Ayfer Tunç yine bitirmeye
kıyamadığım, bazı bölümlerini demlendirerek, döne döne okuduğum bir roman
yazmış. Ağır, sancılı, adı gibi uzun bir kitap, Âşıklar Delidir ya da Yazı
Tura. Diğer Ayfer Tunç romanları gibi çok katmanlı, bol hikâyeli. Baştan
söyleyelim, Âşıklar Delidir’de rüya gibi bir aşk yok, aksine adına aşk bile denilememiş
duygular, âşıkları birbirine çağıran derin yaralar, beklenmedik anda ortalığa
dökülen sırlar ve suçlar var. Sonra, yaşarken benzerlerine sık rastladığımız kahramanlar,
aile ilişkileri (borçlular ve alacaklılar) gerçek anlar ve olaylar, hastalık ve
ölüm velhasıl bizzat hayat var.
Tunç son romanında pek çok
bakımdan ustalığını ortaya koymuş, kitabı ince ince işlemiş. Romanın teknik
kurulumu ilginç, iki cepheli: “Yazı” ve “Tura”. Yazarın Suzan Defter’de kullandığı
tekniği andırıyor. Yazı’da olayları Umut’un anlatımıyla, Tura’da Sanem’in
dilinden okuyoruz. Son bölümdeyse aşka yakışır bir biçimde, iki âşığın sesi
birbirine karışıyor, neredeyse sayıklamalara, tek bir sese dönüşüyor. Yazı’daki
bölümler tek sayılarla, Tura’dakiler çift sayılarla adlandırılmış, dolayısıyla
kitap baskıdaki sırasıyla okunabileceği gibi önce Yazı’dan, sonra Tura’dan şeklinde
de okunabilir. Yazar kurgusunun ana kahramanları, Umut ve Sanem için
kendilerine özgü iki farklı üslup ve ses yaratmış. Özelikle Sanem’in ruh hâli, içindeki
boşluk ve parçalanmışlığı, yapısal olarak alt alta dizilmiş, tekrarlardan
oluşan kesik cümlelerle görünür kılınmış; bazen hıçkırıklara boğulur gibi
konuşuyor Sanem.
Benzerlikler, zıtlıklar ve çatışmalar
romanı, Âşıklar Delidir. Sanem ismine rağmen ailesinde değer görmemiş, el
üstünde değil, hep el altında tutulmuş; yaşamı bile lütfedilerek verilmiş, hayatında
iyi şeyler kaybolmuş bir kız. Umut “gül gibi sevilmiş”lerden ama adına rağmen
yaşamı umutsuz ve geleceksiz. İkisi de “acı familyası”ndan. Farklı sebeplerle akan
yaşamı bırakıp ölümün kıyısına çekilmişler. Umut’un Sophie’si var; Sanem’inse
geçmişten getirdiği derin yaraları. Umut (daha önce annesinin yaşadığı gibi) beyninin
belli bölümlerinde hasar oluşturarak bedenini ele geçirmeye hazırlanan ölümcül genetik
hastalığına (Huntington), kaçmak istese de kurtulamayacağı kaderine Sophie
adını vermiş. Hastalığıyla ilgili bir araştırma için gittiği New York’ta, barda
tanışıyor Sanem’le. Görür görmez birbirlerine yakınlık duyuyorlar. Aralarında
büyük bir aşkın, derin tutkuların doğması için koşullar baştan hazır. Sanem, birine
güvenmenin, düşecek olursa kendisini tutacak birinin yanında olmasının ne demek
olduğunu ilk kez Umut’la tadıyor. Umut zamanın kendisi için kum saatinin içindeki
kum taneleri gibi (kitaptaki 24 bölüm gibi) sayılı olduğunu ve hızla aktığını biliyor.
Sophie’nin eline düşmüş bile olsa kısacık yaşamında kendisine bir tutku
yaratıyor.
Birlikteyken hayat iki âşık için
de başka anlamlar kazanıyor. Ancak kısa bir süre sonra ayrılıyorlar, Umut bir
daha dönmemek üzere İstanbul’a gidiyor. Orada ölecek. Sanem’se o gittikten
sonra yavaş yavaş tükeniyor. Birbirleriyle sürekli yazışıyorlar. Ama ne Umut
çöküşünü Sanem’e göstermek istiyor, ne de Sanem bunu görmek isteğinde. Olmamış
şeyler olmuş, olanlar olmamış gibi davranıyorlar. Amaçları başkalarını
kandırmak değil, yalnızca kendilerini avutmak. İkisi de hikâyelere tutunarak
yaşıyor. Sanem Umut’tan önce sahte CV’ler hazırlayarak iş bulmuş, kendine başka
isimler, başka hayat hikâyeleri uydurmuş; Umut da uydurduğu hikâyeleri
anlatıyor ailesine.
Bir geçmiş zaman romanı Âşıklar
Delidir. Kurgunun anlatım zamanı, Umut’un Türkiye’ye dönüşünden yani ayrılıktan
sonra başlıyor. Ancak bu katmanda akış kısıtlı, hikâye durağan ve yalın. Umut
evine dönüyor, hastalığın beklenen üç belirtisi görülüyor, bu sırada aileyle
ilgili sırlar açığa çıkıyor, Sanem’le yazışmalar devam ediyor, her iki taraf da
şiddetli ayrılık acısı çekiyor ve muhtemel sona doğru geliniyor. Son bölüme
kadar yazar, okurunu anlatım zamanına mesafeli tutmuş. Romandaki olay zamanı
oldukça derin ve geniş, geriye dönüşler ve zaman sıçramalarıyla aktarılan geçmiş,
şimdiki zamandan çok daha yoğun. Sık sık Umut’la Sanem’in Amerika’da birlikte
ve ayrı geçirdikleri zamanlara, iki âşığın çocukluklarına, diğer kahramanların
hayatlarına ve gündelik yaşamlarına gidiliyor.
Kurguda Umut’la doktoru, Umut’la
Stephan, Cathy’le kızı Lisa, Sanem’le Eda, Sanem’in annesiyle anneannesi gibi çok
sayıda ikili ilişki var. Ayrıca Umut’un annesiyle babası, abisiyle Sedef,
Sanem’in ilk aşkı, Stephan’la Yaşiko, Eda’yla Araş gibi başka kahramanlara,
başka zaman dilimlerine ait hikâyelerle aşka ve ilişkilere bakış çeşitlenmiş. Ama
bu hikâyelerin hiçbiri mutlu değil, hepsi siyah beyaz, kapıları yalnızlık ve
çaresizliğe açılıyor. Sanem’in marazi ilk aşkından geriye ağır bir acı ve utanç
kalmış. Umut’un anne babasının aşk hikâyesi suçlarla ve keskin bir acıyla gölgelenmiş.
Umut Amerika’da sayfanın bir
yüzüne kendine, bir yüzüne Sanem’e yazdığı –sonunda yaktığı- bir defter
tutuyor. Teknik olarak kurguyu iki bölüme ayıran “yazı/tura” romanda farklı
biçimlerde kullanılmış bir imge. Yazar bu yolla “neden ben?” sorusunu gündeme
getirip kaderi sorguluyor. Ayrıca anne-kız, baba-oğul ve aile ilişkileri de bu
bağlamda irdeleniyor. Çocuklar anne-babalarının kaderini mi yaşıyor, onların
yaptığı hataların bedelini mi ödüyor? Sophie yüzde elli ihtimalle evli ve
çocuklu abisini değil Umut’u buluyor. Sanem sevgi dolu bir ailede değil, berbat
bir evde doğuyor. Ablasının değil Sanem’in çocuğu yaşıyor. Kader bizi seçiyor
ya da biz ihtimallerden birini seçiyoruz. Neden? Yazı/tura.
Kitabın dramatik çatısını oluşturan,
hastalık ve ölüm temasını, Yazı bölümünde, hastalığın belirtileriyle birlikte
acının dozunu arttırarak geliştirmiş Tunç. Tura’da da seyir bu akışa paralel. Bölüm
numaralandırması (önce Yazı’dan, sonra Tura’dan okunduğunda) okurda Umut ve
Sanem’in aşkının birbirinde yankısını bulması gibi bir beklenti yaratsa da
kitap istenilen aşk hikâyesini bir türlü vermiyor. Tura yazıya karşılık değil
çünkü, madalyonun öteki yüzü. Herkes aşkı kendince yaşıyor. Aslında Umut’un ve
Sanem’in yüzleri birbirlerine değil kendi içlerine dönük. Acıyla başı önüne
düşmüş, hevesleri, hayalleri kırılmış iki insan onlar. Romanda her iki cephede
de olayların, duygusal ve düşünsel yankısı oldukça tekil/bireysel. Neredeyse
tüm kahramanlar mutlak yalnızlığın içinde yüzüyor, sadece birbirlerinin
hayatından kısa temaslarla geçiyorlar. Bunu bilerek yapıyor Ayfer Tunç.
Muhtemelen okuruna hayat ve ölümün karşısında aşkın nerede durduğunu ve ne
olduğunu sorgulatmak istiyor. Öyleyse aşk dünyadaki yalnızlığımızı ve
çaresizliğimizi gidermenin bir yolu mu, diye sormadan edemiyor insan.
Romanda sosyal ve siyasi
meseleler, etnik çatışmalar da Umut’un babasının işi, ırkçı Amerika’da kendini
yabancı hisseden yersiz yurtsuz Rkuye gibi konular üzerinden tartışılıyor.
Sanem’in anneannesinin hikâyesiyle ilgili sır da sanırım böyle bir yaraya
parmak basmak üzere kurgulanmış. Aslında Sanem de kendi toprağında, evinde var
olamamış, hiçbir yere ait olmayan insanların kederini taşıyor. Umut’un abisi,
Eda, Stephan gibi karakterler romanda çatışmalarıyla birlikte verilmiş. Bir de yalın
kat iyiler ve kötüler (Sanem’in abisi, Lisa gibi) var, ayrıca Larry ve Mustafa gibi arada
olanlar. Sanem’in birlikte çalıştığı Mustafa, duruma göre değişen, işbilir
bitirir kişiliğiyle günümüzün makbul insan tipini temsil ediyor ve romanın bu
sahici atmosferinde pek sakil ve sığ duruyor.
Âşıklar Delidir göndermelerinin
zenginliği ve çeşitliliğiyle de dikkat çekici. Edebiyat ve müzikle ilgili
göndermelerin peşinden gidildiğinde kitap yelpaze gibi açılıyor. Romanda bahsi
geçen şarkıların anlam ve melodi olarak içine yerleştirildikleri an’la sıkı örtüşmesi
benim gibi tutkulu okurları mest edecek. Romanı daha iyi anlayabilmek için yazarın
sık sık sözünü ettiği Max Fisch’in Montauk romanına, Fisch ve Lynn’in
ilişkisine de bakmak gerektiği kanaatindeyim, zira yazar geleceksiz aşk fikri
başta olmak üzere, üslup ve kurgu olarak bu romandan etkilenmiş görünüyor. Stein’in
şiirine yapılan göndermeler de kurgunun felsefi derinliği açısından önemli.
Roman aşka ve deliliğe bilindik mânâda
yorum ve yaklaşımlar getirmiyor. Kurgu hayat kadar gerçek. Başta söylemiştik, Âşıklar
Delidir’de anlatılan, çılgınca ve soluksuz yaşanan, gözü kör bir aşk değil.
Zira sonunda zaten ölüm var. Ancak romanın bitimine doğru iyice anlıyoruz ki aralarında
aşk tanımlanmamış, hiç vaat edilmemiş olsa da Sanem, Umut için ismiyle müsemma sanem
olmuş; Umut, Sanem için sahiden umut. Gülün adı gül olmasa bile “bir gül bir
güldür” zira. Aslında çok bencilce ama tüm faniler şu kısacık hayatta birileri
tarafından çok sevilip iz bırakarak gitmek istiyor. Geride kalan “Ya’aburnee”
diye seslense de…
Tuba Dere- Arka Kapak dergisi s.33'de yayınlanmıştır.
Ayfer Tunç- Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Can Yayınları, 2018
Balada para mi muerte. "Beni sıkı sıkı tut içinde, ölümü hissediyorum."
Âşıklar Delidir s. 256
Ayfer Tunç- Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Can Yayınları, 2018
Balada para mi muerte. "Beni sıkı sıkı tut içinde, ölümü hissediyorum."
Âşıklar Delidir s. 256