için de ideal modeller ortaya koyuyor.

Gökkuşağı Yazı, süreç, sebep-sonuç ilişkileri ve olayların kişiler üzerindeki duygusal yansımaları bakımından iyi kurgulanmış bir kitap. Bir çocuk kitabının başarılı olabilmesi için anlatımın, yetişkin dünyasının tepeden bakışından sıyrılarak çocuk dünyasının içinden seslenebilmesi gerekiyor. Yazar Gökkuşağı Yazı’nda bunu başarmış. Melisa’nın kardeşi ve arkadaşlarıyla oynadığı oyunlar, kek hamurundan heykeller, bahçede kitap okuyup resimlemeler, hikâyedeki bazı mutlu anların gökkuşağı ile taçlanması gibi ayrıntılar çocuk dünyasının en doğal renklerini ve tatlarını taşıyorlar. Sevim Ak, bence çocuk gerçekliğini çok iyi yakalayan bir yazar. Yaşamı ve etrafındakileri olduğu gibi yargısız, sorgusuz kabullenen, masum ve elindeki imkânlarla mutlu, değişime açık çocuk kahramanlar yaratıyor. Onun kitaplarının en güçlü yanlarından biri de, çocuk dünyasının duygu ve düşüncelerini, imgelerin dilinden okuyucuya hissettiren sağlam bir üslupla yazılmış olmamaları. Gökkuşağı Yazı’nda kurgunun zemininde akan ve her yaştan okurun payına düşeni alabileceği mesajlar var. Böyle bir derinlik, tasvir ve imgelerle ince ince işlenerek üsluba da şekil vermiş. Bu nedenle okumanın tadı damağınızda kalıyor.

Çoluk çocuk herkese Melisa’yla ve romanın diğer kahramanlarıyla tanışmanızı öneririm. Gökkuşağı Yazı biz yetişkinlerin dünyasına da kendimizi seyredebileceğimiz bir ayna tutuyor. İster inanın, ister inanmayın biz olmasak da dünya dönüyor. Başkalarına adanmış bir yaşamdan birey olmaya giden yolda yürürken Melisa hiç de yalnız değil.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s. 81'de yayınlanmıştır.

Sevim Ak, Gökkuşağı Yazı, Günışığı Kitaplığı



22 Haziran 2016 Çarşamba

Gökten Üç Öykü Düştü: Acayip Bir Hediye


Son zamanlarda çocuk kitapları arasında yaptığım seyahatin duraklarından biri de “Acayip Bir Hediye” oldu. Doğan Gündüz’ün beşinci çocuk kitabı. Yazar, yalnızca çocuk kitapları yazmıyor. Kitabın başındaki tanıtım yazısında özellikle zamanın sesli tanıkları saydığı, mekanik saatlere olan ilgisinden de bahsediyor. Zaten kendisinin Osmanlı’dan bu yana alaturka ve alafranga saatleri ele alan, bu arada zaman kavramına toplumsal bakışımızı irdeleyen detaylı bir çalışması daha bulunuyor.

Kitap, gökten düşen üç elma misali çocuk, baba ve annenin dünyalarını konu alan üç öyküden oluşuyor, adını son öyküden almış; öyküler usta illüstratör Sedat Girgin tarafından resimlenmiş. İlk öykü “Odamda Neler mi Var?” da kitabın gizli kahramanı -adını bir türlü öğrenemediğimiz- küçük kızla tanışıyoruz,  kitap boyunca o bize eşlik ediyor, öyküleri onun ağzından dinliyoruz.  İlk öyküde bize odasını dolayısıyla dünyasını tanıtıyor. Biri disiplinli biri daha denetimsiz ve özgür; biri kurallara tabi diğeri kuralsız yaşamı temsil eden iki odası var. Hatta bu odalardan bir düşsel ve kurgusal diğeri gerçek olabilir ya da aynı oda içerisinde iki farklı dünyadan söz ediliyor olabilir, bu hususun ucu açık bırakılmış yani okuyucunun hayal gücüne kalmış. Odalar, çocuğun farklı ruh hâllerini temsil ediyor. İkisinde de odanın özelliklerine göre farklı ebatlarda yataklar, oyuncaklar ve kitaplar yer alıyor. Ayrıca da anne ve babanın özel eşyalarından biri çocuk tarafından odada bir yere gizlenmiş, her iki odada da çocuğun kendine ait sırları var. Düşsel odaya “babacino” gerçek olan oda “annecino” hakim (Bu adlandırmaları biraz kulak tırmalayıcı bulsam da çağrışıma açık oluşları bakımından tercih edildiklerini düşünüyorum.).

Kitaptaki öykülerin bence en orijinal yanı, anne ve babanın sosyal rollerindeki değişim, ayrıca bunun çocuk dünyasında doğal bir biçimde kabul görmüş olması. Baba evde erkek işi denebilecek –tamirat gibi- işlerle hem de daha çok kadınlara uygun görülen yemek ve çocuk bakımı gibi işlerle meşgul oluyor. Bahçede çalışıyor, ayakkabı tamir ediyor, spor yapıyor; çocuk bunların her birinin meslek olabileceğini düşünüyor ancak sonrasında hiçbirinden para kazanılmadığını fark ediyor. İkinci öykü olan “Babamın Mesleği”nin sonunda babanın aslında işsiz bir mühendis olduğunu anlıyoruz. Bu nedenle kızıyla geçirecek vakti anneden daha fazla, daha özgürlükçü ve yaratıcı; anne ise çalışma hayatı yoğun bir iş kadını.

Kitapta çocuk ve baba eksenli iki öyküden sonra üçüncü öykü anne eksenli olarak kurgulanmış. Annenin giyimi, kuşamı, alışkanlıkları ve sevdiği eşyalar iş hayatının temposuna göre şekillenmiş. Üçüncü öykü olan “Acayip Bir Hediye”de kahramanımız, “Tombik’im” diye hitap ettiği annesinin doğum günü için her zamankinden farklı bir hediye arıyor ama aklına gelen bütün seçenekleri bir şekilde çürütüyor. Sonunda bulduğu hediye hem çok yaratıcı hem de çok içten ve çocukça.

Acayip Bir Hediye’deki öyküler birbirine doğrudan değil birtakım detaylarla bağlanmış olduğundan, her biri müstakil birer öykü kabul edilebilir. Bu nedenle bir hikâye kitabı hacminde olan öyküler kolayca okunacaktır. Kitabın kurgusu, dil ve üslubundaki sadeliği, puntosu, tasarımı ve görselleri 7-10 yaş grubu çocuklar için çok uygun. Yer yer kurguya tam olarak yedirilemediği için sırıtan ayrıntılar ve doğallığı bozan ufak tefek didaktik unsurlar bulunsa da öyküler, çocuk dünyasına hitap edecek basitlikte, yaratıcı ve sıcacık. Kitabın minik okurlar tarafından beğenileceğini umuyorum.

Tuba DERE
Ayraç Dergi s.79

Acayip Bir Hediye, Doğan Gündüz, Can Çocuk Yayınları


24 Mayıs 2016 Salı

Bir “Ağıtçı”nın Son Ağıdı




“aşk sende
 heves bende kaldı”
                   K. Varol

Herkesin merak ve heyecanla takip ettiği, ne yazsa okumak istediği yazarlar vardır. Şiirlerine ve etkileyici üslubuna meftun olduğum, Kemal Varol böyle yazarlardandır, benim için. İkinci romanı “Haw”ı, okur okumaz hayranlıkla, aldığı ödülden çok evvel, gönlümde en sevdiğim kitaplar arasına yerleştirmiştim. Yakın zamanda çıkan üçüncü romanı “Ucunda Ölüm Var”ı da aynı merakla elime aldım.

Kederli hikâyeler anlatır hep Kemal Varol. Kitap zaten Ankara Garı faciasının en küçük kurbanı Veysel Atılgan’a ithaf edilmiş. Adından da anlaşılacağı üzere bir ölüler ve ölümler kitabı, “Ucunda Ölüm Var”. Eceli gelip sevdiklerinin yanında, sıcak yatağında huzurla ölenlerin değil; bir gözü açık gidenlerin, gözü arkada kalanların, geride hüzünler, sırlar, gerçekleşmemiş ukdeler, yarım kalmışlıklar bırakanların, susarak ölenlerin hikâyesi, kısaca hevesi kursağında kalanların ağıdı, bu roman.

Varol, kitabında eski inançların ve Alevi-Bektaşi kültürünün uzantısı olan, unutulmaya yüz tutmuş bir gelenekten, “ağıtçılık”tan yola çıkarak yaşlı bir kahraman yaratmış; Ağıtçı Kadın. Yırtık pırtık elbisesi, dövmeleri, aslanağızlı asası, belindeki kurt ve çakal kuyrukları, kara teni, yılların kederle doldurduğu kalbiyle bu masalsı kahraman, ilk sayfadan itibaren okurun kalbini fethediyor. İlk bölümde onunla birlikte Azrail’i beklerken birden ses olup uykulara karışan Heves Ali’nin fısıltısını işitiyoruz: Ses “Ben öldüm, gel bul beni” diyerek kahramanı, ağıdını yakmak üzere yanına çağırıyor. Ağıtçı Kadın’la düş mü gerçek mi olduğunu bilemediğimiz Heves Ali’nin peşine biz de düşüyoruz hatta ara sıra onun gibi Heves Ali’yi sağ salim bulma hayallerine bile kapılabiliriz.

Ağıtçı kadın, elli yıl önce kendisini bırakıp giden sevdiği, saz şairi Heves Ali’sini bulabilme umuduyla doğup büyüdüğü Kırşehir’den çıkmış, uzun zaman diyar diyar gezmiş; köy odalarında, âşık kahvelerinde, dağlarda onu aramış, gördüğü saz âşıklarına sormuş, bir saz âşığının mutlaka yolunun Arguvan’a düşeceğini söyleyen birileri yüzünden sonunda Arguvan’a gelip yerleşmiş. Burada önce ebelik yapmış, sonra cenaze evlerinde yaktığı ağıtlardan aldığı göz silimliği ile geçimini sağlamış, bu onun yaşam biçimi olmuş. Eserde yaşlı kahraman, ölümüne birkaç gün kala yollara düşer. Çünkü rüyada duyduğu ses onu Konya’ya çağırır. Orada aldığı işaretler kadını, emekli bir demiryolu işçisinin evine götürür, yaşlı adamın hikâyesini oğlundan dinleyip ağıdını yakar. Buradan Bursa’ya, Ermeni Artin’in hikâyesine sürüklenir. Onun hikâyesini de kardeşinden (abi mi kardeş mi, burada bir karmaşa var. s.78-80) öğrenir. Neye uğradığını anlayamadan, zorla, İstanbul’a, “Komutan İlteriş” adlı subayın cenazesine götürülür. Oradan da yine rüyalar sebebiyle Erzurum’a, Como Emmi’nin hikâyesine savrulur. Tam evine dönmeye niyet etmişken Arkanya’da, otobüste gördüğü Cemal’in yüzündeki kedere duyduğu merak onu, dağa çıkarak ölen gencecik Ümit’in hikâyesine çeker. Olaylar her şeyin başladığı şehirde, Malatya’nın Arguvan kasabasında son bulur.

Roman, yarım asırlık sevdasının peşine tekrar düşerek şehir şehir dolaşan yaşlı bir kadının öyküsü gibi görünse de anlaşıldığı üzere bu bir çerçeve öyküdür. Ağıtçı Kadın, iyi seçilmiş bir motif. Varol, Haw’da Mikasa’nın hikâyesi içerisine yerleştirdiği meseleleri bu romanında da yaşlı kadının serüvenine katarak anlatmış. Kitabın kurgusunda masalla gerçeği buluşturan yazar, esasen zor bir işe kalkışmış. Ağıtçı Kadın’ın hikâyesine, masalsı özelliğini yok etmeden, mantıksal dokuyu zedelemeden, gerçek yaşam hikâyeleri yerleştirmek ve bunları birbiri içine yedirebilmek oldukça güç görünüyor. Çarpıcı ve yaratıcı kurgusuna, iyi işlenmiş kahramanına rağmen anlatımın, yer yer akışkanlığını ve ritminin kaybetmesinin nedeni bu olsa gerek.

Ağıtçı Kadın’ın dolaştığı şehirler Ankara hariç Tanpınar’ın “beş şehir”idir. Ankara yerine ona ses bakımından çok benzeyen, yazarın diğer romanlarında da söz ettiği Arkanya yer alır. Kitaptaki beş ayrı yaşam öyküsü okuru geçmişe, otuz yıl evvelki olaylara götürür. Hepsi de bir başka aşka adanmış bu beş ömrün hikâyesini -meçhul taraflarıyla- yakınlarının ağzından dinleriz. Hikâyelerin içinde siyasi olaylara, gündeme, yazarın önceki romanları Jar ve Haw’a göndermeler, ironik detaylar ve imalar bulunur. Aslında olması istenilenle olan arasındaki fark, görünenle gerçek arasındaki mesafe ürkütücüdür. İşaret parmağı havada ölen Artin’in hikâyesinde olduğu gibi “gerçek” bakılan yere göre biçim değiştirir. Yazar anlatının bazı yönlerini bile isteye karanlıkta bırakır, çünkü üzerinde düşünmemizi ister.


Romanda Ağıtçı Kadın tren ya da otobüsle seyahat eder. Onunla birlikte Anadolu’nun hüzünlü yol manzaralarına tanıklık ederiz. Bazı hikâyelerde farklı kültürlere ait lezzetlerden ve yemeklerden de söz edilir. Tüm hikâyelerin sonunda Ağıtçı Kadın’ın sesi duyulur. Yollar ve dağlar ıssızlık katar, onun serüvenine. İçine içine haykırır Ağıtçı Kadın, ünler, bağırır: “Heveeeees! Heves Ali…” Yıllar yılı kalbinde biriktirdiği acıları, bir hasret uğruna harcanmış ömrünün ağıdını dile getirir yaşlı kadın, oldukça içlidir; romanın pek çok yerinde yazarın okuma hazzımızı arttıran şairane cümleleri ışıldar durur.

Varol, romanında dünya görüşleri, yaşama biçimleri, ırk, mezhep ve dinleri birbirinden farklı, her biri başka dertlerden muzdarip, sonunda ölümde eşitlenmiş insanları anlatırken tarafsız kalmaya, olaylara tepeden bakmaya çalışmış. Zaten gerçek hayatta aynı zeminde hiçbir zaman bir araya gelmeyecek bu insanlar; devletini seven, ömrünü ona hizmetle geçiren Konya’daki emekli demiryolu işçisi de, İstanbul’da bir suikasta kurban giden, vatansever, Mardin Cezaevi Komutanı Sedat da, halkına başka türlü faydası olabilecekken Diyarbakır’da dağa çıkan zehir gibi akıllı liseli genç Ümit de, hayallerinin peşinde ömrünü heder eden Ermeni Artin de, bir aşk hikâyesinden sonra dağılan, Bingöl koyunu gibi kokan, kötülük timsali eşkıya Como Emmi de işte bu romanda buluşurlar.

Kitapta kahramanlar, hayatlarının son deminde, ölüme yaklaştıkça başkalaşıp yakınlarıyla bir biçimde vedalaşırlar. Hemen hepsinin kıymeti öldüğünde anlaşılır. Ağıtçı Kadın da dünyada bildiği, onu “o” yapan ne varsa hepsinden soyunur. Yıllardır başkalarının olan ama onun tarafından da sahiplenilen onca acı, kalbine yerleşip belini bükmüş, dizlerinde derman bırakmamış, yüzünü buruşturmuş, ellerine lekeler düşürmüş, saçlarını ağartmıştır. Kara elbisesindeki sökükler ve ona bağlanmış her bir çaput ayrı bir hayat hikâyesinin eseridir. Dinlediği çok sayıda hikâyenin yükünü kalbinde taşıyan bu yaşlı kadın, sonunda hepsinin ağırlığından kurtulur, hepsiyle vedalaşır; yeni lastik pabuçlar, güllü entariler giyer, ölüme bir düğüne gider gibi hazırlanır, diline bir türkü gibi mevlidin sözleri dolanır.

Kitabı okudukça sizi bilemem ama ölümün ve ayrılığın başka dertlere benzemeyen kederi usul usul sokuldu, benim kalbime. Bir Ağıtçı Kadın’dan öğrendiklerim kaldı geriye, bir de… “Kendi gitse de hikâyesi kaldı yadigâr”…

Tuba DERE, Ayraç Dergi s.78'de yayınlanmıştır.

Kemal Varol; Ucunda Ölüm Var, İletişim Yayınları


9 Mart 2016 Çarşamba

Küçük Paris’e Bir Öksürük Şurubu





Triportörü bilir misiniz, hani şu kitabın kapağında resmi olan? Ben bilirim, çocukluğuma rastlar. Tüpçüler, sütçüler filan kullanırdı. Patırtılarla, tekleyerek çalışırdı, öksürür gibi. Ay, bulaşıcı mı bu acaba? Ne? Anlatıcının dili ya da anlatma hastalığı. Bana da mı bulaştı yoksa? Böyle bölük pörçük cümlelerle yazıya girince. İçime kurt düştü.

Sedat Demir ‘in kitabından söz ettiğim yazının başlığından anlaşılmıştır. Son yıllarda gördüğüm en güzel kapak görseli, kitabı görür görmez zaten bizi okumaya davet ediyor. Yazarın içimizde derin meraklar uyandıran ithafını saymıyorum bile. Şifahi Efendi’den(Kim ola bu Şifahi Efendi?) alıntı,  eski şark metinlerine benzeyen mukaddimenin, bir de anlatıcı girizgâhının ardından öyküleri okumaya başlıyorsunuz. Kitap müstakil gibi duran ancak birbirine görünmez bağlarla, ayrıntılarla bağlı üç öyküden oluşuyor. Bir öyküyü bitirmeden elinizden bırakıp soluklanmanız zor. Bu nedenle okumaya tedarikli oturun. Ben kitabı bir bardak su gibi üç yudumda içtim.

Bu kitapta hiçbir şey alıştığımız gibi değil. Öykülerin başlığını bile olması gereken yerde bulamayacaksınız. Her birinin başında öykü hakkında kısaca malumat edinilecek bir takdim kısmı yer alıyor. Okurken önce kitabın atmosferine alışmak, ayrıca çok dikkatli olmak gerekiyor. Öyküler teknik olarak başladığı noktaya geri dönen, çember biçimli hatta helezonik bir planla kurulmuş. Kurguyu besleyen oldukça zengin bir sinema, müzik, edebiyat ve mitoloji birikimi var. Hiç de yabana atılmayacak bir de mutfak kültürü… Sundukları tatlarla başımızı döndürüyorlar. İlk kitaplar daima sahihtir, yazarını ele verir. Öykülerin derinliğine bakınca bunun bir “ilk kitap” olduğuna inanmak güç olsa da Küçük Paris’in öykülerini okurken satır aralarındaki gözeneklerden dikkatlice bakarsanız tanımak istediğiniz yazarını da görebilirsiniz. Çünkü kitaptaki anlatıcıların sesi, bazen bizi şaşkına çevirip sonra ettikleriyle eğlenen yazarın sesine çok benziyor.

Kurgu, çağrışımı çok güçlü metafor ve imgelere dayandırılmış. Triportör, balkon, yara izi, kumrular, balıklar, mezeler, kambur bunlardan birkaçı.  Anlatımın başından itibaren bir bataklık mevzusudur,  gidiyor. Bu öyle bir bataklık ki hem anlatıcıları hem de okurları tatlı bir sarhoşlukla içine çekiyor. Kitapta tıpkı bir mazmun gibi kurgu içerisine saklanmış motifler de bulunuyor. İthafın bize verdiği ipuçlarından birinin, Chavela Vargas’ın izini sürerseniz ‘girizgâh’ olarak tanımladığım bölümde bazı detaylar yakalayabilirsiniz(Vargas denilince Frida’yı hatırlamamak mümkün değil, yalnızca Vargas değil kitaptaki bazı işaretler de bize Frida’yı çağrıştıracak). Sarı Dede ile Maryam’ın efsanevi hikâyesi –ki bu, bataklıkla ilgili temel anlatı-  Meksikalıların “Ağlayan Kadın” efsanesi ile “Saba Melikesi Belkıs” hikâyesine bir gönderme. Son öykünün kahramanı, bir zamanların güzel şarkıcısı Suzan’ın macerasında da “Ağlayan Kadın”ı hatırlatan ayrıntılar gizli. Saba Melikesi Belkıs başka yerlerde de çağrışımlarla önümüze geliyor, mesela ikinci öykünün kahramanı Nurperi’nin asıl adı Belkıs; ilk öykünün sonuna doğru da birinin “Makeda” diye seslendiğini duyuyoruz.

Kitabın temel kurgusu, neredeyse ölüm tarafından bile bir müddet unutulmuş, üç geçmiş zaman kadınının -Sadberk, Nurperi ve Suzan’ın- macerası etrafında örülmüş, bir mahalle hikâyesidir. İstanbul’un çok renkli,  çok sesli; tarihi, mutfağı, kültürü ile oldum olası zengin, dizilere, filmlere, kitaplara konu edilmiş semti Samatya yani zamanının “Küçük Paris” i öykülerin mekânı oluyor. Deresi, bataklığı, İkiyüzlü Çeşme Sokağı, İstasyon Gazinosu, Merhaba Caddesi en çok da eski Ermeni ve Rum evleriyle, anlatılan yaşamlara tanıklık edip geçmiş zamanın tozuna bulanmıştır, Küçük Paris. Kitapta sürekli kimlik ve el değiştiren hatta kaybolan anlatıcıların arasına, uğuldayan sokakları, dişil özellikleri, titrek sesiyle pekâlâ Samatya da karışabilir, çünkü yaşlı kadınlar hep öksürerek ve kesik kesik konuşurlar.

Sadberk, Nurperi ve Suzan, üçü de aslında iyi koşullarda yaşamış güzel hatta ‘çapkınca’ kadınlardır (Bu arada belirtelim, bir erkek yazarın kadın kahramanların dilinden bu kadar başarıyla konuşması pek takdire şayandır).Hayatın cilveleri zengin yoksul, güzel çirkin ayrımı yapmaz ve keder herkese eşit uzaklıktadır, bu üç kadının hikâyesi de buruktur. Hayatlarına karışan, yanlarında, yakınlarında bulunan kişiler de hikâyeleriyle onların acısına acı katarlar. En çok da nefes alabilmek için sığındıkları ama hiçbir zaman gerçek olamamış düşlerin bataklığında boğulurlar.

Kitabın içinde dört görsel yer almış. Bunlardan ilki “Triportörlü Hikâye”nin başında ve Aragon’un “Kibar Semtler” romanına ait. Diğeri, bir sayfa sonra, metnin kurgu taslak çizimine benziyor. Bu çizim okurun öyküyü kavramasına kılavuzluk edebilir. İlk öykü, kahramanı Sadberk’in adı gibi çok katmanlı, kitapta kendisini takip eden iki öyküden daha kompleks bir yapıya sahip. Sadberk bir iştahla, kendisinin, Mevlüt’ün, Ayla’nın, yıllardır birbirini arayan ama kör bir nokta yüzünden kavuşamayan âşıkların hikâyesini anlatıyor. Bu arada kahramanlar alıp başını gidiyor, kurgu öyle dallanıp saçılıyor ki iskeleti görmek güçleşiyor. Aslında okuyacaklarımızın, okuduklarımızı aydınlatacağı fikri bu karmaşada merakımızı tetikliyor. Bu öykü üslup bakımından da diğerlerinden biraz farklı. Şuur akışının yoğunlaştığı bölümlerde iç içe geçmiş, parçalanmış cümleler anlamı ve grameri zorluyor.

İkinci öykünün başında bulunan “Rüzgâr Gibi Geçti” filminin afişi kitaptaki bir diğer görsel. Öykü bir apartmanın beşinci katından atlamaya hazırlanan bir gencin düşünceleriyle başlıyor. Kurgu ilerledikçe gencin amacının intihar olmadığını anlıyoruz. Evvela uçmayı öğrenmiş bu delikanlı, şimdi konmaya yani dünyaya dönmeye çalışıyor. Ona kanatlanıp uçmayı öğretense masmavi gözleri olan, kendi güzel ama bahtı kara, ihtiyar bir kadın, Nurperi, kahramanın çocukluk aşkı. Filmlerin hayal dünyasına getirdiği zenginlikle yaşayan bu kadın, hayattan, yaşayamadıklarının intikamını film izleyerek alıyor. Kahramana da küçük bir çocukken ‘ondaki manayı terbiye edecek’ olan sinemanın, müziğin, aşkın ve rüyaların kapısını aralıyor. Lâkin düşlerin lezzeti zehirlidir, uçmak güzelse de konmak zor ve acı vericidir.

Kitaptaki son görsel, üçüncü öykünün başında yer alan bir gazino afişi. Küçük Paris’in bir zamanlar meşhur gazinolarında sahne almış güzel şarkıcı Suzan Dilber’e ait. Bir suçun bedelini yaşamıyla ödemiş, dahası acılarını ömür boyu taşımaktan yorulmuş, çirkince bir kamburdur artık Suzan. Hâlâ okuma yazma bilmiyor, ağzı bozuk, huysuz bir ihtiyar, yapayalnız yaşıyor. Üstelik kimsenin göremediği bir çocuk –Asım- tarafından takip ediliyor. Doğdu mu Asım, hiç var oldu mu bilinmez, ama Suzan’a sürekli hatırlatıyor, hatırlamaması gerekenleri. Suzan’sa hep acı çekiyor.

Bitiriyoruz, son sayfa. Üslubu şiirsel olmasa da bu öyküler; filmler, kitaplar, şarkılar sayesinde metafor, imge ve çağrışımları ile şiir lezzeti bırakıyor ruhumuzda. Yazarından daha ne güzel kitaplar gelecek kim bilir? Son sayfayı da okudunuz mu? Artık karakterleri az çok tanıdınız, olayları anladınız. Az çok mu? Evet… Şimdi dönün en başa, dönün, dönün üşenmeyin. Kaçırdığınız dehlizler, fark etmediğiniz ayrıntılar var. Damağınızda kalan bu tat devam edecek. Bir bardak çay daha doldurun. Konuşan ses size çok tanıdık gelecek, artık dilini çözdünüz. Kim? Aramızda sır. Hangisi kurmaca ne kadarı gerçek, siz karar verin.


“Bir de her şey anlatılmaz, hikâye sessizlikte demlenir. Boşluklarda.” (s.16)

Sedat DEMİR, Küçük Paris Fena Öksürüyor, Dedalus Kitap, Ocak 2016

Kitabı, Chavela Vargas dinlemeden okumak olmaz.

Tuba DERE, Ayraç Dergisi, s.76'da yayınlanmıştır.




11 Şubat 2016 Perşembe

Geleceğin Öyküsüne Atılan İmza: Günümüz Öyküsü

Son yıllarda tüm sektörlerde olduğu gibi yayıncılıkta da reklamcılığın ve satış dinamiklerinin rüzgârı artık bir tüketici/alıcı olarak görülen okurun zihnini bulandırmakta, nitelikli edebiyat eserine ulaşmayı güçleştirmektedir. Ayrıca yayıncılık sektöründeki elektronikleşme; sosyal medyanın ve internetin okur alışkanlıklarını değiştirmesi gibi nedenler de ister istemez edebi eserleri, türleri, onları birbirinden ayıran sınırları, biçim ve imkânlarını etkilemiş, giderek daha karmaşık hâle getirmiştir. Söz gelimi zaman içerisinde, okurlar tarafından pek sevilen, haşmetli “roman” türünün karşısında “öykü”nün ne şekilde ayakta kalabileceği hususu ayrı bir merak ve tartışma konusu hâline gelmiştir.  

Hepimiz biliriz ki şimdiki zamanın/ânın gerçekliği akışkan ve değişkendir. Büyük resmin görülebilmesi için, hakkında değerlendirme yapılacak şeyden biraz uzaklaşmak, onun soğuyup donmasını beklemek ve etkilerini izlenmek gerekir, kısacası üzerinden zaman geçmelidir. Esasen tarihin öngördüğü bir kemikleşme süreci vardır. Yakın geçmişle ilgili araştırma ve çalışmalar, tarih yazarlığına büyük katkıda bulunursa da genellikle ihata edici değildir, kendilerine ihtiyatla yaklaşılır. Söz konusu durum edebiyat tarihi için de geçerlidir. Yakın dönem edebiyatı ile ilgili çalışmalar, sürecin dinamiklerinin tesiri altındadır, bu nedenle nesnelliğin yakalanması ve kuşatıcılığın gerçekleşmesi zordur. İşte tam da burada münekkidin kıymeti ortaya çıkar. Günümüzde oldukça değişken bir yapıya sahip olan edebiyat dünyasında, bazı iyi kalemlerin hak ettiği değeri bulmadan, zamanın sularına karışıp gitmesi işten bile değildir. Okuru nitelikli esere ulaştırabilecek, edebi sahaya hakim, birikimi sağlam, okuduğunun pahasını biçebilen eleştirmenlerin kılavuzluğu burada değer kazanır. Başka bir deyişle nitelikli eser veren edebiyatçıları görünür kılacak olan da, onları geleceğe taşıyacak olan da eleştirmenlerdir.

Öykülerin Dünyasında Seyahat


Okumayı ‘yaşamı kıyısından seyretmek’, seyahati ise ‘müşahedeye dayalı bilgi ve deneyim edinmek’ kabul ettiğimden “çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?” sorusunu, hep “çok gezen bilir” diye cevaplardım. Ancak bugünlerde bu düşüncemi değiştirecek bir kitapla karşılaştığımı söylesem herhâlde mübalağa etmiş olmam. Son yıllarda öykü üzerine yazdığı “Modern Öykü Kuramı”, “Öykümüzün Kırk Kapısı” ve “Doğu’nun Hikâye Kuramı”  gibi kuramsal çalışmaları ile dikkati çeken, öykü yazarı ve eleştirmen Necip Tosun, mihenk taşı kitaplarına bir yenisini daha ekledi;  “Günümüz Öyküsü” kısa zaman önce raflarda yerini aldı. Bugün herkesçe kabul görecektir ki, özellikle edebiyatta öykücülük konusu gündeme geldiğinde düşünce ve değerlendirmeleri dikkate alınacak yazarlar içerisinde liste başı isimlerden biridir,  Necip Tosun.

Tosun, bundan önceki kitaplarında gelenekten yola çıkarak hikâye anlatıcılığından öykü yazarlığına evrilen serüvenimizi irdelemiş; teorik yaklaşımlarla şiir, deneme, roman arasında kendisine bir yer açmaya çalışan öykünün köklerine inmiş, ayrıca beslendiği kaynakları da araştırmıştı. Bu yeni çalışmasıyla ise öykümüzün filizlenip yeşeren dal uçlarına dokunmakta. Kitabın, ilk yazısının 2004 yılında Cemil Kavukçu’nun öykücülük serüveni üzerine kaleme alındığı düşünülürse ne denli uzun bir yolculuğun eseri olduğu anlaşılacaktır. 10 yıl kadar süren bu uzun yolculukta Tosun, edebiyatımızda keşfe çıkmış; yaşama karşı duruşları, düşünüşleri, estetik zevkleri birbirinden farklı 50 öykücünün kitaplarına ve dünyasına tek tek konuk olmuş. Kitaplardaki öykülerin ayrı ayrı kapısını aralamış, içlerine girip bakmış, gizlerine ışık tutmuş, kurgusal yapısını, zaman ve mekânını ana hatlarıyla tespite çalışmış; kahramanlarıyla tanışmış hatta oturup onlarla sohbet etmiş, meselelerini anlamak için çaba göstermiştir. Böyle bir çalışmayı hazırlayan uzun soluklu ve etkin okuma deneyimi de pekala kitaplar arasında bir seyahat sayılabilir, kanaatimce.

Necip Tosun, Günümüz Öyküsü’nü hazırlarken, kitap için seçki oluşturmanın güçlüğünü yaşamış olmalı. Sözü edilen öykücülerin tümü edebiyat dünyasında dil, üslup, öyküleme tekniği bakımından yer edinmiş, öykülerinin sanatsal değeri kabul görmüş isimler. Ayrıca öykücüler seçilip değerlendirilirken edebiyat akım ve ekolleri, kanonları esas alınmamış, yazarlar arasında hiçbir ideolojik ayrım gözetilmemiş. Analizler, okur öznelliği ve romantizmi taşımıyor. Oldukça nesnel bir tavır, tarafsız ve iyimser bir bakışla her öykücünün nevi şahsına münhasır öykü dünyası keşfe çıkılmış, etraflıca incelenmiş. Tosun, bu değerlendirmelerinde önceki kitaplarında oluşturduğu terminolojik ve kavramsal zemin üzerine bir yapı inşa etmiş (Burada özelikle öykü üzerinde çalışmak, düşünmek isteyenlerin o kitapları da okuması gerektiğini salık verelim.). Bir başka deyişle daha önceki çalışmalarda belirlenen ve sözü edilen kuramsal yaklaşımlar, bu defa sahaya inilip uygulamalı olarak ele alınmıştır. Eserde, 80’lerden bugüne kısaca öykü maceramızı ve kitabın hazırlanış sürecini anlatan sunuş kısmı oldukça kıymetli, elimizdeki bu geniş çaplı çalışma sonucunda ulaşılan bilgiler, ana hatlarıyla burada özetleniyor. Son yıllarda çok sesli ve renkli olan öykü dünyamızın tema, konu, üslup, biçim gibi temel özelliklerine de bu bölümde değiniliyor. Öyküleme tekniği, dil ve üslup bakımından benzer tarzları benimseyen yazarlardan; aynı tema ve konuları işleyen yazarların ise meselelere yaklaşımındaki ayrışma ve ortaklıklardan söz edilerek son dönem öykücülüğümüz irdeleniyor.

Günümüz Öyküsü’nde çalışmanın alt yapısı oluşturan okuma serüveni ve emek gerçekten göz kamaştırıcıdır (Bu arada okunmuş ama kitapta yer verilmemiş eserlerin olabileceğini de düşünürsek bu yekun daha da artar.).Değerlendirmelerde 50 öykücünün neredeyse tek tek bütün eserlerinden bahisler yer almakta. Metinlerde öncelikle genel anlamda öykücünün “öykü evreni” inceleniyor, öykülerin yaslandığı kavramsal ve tematik yapı gözden geçiriliyor, öyküleme teknikleri, kurgunun ana hatları, çatısı ve kurulumu, zaman, mekân, kişi kadrosu seçimleri, karakter analizleri, dil ve üslup özellikleri ayrıca öykülerin güçlü ve zayıf yönleri üzerinde duruluyor, öykücünün çağdaşı yazarlar arasındaki yeri belirlenmeye çalışılıyor. Bu temel analizlerden sonra yazarın ayrı ayrı öykü kitaplarına temas ediliyor, zaman içerisinde kendini tekrara düşmeler, eserleri arasındaki benzeşmeler yahut kaleminin geçirdiği değişimler de gözler önüne seriliyor.

Günümüz Öyküsü kendisine okuma listesi oluşturmak isteyen kitap kurtlarından tutun da bilimsel çalışma yapacak akademisyenlere kadar farklı düzeylerdeki pek çok okura hitap edecektir. Ayrıca bu tarz çalışmaların ağır akademik dilini taşımadığı için, herkes tarafından kolayca ve ilgiyle okunabilecek türden bir eser. Kitapta okuma lezzetini arttıracak, altı çizilecek pek çok cümle var, bunlar yalnızca bahse konu olan öykücü ile ilgili değil; aralarında hayata, edebiyata, sosyal yaşama dair tespitler ve felsefik çıkarımlar da bulunuyor. Bu eser, yoğun bir okuma çalışmasına dayandığı için okura son 35 yılda öykücülüğümüzün konu, tema, düşünce ve biçim bakımından geçirdiği değişim ve dönüşümleri panoramik olarak görme imkânı sağlayacak, kuşatıcı bir kitap. Yakın dönemin canlı ve akışkan edebiyatını somutlaştırma hususunda da oldukça başarılı. Bu kitabıyla Necip Tosun, bugün artık yazardan yazara değişkenlik gösteren, tanımı, biçimi ve sınırları tartışılabilir olan “öykü” türünün altını çizmiş; günümüzde başarılı örneklerini işaret ederek varlığını ve kudretini kanıtlamış; gelecekte de güçlü kalemlerden çıkan eserlerin hep olacağı ümidini kalbimize ekmiştir. 

Dünya edebiyatındaki akım ve ekollerin, modernizm ve post modernizmin, yaşadığımız toplumsal ve siyasal olayların öykümüzdeki yansımalarını kitabın değerlendirmeleri içerisinde bulmak mümkün. Bu sebeple eserdeki analizler yalnızca edebiyat bakımından değil, sosyolojik açıdan da değer ifade edecektir. Kitap, içerisinde yer alan yazarlardan başlayıp tüm öykü yazarlarına ayna tutacak, kendi öykücülük serüvenlerini görebilme şansı tanıyacak niteliktedir. Öyküye yeni başlayan yazarlar için de ipuçları veren bir kılavuz sayılabilir. Metin odaklı yaklaşım, analizci bakış, öykülerin kurgusal iskeleti çıkarma, bu iskeletin her öykücüye göre değişen detaylarını görme ve gösterme gibi eleştirmenliğin püf noktası sayılabilecek incelikleri ve öte yandan da tarafsızlığı barındırdığı için günümüz edebiyat eleştirisinin güzel bir örneği olan Günümüz Öyküsü, yeni kuşak münekkitlere de yol gösterici bir başucu kitabı olacaktır.


Günümüz Öyküsü’ne kendi adıma teşekkür borçluyum, öncelikle bana (itiraf etmeliyim ki)henüz hiçbir kitabını okumadığım yeni öykücülerle tanışma imkânı verdi. Öykümüzün geleceği ile ilgili yüreğime soğuk sular serpti. Eserlerini okuduğum yazarlar hakkında da derli toplu bilgiye ulaşmamı sağladığı için daima elimin altında, kitaplığımın görünür bir köşesinde olacak. 

Tuba DERE, Ayraç Dergisi s.75

Günümüz Öyküsü, Necip Tosun, Dedalus Kitap, 2015

22 Ocak 2016 Cuma

Şarkıların Bize Söylediği


Radyo kültürü ile yetişmiş bir kuşağın insanı olmaktan daima gururla bahsederim. Belki bu nedenle çocukluğumdan beri yaşama refakat eden müziği ve ritmi işitirim. Kısa bir süre evvel “şarkılarla yaşamak” konulu bir yazı yazmış, müziğin yaşamı güzelleştirip anlamlı kılan dünyası üzerine ne söylense az diye düşünüp sonunda sözü yine müziğe bırakmıştım. Hayatta herkesin bir şarkısı, her şarkının bir öyküsü var mıdır, bilemem ama… Tevafukun böylesine can kurban. Şarkılarla ilgili anlatacakları olan bir ben değilmişim. Erdem Yayınları on üç yazarı kendi şarkılarını konuşturmak üzere buluşturmuş, “Benim Şarkım” adıyla küçük bir öykü antolojisi yayınlamış. Kitabı görür görmez başkalarının şarkılarına duyduğum merakla alıp okudum.

Kitap hem yaşama bakışı birbirinden farklı kalemleri, hem de tarz ve teknik olarak oldukça farklı öyküleri bir araya getirmiş. Hiçbir öykünün şarkılarla kurduğu bağ da birbirine benzemiyor. Ama bu öykülerin ortak bir yönü var; şarkılarla ilintili bir kurguya sahipler ve bir şarkıya ithaf edilmişler.
İlk öykü Cihan Aktaş’ın “Misafir Odası” bir zamanlar evlerimizde dokunulmazlığı olan bir odanın, tabiri caizse dokunulmazlığını kaldırır. Anlatıcı kahraman, anne ve babasının evlilik yaşamına, gençlik ve ihtiyarlık hatıralarına bir şarkının ışığı altında bakar: Beklenen Şarkı. Hırçın bir adam olan Falih Bey’in gururu örselenmiş eşi Sıdıka Hanım, evliliğinde yaşadığı hüsran ve kederle suskunlaşmış; küskün yüzünü radyoya dönerek şarkılardan bir dünya yaratmıştır. Müzik ve sinema gibi rafine zevkler edinip şarkılara sığınarak yaralarını sarar. Bu sırada filmini sinemada izlediği, incelik ve nezaketine hayran kaldığı Zeki Müren’i de düşlerine kahraman seçmiştir, Paşa’ya hayranlığı aşka benzer. “Beklenen Şarkı, sevgilinin gözlerinin içindeki hayali dert edecek kadar yakından bakmanın şarkısı”dır. Zamanla yaşamın gerçekliği bir dalga gibi gelir, hatıraların izlerini siler, düşle gerçek birbirine karışır; özenilen, üzerine titrenen şeyler önemini kaybeder; misafir odaları gibi…

Bülent Ata’nın “Beyaz Elbise” öyküsünde, yaşamın açtığı boşluğu aşk sayesinde doldurup, acısını dindirmeye çalışan bir genç kızın flashbacklerle çocukluğuna, anne babasının ayrılığına, babasının yaptığı evliliğe dönüşü anlatılır. Beyaz elbise çocuklukta ailece yaşanılan son mutlu günün sembolüdür. Genç kız belki bu nedenle sevdiği delikanlıdan kendisine beyaz elbise almasını ister. Zannederim biz bu öyküyü okurken fonda “hayatı pahasına öğrenenler” için Sting’in hüzünlü şarkısı “shape of my heart” çalmaktadır. Nedense sonunda, gidenler yahut terk edenler hep birbirine benzer.

“Altın Kafes” Fatma Atıcı’ya ait, ayrılıkla neticelenmiş, tutkulu bir aşk öyküsüdür. Anlatıcı kahraman Elif’in Ali’sine şiirsel bir üslupla yazdığı, ilhamını Mecnûn’dan, Galip Dede’den, Pir Sultan’dan alan gönderilmemiş mektupları sayesinde hikâyenin ayrılığa evrilen akışını öğreniriz. Erkan Oğur’un sesinden dinlenmiş “Bülbülüm altın kafeste” türküsü de bu aşkı yaşatan hatıralar arasındadır.  “O zamanlar ayrılığın aşkın nihayeti değil, dibacesi olduğunu bilmiyordum.” diye anlatır, Elif bize; ayrılığın ruhların vuslatı olduğundan söz eder.

Kitabın sayfaları arasında Ahmet Büke’nin Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi’den tanıdığımız sesini de duyarız. Yine su gibi bir öykünün içinde, çocukluğun mahallesinden söz edilir. Bestekâr Rakım Erkutlu da mahallenin büyüklerindendir. Babaanneden, babaya devredilen musikişinaslık, Tatyos Efendi’nin meşhur bestesi “Gamzedeyim deva bulmam” sayesinde bir çocuğun gönlünde de yer eder. Üstelik babanın huzurunda yaşanan bir ilk ile…

Benim Şarkım’da yıllanmış aşk hikâyeleri de bulabilirsiniz. Zeynep Delav’ın “Ölüyorum Kederimden” öyküsü bunlardan biri. Şarkının adı kurguya ilham kaynağı olmuş gibi görünmekte. Hikâyeyi olaylara şahitlik eden, sonunda kahramanı kadar yalnız kalan bir eşyanın dilinden dinleriz. Tüm umutsuzluğuna rağmen yıllarca umutla beslenmiş bir aşkın kırılma noktasına gelişini ve uzun zaman hasretle beklenmiş bir âşığın tükenişini okur, hüzünleniriz.

Sedat Demir’in “Zippo J03”ü elleri ceplerinde ıslık çalarak etrafını izleyen –yazar böyle tarif etmese bile bana öyle geldi- iyi bir gözlemci olan serseri ruhlu, dalgacı bir gencin öyküsüdür. İç sesin konuşmalarını işitiriz. Hiçbir şey umurunda değildir. Kendisiyle alaycı bir dille konuşur, arada kendini hizaya çeker. Etraftan gelen sesleri, şarkıları hasbihâline dâhil eder. Sonunda “Bir ihtimal daha var”da karar kılar. Yoksa yıllar evvel kaybolmuş Zippo, sahibine geri mi dönmüştür?

Esra Demirci’nin “Köşe” öyküsü, bir zamanlar peri kızı kadar güzel olan Gülzade’nin, berbat bir evlilik ve kötü bir olay neticesi bacağını kaybedişini; hayata ve insanlara küsmesini anlatır. İlhan İrem ve onun “Sürgün gibi masallarda” şarkısı genç kızın geçmişte kalan hayallerinin sembolüdür. Yaşama dönüşmeyen hayallerle birlikte Gülzade sesini de içine gömmüş, evinde sürgün gibi bir köşeye çekilmiştir. “Bazı insanların gerçekliği bazı şarkıların gölgesinde kalıyordu. Ne mutlu o şarkılara, vah ki o insanlara…” diyen kahramanın acısı içimizi burkar.

“Mavi Kanepe” öyküsünü Melike Günyüz “Hastayım, yalnızım seni yanımda/Sanıp da bahtiyar ölmek isterim” şarkısından esinlenerek kaleme almış. Öykünün kahramanı yaşlı kadın, kemoterapi hastasıdır. Hastalığının ciddiyetini tedavi günü mavi kanepeye oturup oturmamakla tayin eder. Mavi kanepeye oturmak ölüme yani sevdiklerinden ayrılığa bir adım daha yaklaşmak demektir. Belki ölümün tesellisi de çok sevdiği birinin kollarında gitmekle bulunabilir.

Fatma Akkubak İşler’in “Ya Evde Yoksan”ı, kederini avareliğe vurarak unutmaya çalışan bir kahramanın arayış öyküsüdür. Önce neyin peşine düştüğünü kendisi de bilmez. Ayaklarının hükmü altındadır. Nereye gideceğini onlar tayin eder. ‘Gidip dönmemek, gelip görmemek var’ misali sevdiğini aramaktadır. Arayıp sevdiğini bulamamak da vardır işin ucunda, ardına düştüğü kişiyi bulup da sevdiğini onda bulamamak da… Başımıza gelmesinden korktuklarımız adımlarımızı hep tutuklaştırır. Kahramanımız gelecek, sevdiğinin kapısını çalacaktır da o, “ya evde yoksa”…

“Selma’nın Yükselen Yıldızı” ile Yıldız Ramazanoğlu yeni zamanların insanının, çağın sancılarını geçmişe yaslanıp sığınarak hafifletme çabasını anlatır. Öyküde her şeyi olduğu, her şeye ulaştığı hâlde mutluluğu elde edememiş bir kadının kendilik soruşturması, hayatı gözden geçirmesi dile getirilir. Yaşanılan zamanın yapaylığına, sıkıntıların yarattığı kirliliğe rağmen sığınılacak geçmişin güzelliği Dilhayat Kalfa’nın besteleriyle sahicilik kazanmaktadır. Peki, Dilhayat Kalfa aranılan mutluluğun bir zamanlar sahibi olmuş mudur acaba?

Güray Süngü “Evvel Ahir, Batın Zahir” öyküsünde her zamanki gibi şuur akışı tekniğiyle ironik dilini konuşturur. Kahraman, alışılageldik olanı yadırgayan, her şeye yabancı bir bakışla etrafı gözlemleyerek sevdiğini beklemektedir. Uzunca bir süre hatta yıllarca bekleyen bu kahraman kimdir? İlk insan Adem. Havva’yı, onun çıktığı kaba geri döneceği günü beklemektedir. Öyküde renkler değişimin sembolü olarak devinim hâlindedir; açılır, koyulaşırlar. Dünyayı siyah beyaz ve renkli görmek arasında bir fark vardır, ‘renkler göz alıcıdır ve asıl görmemiz gerekeni görmemize engel olurlar.’ Bu aldanışın sebebi renkler mi yoksa cehalet midir? Öykü bir bakıma “Cahildim, dünyanın rengine kandım” sözünün felsefesini yapar. Yaşamın kıyısında beklemek yani oyundan çekilmek gerçeklik yanılgısını siler. Kıyıda her şey yavaş yavaş siyah beyaza dönüşür, tıpkı köpeklerin gözünde olduğu gibi. İnsan köpekleşince renkleri kaybeder yani iyileşir. Çünkü renkleri görenler renge sahip olanı değil, sahip olduğu rengi gördüklerinden hakikatten bihaberdirler. Dünyadaki kavgalar da renklerden çıkar.

Yunus Emre Tozal’ın kaleme aldığı “Adını Sen Koy” öyküsü on altı yaşındaki bir gencin konfeksiyon atölyesinde çalışarak hayata atılış macerasını anlatır. Atölyede çalışan buruk, kırık insanların kederlerini orada hep beraber Kral FM’den dinledikleri şarkılarla bütünleştiren kahraman, hayatı da şarkılar üzerinden tanır, anlar ve anlamlandırır. Zaten dünya hüzünlü bir yerdir. Cengiz Baba, Orhan Baba, Müslim Baba da böyle söyler.

Kitaptaki en son öykü, Sadık Yemni’ye ait “Şarkımı Geri Aldım”, Şekip Ayhan Özışık’ın “Belki bir sabah geleceksin lâkin” şarkısına ithaf edilmiştir ve yine yıllanmış bir aşk hikâyesini anlatır. Öykü, kahramanın yıllar evvel ihanet gördüğü, kırgın ayrıldığı arkadaşına yazdığı veda mektubudur. Nedim Karatura, kahramanımızın yıllar evvel mektuplaşarak gönül bağı kurduğu Bahar’ı bir şekilde kandırarak evlenmiştir. Bahar’ın güzelliğini, iç ışıltısını, aralarındaki yüksek frekanslı aşkı unutamayan kahraman, hayatın getirdiği güzel bir tesadüf sonucu arkadaşının ve onun eşi olan eski sevgilisinin izini bulur. Ancak mutluluğa fazla zaman yoktur. Bu sırada ölümün ayak sesleri de duyulur. Sonun gelişi hem hasreti dindirecektir, hem de geçmişin hesabı kapanacaktır, perde gibi…


Şarkıların dünyasına ait her şeyi sevmeye hazır olduğum için midir, bilemem, müziğin uçsuz bucaksız çağrışıma açık, hatıralara dönük sıcacık yüzünü öykülerin kurgusal dünyasında görmek hoşuma gitti. Yalnız şunu söylemeden edemeyeceğim: Kitaptaki öykülerin tümü diyemem ama çoğu şarkı sözlerinden ilham alınarak yazılmış yani şiirsellikten, sözden ve onun gücünden kuvvet alarak. Oysa böyle bir kitapta müziğin, şarkıların, sazların sesine de kulak vermeli, Tanpınar’ın ve Yahya Kemal’in öğrettiği gibi sesin bizi ulaştırdığı ufuklarda da gezinmeliydik, kanaatimce. Sesin ruhta yarattığı hazzı yani müziği duymak isterdim. Yine de kitabın çok sesliliğini sevdim. Bazı öyküler oldukça başarılı. Üstelik artık unutulmaya yüz tutmuş şarkılar var burada. İsterseniz, siz de okuyun ve dinleyin. 

Tuba DERE/ Ayraç Dergisi 74.sayısı

Benim Şarkım- Erdem Yayınları 2015