26 Aralık 2018 Çarşamba

Arzular mı Yaralar mı Tutkular mı?


Ayfer Tunç yine bitirmeye kıyamadığım, bazı bölümlerini demlendirerek, döne döne okuduğum bir roman yazmış. Ağır, sancılı, adı gibi uzun bir kitap, Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura. Diğer Ayfer Tunç romanları gibi çok katmanlı, bol hikâyeli. Baştan söyleyelim, Âşıklar Delidir’de rüya gibi bir aşk yok, aksine adına aşk bile denilememiş duygular, âşıkları birbirine çağıran derin yaralar, beklenmedik anda ortalığa dökülen sırlar ve suçlar var. Sonra, yaşarken benzerlerine sık rastladığımız kahramanlar, aile ilişkileri (borçlular ve alacaklılar) gerçek anlar ve olaylar, hastalık ve ölüm velhasıl bizzat hayat var.  

Tunç son romanında pek çok bakımdan ustalığını ortaya koymuş, kitabı ince ince işlemiş. Romanın teknik kurulumu ilginç, iki cepheli: “Yazı” ve “Tura”. Yazarın Suzan Defter’de kullandığı tekniği andırıyor. Yazı’da olayları Umut’un anlatımıyla, Tura’da Sanem’in dilinden okuyoruz. Son bölümdeyse aşka yakışır bir biçimde, iki âşığın sesi birbirine karışıyor, neredeyse sayıklamalara, tek bir sese dönüşüyor. Yazı’daki bölümler tek sayılarla, Tura’dakiler çift sayılarla adlandırılmış, dolayısıyla kitap baskıdaki sırasıyla okunabileceği gibi önce Yazı’dan, sonra Tura’dan şeklinde de okunabilir. Yazar kurgusunun ana kahramanları, Umut ve Sanem için kendilerine özgü iki farklı üslup ve ses yaratmış. Özelikle Sanem’in ruh hâli, içindeki boşluk ve parçalanmışlığı, yapısal olarak alt alta dizilmiş, tekrarlardan oluşan kesik cümlelerle görünür kılınmış; bazen hıçkırıklara boğulur gibi konuşuyor Sanem.

Benzerlikler, zıtlıklar ve çatışmalar romanı, Âşıklar Delidir. Sanem ismine rağmen ailesinde değer görmemiş, el üstünde değil, hep el altında tutulmuş; yaşamı bile lütfedilerek verilmiş, hayatında iyi şeyler kaybolmuş bir kız. Umut “gül gibi sevilmiş”lerden ama adına rağmen yaşamı umutsuz ve geleceksiz. İkisi de “acı familyası”ndan. Farklı sebeplerle akan yaşamı bırakıp ölümün kıyısına çekilmişler. Umut’un Sophie’si var; Sanem’inse geçmişten getirdiği derin yaraları. Umut (daha önce annesinin yaşadığı gibi) beyninin belli bölümlerinde hasar oluşturarak bedenini ele geçirmeye hazırlanan ölümcül genetik hastalığına (Huntington), kaçmak istese de kurtulamayacağı kaderine Sophie adını vermiş. Hastalığıyla ilgili bir araştırma için gittiği New York’ta, barda tanışıyor Sanem’le. Görür görmez birbirlerine yakınlık duyuyorlar. Aralarında büyük bir aşkın, derin tutkuların doğması için koşullar baştan hazır. Sanem, birine güvenmenin, düşecek olursa kendisini tutacak birinin yanında olmasının ne demek olduğunu ilk kez Umut’la tadıyor. Umut zamanın kendisi için kum saatinin içindeki kum taneleri gibi (kitaptaki 24 bölüm gibi) sayılı olduğunu ve hızla aktığını biliyor. Sophie’nin eline düşmüş bile olsa kısacık yaşamında kendisine bir tutku yaratıyor.

Birlikteyken hayat iki âşık için de başka anlamlar kazanıyor. Ancak kısa bir süre sonra ayrılıyorlar, Umut bir daha dönmemek üzere İstanbul’a gidiyor. Orada ölecek. Sanem’se o gittikten sonra yavaş yavaş tükeniyor. Birbirleriyle sürekli yazışıyorlar. Ama ne Umut çöküşünü Sanem’e göstermek istiyor, ne de Sanem bunu görmek isteğinde. Olmamış şeyler olmuş, olanlar olmamış gibi davranıyorlar. Amaçları başkalarını kandırmak değil, yalnızca kendilerini avutmak. İkisi de hikâyelere tutunarak yaşıyor. Sanem Umut’tan önce sahte CV’ler hazırlayarak iş bulmuş, kendine başka isimler, başka hayat hikâyeleri uydurmuş; Umut da uydurduğu hikâyeleri anlatıyor ailesine.


Bir geçmiş zaman romanı Âşıklar Delidir. Kurgunun anlatım zamanı, Umut’un Türkiye’ye dönüşünden yani ayrılıktan sonra başlıyor. Ancak bu katmanda akış kısıtlı, hikâye durağan ve yalın. Umut evine dönüyor, hastalığın beklenen üç belirtisi görülüyor, bu sırada aileyle ilgili sırlar açığa çıkıyor, Sanem’le yazışmalar devam ediyor, her iki taraf da şiddetli ayrılık acısı çekiyor ve muhtemel sona doğru geliniyor. Son bölüme kadar yazar, okurunu anlatım zamanına mesafeli tutmuş. Romandaki olay zamanı oldukça derin ve geniş, geriye dönüşler ve zaman sıçramalarıyla aktarılan geçmiş, şimdiki zamandan çok daha yoğun. Sık sık Umut’la Sanem’in Amerika’da birlikte ve ayrı geçirdikleri zamanlara, iki âşığın çocukluklarına, diğer kahramanların hayatlarına ve gündelik yaşamlarına gidiliyor.

Kurguda Umut’la doktoru, Umut’la Stephan, Cathy’le kızı Lisa, Sanem’le Eda, Sanem’in annesiyle anneannesi gibi çok sayıda ikili ilişki var. Ayrıca Umut’un annesiyle babası, abisiyle Sedef, Sanem’in ilk aşkı, Stephan’la Yaşiko, Eda’yla Araş gibi başka kahramanlara, başka zaman dilimlerine ait hikâyelerle aşka ve ilişkilere bakış çeşitlenmiş. Ama bu hikâyelerin hiçbiri mutlu değil, hepsi siyah beyaz, kapıları yalnızlık ve çaresizliğe açılıyor. Sanem’in marazi ilk aşkından geriye ağır bir acı ve utanç kalmış. Umut’un anne babasının aşk hikâyesi suçlarla ve keskin bir acıyla gölgelenmiş.

Umut Amerika’da sayfanın bir yüzüne kendine, bir yüzüne Sanem’e yazdığı –sonunda yaktığı- bir defter tutuyor. Teknik olarak kurguyu iki bölüme ayıran “yazı/tura” romanda farklı biçimlerde kullanılmış bir imge. Yazar bu yolla “neden ben?” sorusunu gündeme getirip kaderi sorguluyor. Ayrıca anne-kız, baba-oğul ve aile ilişkileri de bu bağlamda irdeleniyor. Çocuklar anne-babalarının kaderini mi yaşıyor, onların yaptığı hataların bedelini mi ödüyor? Sophie yüzde elli ihtimalle evli ve çocuklu abisini değil Umut’u buluyor. Sanem sevgi dolu bir ailede değil, berbat bir evde doğuyor. Ablasının değil Sanem’in çocuğu yaşıyor. Kader bizi seçiyor ya da biz ihtimallerden birini seçiyoruz. Neden? Yazı/tura.

Kitabın dramatik çatısını oluşturan, hastalık ve ölüm temasını, Yazı bölümünde, hastalığın belirtileriyle birlikte acının dozunu arttırarak geliştirmiş Tunç. Tura’da da seyir bu akışa paralel. Bölüm numaralandırması (önce Yazı’dan, sonra Tura’dan okunduğunda) okurda Umut ve Sanem’in aşkının birbirinde yankısını bulması gibi bir beklenti yaratsa da kitap istenilen aşk hikâyesini bir türlü vermiyor. Tura yazıya karşılık değil çünkü, madalyonun öteki yüzü. Herkes aşkı kendince yaşıyor. Aslında Umut’un ve Sanem’in yüzleri birbirlerine değil kendi içlerine dönük. Acıyla başı önüne düşmüş, hevesleri, hayalleri kırılmış iki insan onlar. Romanda her iki cephede de olayların, duygusal ve düşünsel yankısı oldukça tekil/bireysel. Neredeyse tüm kahramanlar mutlak yalnızlığın içinde yüzüyor, sadece birbirlerinin hayatından kısa temaslarla geçiyorlar. Bunu bilerek yapıyor Ayfer Tunç. Muhtemelen okuruna hayat ve ölümün karşısında aşkın nerede durduğunu ve ne olduğunu sorgulatmak istiyor. Öyleyse aşk dünyadaki yalnızlığımızı ve çaresizliğimizi gidermenin bir yolu mu, diye sormadan edemiyor insan.

Romanda sosyal ve siyasi meseleler, etnik çatışmalar da Umut’un babasının işi, ırkçı Amerika’da kendini yabancı hisseden yersiz yurtsuz Rkuye gibi konular üzerinden tartışılıyor. Sanem’in anneannesinin hikâyesiyle ilgili sır da sanırım böyle bir yaraya parmak basmak üzere kurgulanmış. Aslında Sanem de kendi toprağında, evinde var olamamış, hiçbir yere ait olmayan insanların kederini taşıyor. Umut’un abisi, Eda, Stephan gibi karakterler romanda çatışmalarıyla birlikte verilmiş. Bir de yalın kat iyiler ve kötüler (Sanem’in abisi, Lisa gibi)  var, ayrıca Larry ve Mustafa gibi arada olanlar. Sanem’in birlikte çalıştığı Mustafa, duruma göre değişen, işbilir bitirir kişiliğiyle günümüzün makbul insan tipini temsil ediyor ve romanın bu sahici atmosferinde pek sakil ve sığ duruyor.

Âşıklar Delidir göndermelerinin zenginliği ve çeşitliliğiyle de dikkat çekici. Edebiyat ve müzikle ilgili göndermelerin peşinden gidildiğinde kitap yelpaze gibi açılıyor. Romanda bahsi geçen şarkıların anlam ve melodi olarak içine yerleştirildikleri an’la sıkı örtüşmesi benim gibi tutkulu okurları mest edecek. Romanı daha iyi anlayabilmek için yazarın sık sık sözünü ettiği Max Fisch’in Montauk romanına, Fisch ve Lynn’in ilişkisine de bakmak gerektiği kanaatindeyim, zira yazar geleceksiz aşk fikri başta olmak üzere, üslup ve kurgu olarak bu romandan etkilenmiş görünüyor. Stein’in şiirine yapılan göndermeler de kurgunun felsefi derinliği açısından önemli.

Roman aşka ve deliliğe bilindik mânâda yorum ve yaklaşımlar getirmiyor. Kurgu hayat kadar gerçek. Başta söylemiştik, Âşıklar Delidir’de anlatılan, çılgınca ve soluksuz yaşanan, gözü kör bir aşk değil. Zira sonunda zaten ölüm var. Ancak romanın bitimine doğru iyice anlıyoruz ki aralarında aşk tanımlanmamış, hiç vaat edilmemiş olsa da Sanem, Umut için ismiyle müsemma sanem olmuş; Umut, Sanem için sahiden umut. Gülün adı gül olmasa bile “bir gül bir güldür” zira. Aslında çok bencilce ama tüm faniler şu kısacık hayatta birileri tarafından çok sevilip iz bırakarak gitmek istiyor. Geride kalan “Ya’aburnee” diye seslense de…
Tuba Dere- Arka Kapak dergisi s.33'de yayınlanmıştır. 
Ayfer Tunç- Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Can Yayınları, 2018

Balada para mi muerte. "Beni sıkı sıkı tut içinde, ölümü hissediyorum."
Âşıklar Delidir s. 256





16 Mayıs 2018 Çarşamba

Değişen İnsanın Dili: Sibop


Geçtiğimiz yılın bol kahkahalı romanlarından biriydi bence Sibop. Romanı merakla, güle eğlene, bir solukta okumuştum. Yakın bir tarihte kitabı yeniden gözden geçirdim. Çünkü öyküleriyle tanıdığımız Başar Başarır’ın ilk romanı Sibop, ikinci kez yazarına -bu defa roman dalında-  Yunus Nadi Ödülü getirdi.
 
Başarır romanında sanattan, bilimden, teknolojiden, mekanikten az çok anlayan, yeri gelince hepsinin terminolojisini laf ebeliğine seferber eden, bilmiş ama bir baltaya sap olamamış bir karakter yaratmış: Orhan. Argoda, uygun olmayan bir ortamda yapılmaması gereken şeyleri yapan anlamına gelen sibop da Orhan’ın lakabı. Yazar neden kitabına böyle bir isim seçmiş? Önce tuhaf geliyor (Hamdi Alkan’ın Gazman tiplemesini çağrıştırıyor), okudukça sebepleri kavrıyorsunuz. Kitabın aşağı yukarı klişe bir kurgusu var. Orhan, Hukuk Fakültesini bitirdiği hâlde, adalete inancını kaybettiği için avukat olamayan, evde ablasının kurduğu şirket üzerinden para kazanmaya çalışan, diplomalı bir işsiz. Annesi gibi baskın bir karakter olan ablası Nebahat’le aynı evde yaşıyor. Ara sıra onlara konuk olarak gelip gitmek bilmeyen, iyi saatte olsunlara karışmış bir de halaları var (kitabın bence en renkli tiplemesi). Çok karışanlı bir hayat Orhan’ınkisi, evdeki mevcut kadroya laf yetiştirmek yetmezmiş gibi mezarından vara yoğa söylenen annesine de ara sıra dil dökmesi gerekiyor. İnsanlardan korkmak, onlara iyi davranamamak, bir de hazır cevaplık Orhan’la Nebahat’e anneden yadigâr. Zaman zaman kara mizaha da dönüşebilen mizah anlayışı ise Orhan’ın uyum sağlayamadığı hayata katlanabilme biçimi.  

Kendisini “Cihangir çiyanı”, “acemi kolpacı” olarak nitelendirse de iyi bir adam Orhan, hiç gizlisi saklısı yok, ne varsa dilinde; kimseye bir faydası dokunmuyor ama zarar da vermiyor, hayatta kaybettiğini baştan kabullenmiş, belki de aşkta kazananlardan olmaya çalışıyor. Bir gün feysbuk yoluyla tanıştığı Aslı’yla, ne olduğunu anlayamadan evleniveriyor. Evliliklerinin ilk günleri aşkla dolu, mutlu, umutlu geçiyor, ancak kısa bir süre sonra Aslı ortalıktan kayboluyor. Evlilikten önce bir evin tenhalığında, etliye sütlüye karışmadan yaşayan Orhan’ın hayatı, karısının kaybolmasıyla birden arapsaçına dönüyor. Ayrılık yüzünden acının dibine vurması bir tarafa, hayatına beklenmedik olaylar ve insanlar giriyor. Orhan Aslı’nın kayboluş sırrını çözüyor ama bu arada kendini tutamayıp Sami Abi’nin önünde ağlayınca adı “Sibop Orhan”a çıkıyor. Olaylar zincirine acemice işlenmiş, bir yandan da komik, Necip Tekbulut cinayeti ekleniyor; işin içinde büyük paralar dönüyor, olan bitenin aslında Aslı’nın babasının yani eski tiyatrocu Kerim’in hikâyesine dayandığı anlaşılıyor. Yazar kurgunun temelinde yatan geçmiş olayları okura, kronolojik akış içerisine yerleştirdiği geriye dönüş bölümleriyle aktarıyor. Bu işte karı-koca-kardeş tiyatrocuların (bize ünlü tiyatrocu bir aileyi hatırlatıyor), müvekkilinin aile sırlarına vakıf, her türlü dolabı çevirmeye müsait avukatların, Şükrü Yosun gibi yeni türedi, ensesi kalın inşaat zenginlerinin, mafyanın parmağı var. Olaylar barda tehdit, haneye baskın gibi polisiye film sahneleriyle renkleniyor. Hikâye, onlar ermiş muradına denebilecek bir sonla nihayetleniyor. 

Sibop’ta evlere şenlik tipler var: Detay Haşmet, Sami Abi, Yosunlar İnşaat’ın sahibi Şükrü Bey gibi üç kâğıtçı tipler, dünya batsa üste çıkmanın yolunu bulacak Tekcan gibiler, yerinden kalkmadan âlemi takip eden Nebahat gibi internet bağımlısı bilgeler, Şule ve Oruç gibi işini bilen ama aydın geçinen ünlüler; özü, sözü bir Başrol Hamdi ve karakter oyuncusu Kerim gibi düzgün adamlar, konuşup kendi derdini anlatamayan, okura hep Orhan aracılığıyla aktarılan Aslı gibi masumiyet abidesi kadınlar. Kamu malını kişisel çıkarları için kullanmaya teşebbüs edenler, amaçlarına kutsal ideal süsü vermiş menfaatçiler, doğru söylediğini iddia eden yalancılar, kısaca iyiler ve kötüler var. Yazar, memleketin son model insan profilinin karakteristik tiplerinden bir derleme yapmış. Kişilerdeki bu seçim, romanı hem çok sesli hem de çok renkli kılmış. İlginçtir, romanda farklı çevrelerden, farklı kişiliklerde birçok kahraman yer alıyor, her birinin kendine özgü bir sesi var. Yazarı öncelikle gözlem yeteneğinden ve tespitlerindeki isabetten ötürü kutlamak gerek. Kurgunun kronolojik ve geriye dönüşlü anlatım zamanları kendine ait bir atmosfer derinliği taşıyor. 70’li yılların anlatıldığı bölümler dönemin ruhunu, o günkü insanın yaşam biçimini, dünya görüşünü ve ahlak anlayışını yansıtarak okura günümüzle geçmişi kıyas şansı veriyor.


Kitabın en orijinal yanı, hiç kuşkusuz dili. Başarır romanını popüler bir üslupla, sosyal medya diliyle (buna youtuber ağzı mı desek?) örmüş. Anlatıya yer yer kabalaşan, iğrençleşmekten çekinmeyen, sert, eril, argo bir dil, küfürbaz bir erkek sesi hâkim. Önüne gelene öfkelenen, rahatça kabalaşıp sövebilen, ikiyüzlü davranmaktan çekinmeyen günümüz insanının farklı toplumsal katmanlardaki temsilcilerini görüyoruz Sibop’ta. Barmeni de büyük şirket patronu da mafyası da aydın geçineni de aynı dille ‘konuşuyo’. Üstelik bu üslup yalnızca diyaloglarda ortaya ‘çıkmıyo’, romanın anlatım dili onun üzerine kurulmuş. Olaylar Orhan’ın iç konuşmalarıyla aktarılıyor, bir anlamda yazar okurla sohbet ediyor. Bizzat Orhan’ın üslubu bu; imlayı hatta kesik, kopuk cümleleriyle grameri bile zorlayan bir Türkçe. Kitabın bir yerinde kahramanına “…beni ve bozuk ağzımı bağışlayınız. Açık saçık konuşuyorsam, derdimi açık seçik anlatabilmek içindir.”[1] dedirterek okurdan özür dilese de bu anlatım dili, yazarın bilinçli seçimi. Başarır edebi olmayan bir dille bir edebiyat eseri yazmış. Dikkat edilirse geçmişin tozlu sayfalarına dönüldüğünde üslup birden değişiyor. Sanırım bu noktada, kuralları ihlal ederek değişen, başka bir anlaşma biçimine dönüşen bu dilin yaşamımızı nasıl biçimlendirdiğine bakmak gerek. Kullanılan dil, zihniyetin temsilcisidir. Böyle düşününce kitabın ismini de bir gönderme saymak mümkün. “Reytingini düşük bulmak”, “RT almak” gibi güncel tabirlerin yanı sıra Orhan’dan ve halasından işittiğimiz yerel atasözü ve deyimlerin anlatımı zenginleştirdiğini de söylemeden geçmeyelim.

Yazar romanında öncelikle adalet olmak üzere aşk, aile, etik, şehircilik, mimari, sanat ve tiyatro/oyunculuk gibi kavramları ironiyle sorgulayıp yorumluyor. Aslı ile Orhan’ın evlilikten beklentileri de kadın ve erkeğin ayrıştığı noktaları göstermek bakımından manidar. Zaten Aslı’nın masumiyeti ve idealizmi (babasının vasiyetine karşı gösterdiği hassasiyet) de Orhan için yabancı. Çünkü Orhan akışın dışında kalsa bile bugünün insanı. Sibop bence, erdemli olsa da çalışmayı ve savaşmayı göze alamadığı için hayatın kıyısında kalanlarla ‘anasının gözü olmadığı’ için susturulan masumların, ekonomik ve siyasi gücü ele geçirerek dilediğince at koşturanlara karşı verdiği sessiz mücadeleyi anlatıyor. Savaşın kazananı baştan belli ama sonunda adaletin tecelli edeceğine de güvenmek gerek. Kaybetmiş gibi görünen taraf ise evinde, huzur içinde, deli gibi sevdiği karısının yanında içkisini yudumluyor ne de olsa “galip sayılır bu yolda mağlup”.



Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.102'de yayınlanmıştır.

Başar Başarır, Sibop, Can Yayınları





[1] Sibop s. 165

23 Ocak 2018 Salı

Wagner’in Laneti

Hakkında yıllardır yapılan büyük yazar mı değil mi, Nobel alacak mı almayacak mı tartışmaları Murakami’nin kalbimdeki yerine gölge düşürememiştir. Ne zaman Murakami okusam kitaplarının içinde basitçe söylenivermiş derin şeyler buluyorum, içimde ürpertili bir hayranlık uyanıyor. Onun dokunuşuyla başkalaşmış bir sıradanlık, bir nevi hikmet arayışı gibi, beni sorular uçuşan buğulu bir boşluğa çekiyor. Söylemek istedikleri olduğunu seziyorum ama hedefin sapmaması için bazen uzunca düşünmem gerekiyor.

Kısa bir süre önce Doğan Kitap, bir Murakami çevirisi daha yayınladı. Hiç Murakami okumamışlar için iyi bir fırsat, Fırın Saldırısı. Büyük puntolu, bol görselli, usta işi bir öykü. İllüstrasyonları Kat Menschık hazırlamış, bunlar da kitaba kısa film tadı veriyor. Öykünün defalarca okunabilecek, üzerinde tartışmalar ve teknik çalışmalar yapılabilecek, masalsı ve sıra dışı bir kurgu olduğunu hemen söyleyelim.

Metin iki bölümden oluşuyor; adını öğrenemediğimiz öykü kahramanı, gençlik yıllarında yaşadığı bir açlık krizi sırasında arkadaşıyla suç işlemeye teşebbüs eder, birlikte bir fırına saldırırlar. Yazar daha başlangıçta olayın felsefesini de anlatıya katıyor: “Aç karnımız değildi bizi suça götüren, suçun kendisi açlık olarak dayatıyordu kendini.” Fırın saldırısı kahramanla arkadaşının planladığı gibi gitmez, önce epey bir süre yaşlı bir kadının alışverişini bitirmesini beklerler. Sonra saldırgan tavırlarına ve beş parasız olduklarını söylemelerine rağmen fırıncı onlara istedikleri kadar ekmek alabileceklerini söyler. Karşılığında yalnızca onları lanetleyecektir. Bu, bir hayal kırıklığı yaratır; çünkü iki arkadaş suç işlemek için harekete geçmiştir, kimsenin iyi niyetine ihtiyaçları yoktur, lanetlenmek de istemezler. Ama zorla almanın getireceği güç, fırıncının ikramıyla ezici bir mahcubiyete dönüşmek üzeredir. Fırıncı ile aralarındaki pazarlık neticesi kahraman ve arkadaşı bir değiş tokuşa razı olup ekmek karşılığında fırıncıyla birlikte Wagner dinlerler. Önce hiç farkına varmazlar ama Wagner dinlemek onları etkilemiştir. Fırıncı ekmeklere karşılık onlardan ne almıştır? Wagner’in propagandasını yapmakla eline ne geçmiş olabilir? Yoksa sahiden bu, bir lanet midir?

Öykünün kahramanı yıllar sonra evlenir, karısıyla şiddetli açlık çektikleri bir gece aklına yıllar evvel yeltendikleri suç gelir. Olayı öğrenen karısı, uğramış oldukları lanetten ancak tekrar bir fırın saldırısı gerçekleştirirlerse kurtulabileceklerini savunur. Yaşadıkları şiddetli açlığın nedeni budur. Öykü bundan sonra saçma ve anlamsız denebilecek bir sona doğru ilerler. Kahramanla karısı gece yarısı açık fırın bile bulamadıkları için saldırdıkları McDonald’dan aldıklarıyla karınlarını doyururlar. Bir çeşit tamamlanma ve lanetten kurtuluş mu gerçekleşmiştir, bilinmez.

Murakami’nin diğer kitaplarında olduğu gibi bu öyküsünde de müziğe açılan büyük bir kapı bulunuyor. Öykünün ana metaforlarından biri, Wagner’in uvertürleri. Üstelik kurgu, Uçan Hollandalı ve Tannhauser uvertürlerinin dayandığı lanete de gönderme sayılabilecek biçimde oluşturulmuş. Öykü gerçekliği yaşlı kadının alışverişi, kahramanla karısının yaşadığı açlığın tarifi, McDonald’da çalışanların davranışları ve uyuyan çift gibi detaylarla bozunuma uğrayarak büyülü bir hâl alıyor. Fırıncının hikâye kahramanına yaptığıyla Murakami’nin okura yaptığı esasen birbirine çok benziyor. Yazar bu öykünün kurgusuyla içimize ne zaman açacağı belli olmayan bir tohum bırakıyor, fırıncının saldırganların içine bıraktığı öz gibi. Ruhu aşağı çeken bir suçun açtığı yarayı ve sefaleti insanı yücelten sanattan başka ne onarabilir ki?

Fırın Saldırısı nefis baskısı ve cildiyle büyük puntolu, resimli kitapların çocuk kitabı olduğuna dair koşullanmışlığımızı kırıyor. Pekâlâ yetişkinlerin de böyle kitapları seve seve okuyacağını görmüş oluyoruz.

Kitabı okuyup da arama motorlarından Wagner’in Tannhauser ya da Uçan Hollandalı uvertürlerini aratıp dinlemeyen yoktur sanırım. Öykünün başında “…belki de karnımızın aç olmasının nedeni doğrudan hayal gücü eksikliğimizdi.” diyen Murakami, Wagner’in lanetini “Fırın Saldırısı” öyküsüyle belki hepimize bulaştırıyor, kim bilir…

Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.97'de yayınlanmıştır.

Fırın Saldırısı- Haruki Murakami- Doğan Kitap