İngiliz Gençlik Edebiyatı yazarı
Andy Mulligan’ın sinemaya da uyarlanan kitabı Çöplük Tudem yayınları tarafından okurlarla buluşturulmuştu.
Bugünlerde heyecanını hiç yitirmeyen, sinema tadında bir roman okumak
istiyorsanız Mulligan’ın klasik sayılabilecek bu kitabını elinize alın ve
hikâyeye kendinizi bırakın. Kitap sizi güney Asya ülkelerine doğru seyahate
çıkaracak, ilk bakışta hiç de parlak olmayan bir yere Behala çöplüğüne, çöp
karıştırarak geçimini sağlayan evsiz barksız, yoksul ailelerin ve çıplak ayaklı
çocukların yanına, Raphael Fernandez, Gardo ve Sıçan’a götürecek.
Kitabın kahramanları on-on dört
yaşları arasında, kendilerine göre kavrayış ve yetenekleri olan, Behala’da yaşayan
üç çocuk. Büyük bir yaşam mücadelesi var Behala’da, koşullar oldukça sert. Çöp
toplayıcılar kiloyla satılabilen plastiklerden arıyorlar ama çöplerden
genellikle stuppa çıkıyor, yani insan dışkısı. Nadiren zenginlerin yaşadığı
bölgelerden gelen çöplerde iyi şeylere rastlanıyor. Raphael bir gün, içinde cüzdan
ve bir miktar para, harita, anahtar, kimlik, fotoğraflar olan mucizevi bir
çanta buluyor. Parayı arkadaşı Gardo ile aralarında paylaşıyorlar. Ancak ertesi
gün Behala’ya gelen polislerin çantayı bulana ödül vaat etmesi çocukların buldukları
şeyin önemini kavramalarını sağlıyor. Raphael ve Gardo çantadan çıkan ipuçlarının
izini sürerek bu gizemli olayın peşine düşmeye karar veriyorlar. Çantayı
saklamak içinse kimsenin kuşku duymayacağı Jun-Jun’dan (Sıçan’dan) yardım
istiyorlar. Sıçan onlara çantanın içindeki anahtarın Merkez İstasyonu’ndaki
emanet dolaplarından birine ait olabileceğini söylüyor. Emanet dolabından çıkan
şifreli mektup, çocukların merakını kamçılıyor. Üç kahraman, defalarca ölümle
burun buruna geldikleri, belâlı, tehlikeli, heyecanlı bir maceranın içine
düşüyorlar hatta Raphael işkence bile görüyor.
Çocuklar çantanın sahibi José
Angelico’nun hayat hikâyesinin içinden geçerek, uluslararası yardım fonundan
ülkeye gelen paraları zimmetine geçiren Senatör Zapanta’ya açtığı yolsuzluk
davası yüzünden başı belâya girmiş olan mahkûm Gabriel Olondriz’e ulaşıyorlar. Mektuptan
elde ettikleri bilgiler onları nasıl Colva Hapishanesi’ne götürdüyse, İncil
sayesinde çözdükleri şifreler de Naravo Mezarlığı’nı işaret ediyor. Yıllardır
hukuki yollarla çözülmeyen dava, bu cesur çocukların verdikleri amansız
mücadeleyle mutlu sona ulaşıyor. Senatör Zapanta’nın yıllar önce halktan
çaldığı paralar Angelico sayesinde ve çocuklar aracılığıyla halka geri dönüyor.
Roman beş ana bölümden oluşuyor.
Alt bölümlerde hikâye, farklı anlatıcıların dilinden aktarılıyor. Bazı bölümler
kahramanların ortak anlatımı. Behala’daki misyoner okulunun yöneticisi Peder
Juilliard ve gönüllü sosyal hizmetli Olivia da anlatıcılar arasında. Olayların
bu yöntemle aktarılması (üslupta bir değişim olmasa da) anlatım imkânlarını
oldukça genişletmiş, kurguya çok yönlülük kazandırmış.Mulligan romanını gazete haberi
ve mektup gibi farklı anlatım teknikleri de kullanarak sıkı bir mantıksal zincirle
kurgulamış.
Çöplük sınıf farklılıklarının uçuruma dönüştüğü, suç oranının
yüksek ve sosyal adaletsizliğin, fırsat eşitsizliğinin zirvede olduğu
ülkelerdeki yaşamı okura aktarması bakımından kıymetli bir kitap. Demokratik
kuralların, adaletin olmadığı yerde hüküm süren politik oyunları, çirkinlik ve haksızlıkları
gösteriyor. Olayın çözümlenmesi sırasında çocuklar hatta sokak insanları
arasındaki iş birliği, dayanışma ve yardımlaşma da çarpıcı. Karanlık ne kadar koyuysa
aydınlığa ulaşma çabası da o denli güçlü oluyor.
Çocukların inandıkları yolda her
şeyi göze alışları, Peder Jullian’ı, Olivia’yı, polisi kandırışları; Sıçan’ın okul
kasasından (sonrasında iade etseler de) para çalışı gibi hadiseler romanla
ilgili didaktik kaygılar uyandırsa da her şeyin olumlu sona bağlanması bu
kaygıyı gideriyor. Çocukların yaşadığı iyilik-kötülük arası iç çatışmalar hem
roman gerçekliğini güçlendirmiş hem de insan aklına ve vicdanına uymayan
kuralların geçerliliğini sorgulatıyor.
Henüz okumadıysanız yakın zamanda Çöplük’e gitmenizi öneririm, belki Olivia
gibi çöp dağlarının üstünde gezinen Behala çocuklarına siz de âşık olursunuz.
İlk kitabı Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’yle 2019 Notre Dame de Sion Mansiyon
Ödülü’nü kazandığı günlerde ikinci kitabı Bilinmeyen Sular’ı eline alan Mevsim
Yenice’yi 2015 yılında altKitap öykü ödülüyle tanımıştık. 2019’un bahar
aylarında Can yayınlarından çıkan Bilinmeyen
Sular’ın kısa sürede 4.
baskıya ulaşmış olması Yenice’nin öyküde güçlü bir damar yakaladığını,
öykücülüğünün okur tarafından sevilip benimsendiğini gösteriyor.
Kitaba adını veren Bilinmeyen
Sular, Pink Floyd’un şarkılarından epigraflarla açılan on öyküden ilkinin adı
(Kitapta bahsi geçen Pink Floyd şarkılarını bir Spotify listesi olarak bulabileceğinizi hatırlatalım, bağlantı aşağıda). Yenice’nin öyküsü dip akıntılarıyla
zenginleşen derin bir nehir gibi, içerisinde de yoğun bir mayi akıyor. Öyküler
bir zekâ ve emek ürünü olduklarını saklamasalar da akıp kendi sonlarını bulduklarını
düşündürtecek kadar doğallar. Üstelik kitap boyunca okurla birinci tekil şahıs
ağzından konuşan öykü anlatıcılarının dili ve sesi pek tanıdık. Hiç kimseye,
hiçbir yere ait olamayan, bu aidiyetsizliğin sancısını çeken, zaman zaman
anlamsızlığın uçurumuna düşen, beklentilerinin cevaplanmaması yüzünden
istemekten vazgeçmiş, biraz küskün, yeniçağ insanın sesi bu. Öykülerde kadın
karakterlerden çok erkek karakterlere yer verilse de hayatın içinden hatta
kendi içimizden bir yerden, kendi kendine söylenir gibi adeta isimsiz, suretsiz
ve cinsiyetsiz konuşuyor o ses. Bu nedenle öykü diyalogları da günlük
konuşmadan ziyade monoloğa benziyor. Karakterlerinin iç dünyasına yakından
bakmak isteyen yazar, sanki kamerasını kahramanlarının tam kalbine doğrultmuş.
İnsanın kendinden bile gizleyeceği yanlarını korkmadan açık ediyor. Çarpılmak
endişesi taşımadan gerçekliğe, çıplak elle dokunabiliyor.
Öykülerde açık ilişkiler kurmayı
hatta çatışmayı bile beceremeyen insanlar, sevgili-eş, ebeveyn-çocuk, dost,
arkadaş rolleriyle, ikili ilişkilerde ortaya çıkan en özel yanlarıyla ele alınıyor.
Şehir insanının öyküleri bunlar. Ama kalabalık değil, tenhalar. Pek çoğu iki
hatta tek kişilik. Mekânsal ayrıntılar bir görünüp kayboluyor. Bazılarının isimlerine
ve içlerindeki metaforlara bakılırsa güçlerini doğadan alan bir yanları var.
Rüya ipliğiyle dokunmuş “Bilinmeyen Sular”ın gülibrişimi, “Pes”in bukalemunu, Suzi’nin
kozalağı, “Göründüğünden Daha Uzak”ın Alkor ve Mizar’ı öykü atmosferine masalsı
dokunuşlar ve anlamlı derinlikler katan metaforlar.
Yazarın iyi bir gözlemci olduğunu,
analiz yeteneğini, düş gücünü öykülerin sıkı dokusundan, hikmetli
diyebileceğimiz sonlarından anlıyoruz. Yamaç, Pes, Bataklık Balığı ve
Göründüğünden Uzak öyküleri neredeyse ruhsal bir kamaşma yaşattı bana. Farklı
zamanlarda birkaç kez okudum. Kurgudaki ustalığa dilin lezzeti de eklenince
keskin bir acı değil ama tatlı bir hüzün bırakıyor damakta.
Bilinmeyen Sular’la ilgili ne
söylense eksik kalacak. İyisi mi siz, kaldırın kitabın mavi kapağını…
Tuba Dere - Hece Öykü dergisi s.96'da yayımlanmıştır.
Yazın şu sıcak günlerinde karşı
kıyıya doğru seyahate çıkmak harika fikir. Aldım Nazlı Gürkaş’ın kitabını elime,
yanılmamışım, hiçbir zahmete katlanmadan Yunanistan, adaları ve şehirleriyle
üstelik Rumca şarkılar; Kavafis’ten, Seferis’ten şiirler eşliğinde ayağıma
geldi. Daha kitabın kapağını açarken begonvilli beyaz evler önümde dizildi, sayfaları
çevirince ferahlatıcı bir esinti çarptı yüzüme. Sadece coğrafyaya yapılan turistik
bir seyahat değildi bu; tarihi, kültürü, sofrası ve insanıyla bir ülkenin sevgi
dolu konuklarına kendini açışıydı.
Uzun zamandır iyi bir seyahatname / hatırat
okumamış olmanın keyfiyle kitabı bir solukta bitirdim. Henüz başlangıçta yazar,
canım Haris’ten dinleme önerisi şarkılar verip beni benden aldı, Zeytin
Ağacının Gölgesinde spotify listesini de (çok iyi bir seçki) defalarca tutkuyla
dinledim.
Gürkaş, Yunanistan’a nasıl ve
neden çekildiğini anlatarak başlıyor kitabına. Bölümleri kendi rotasına göre dizmiş
(sanırım kitabı keşif gezilerinde tuttuğu notlarla oluşturmuş, tekrar gelmek
üzere ve sonraki ziyaretlerinde yapacaklarını planlayarak ayrılıyor gittiği
yerlerden.) Bölüm başlarında bahsedeceği yerleşim yeri hakkında kısa ansiklopedik
bilgiler vermiş. Tarihî şahsiyetler, mitolojik kahramanlar, coğrafya, tarih ve
mimariyle ilgili bilgileri anlatım akışı içerisine okuru sıkmayacak biçimde
yerleştirmiş. Seyahat notlarını kişisel hikâyelerle zenginleştirmiş ve anlattıklarını
küçük fotoğraflarla desteklemiş.
Hikâyesi ilginç, Yunanistan
macerası sürprizlerle dolu Gürkaş’ın. Güzel tesadüfler neticesi Selanik’te bir
süre yaşamış. Edindiği dostlar sayesinde hem dil öğrenmiş hem bilindik tur
güzergâhlarının dışında, köylere bile giderek seyahat etmiş. Üstelik turist
olarak değil, gerçek bir seyyah gibi kültürün içinde yaşayıp içselleştirerek. Yunan
ailelerin evlerine konuk, yaşamlarına tanık olmuş; sofralarına oturmuş, nefis
yemeklerinden yiyip içkilerinden içmiş, ritüellerine eşlik etmiş, yaya ve
papuslarla (büyükanne ve büyükbabalarla) sohbet etmiş. Tarihî mekânları, kiliseleri
gezmiş. Meraklı, coşkulu, konfor aramayan, kendini akışa bırakıp mutlu olan,
yerel deneyim fırsatlarını kaçırmayan, yeni tatlara açık, samimi ve sıcakkanlı
bir kızın peşine takıldığınızı anlıyorsunuz kitabı okudukça. Onun heyecanı size
de geçiyor.
İlk durak şövalyeler adası Rodos.
Yazarla birlikte “cacikili pita gyros” yiyip, Şövalyeler Sokağı’nda fotoğraf
çektirmeden, Akropolis’e çıkmadan buradan ayrılmıyorsunuz. Daha sonra “Nazli mou”nun
gemide tanıştığı Achileas ve ailesinin peşinden Girit’e sürüklenip kendinizi Iraklio’nun
bir köyünde düğünde, köylülerle eğlenip halay çekerken buluveriyorsunuz. Atina,
Sakız, Selanik, İskeçe, Korfu derken neredeyse tüm Yunanistan’ı geziyorsunuz. Kitabın
sonunda verilen rotalar, ulaşım bilgileri ve Yunan mutfağıyla ilgili bilgiler
de pek kıymetli.
Bu seyahatler sırasında nüfus
mübadelesinde Türkiye’den göçen Rumlarla karşılaşıyor, onlarla hatıralarını yâd
ediyor, tavernalarda Türkçe Yunanca şarkılar söyleyip dans ediyor, Yunan
ailelerle birlikte Türk dizileri izliyorsunuz. Yazarın da vurguladığı gibi dil
ve din farkının dışında birbirimize ne kadar benzediğimizi görmek, iki dil
arasındaki benzer sözcükleri, misafirperverliği, ortak kültürel kodları ve
lezzetleri fark etmek gülümsetiyor insanı. Ülkedeki yardımlaşma ve gönüllülük
faaliyetleri de dikkat çekici.
Gürkaş’ın anlattıklarına
bakılırsa bakalyaros ve Elenidis Pastanesi’nde trigona tatlısı yemediğim,
Arkeoloji ve Sinema Müzelerini görmediğim, Aristoteles Meydanı’ndaki kafelerde
frappe içmediğim, Çinari’nin mezelerinden tatmadığım için birkaç yıl önce
gittiğim Selanik’i bile hiç görmemiş sayılabilirim. Adalardaki plajların
cazibesi bir yana, Edessa’daki Şelale Park’ı, Kastoria’daki taşlaşmış ormanı, Metsovo’daki
Arumenleri, isim günü kutlamalarını merak ediyor, en kısa zamanda Yunanistan’ı
ziyaret edip zeytin ve sakız ağaçlarına sarılmak istiyorum.
Suyun öte yakasına gitmek
isteyenlere ‘Zeytin Ağacının Gölgesinde…’ biraz soluklanmalarını salık veririm.
Elinize alacağınız bu cıvıl cıvıl kitap, esaslı bir seyahat rehberi, Gürkaş da iyi
bir kılavuz. Takılın onun peşine takılın, okurken çokça not alın. Yunanistan’a
seyahat planlarınızda yoksa bile bu kitapla harika bir yolculuk yapmış
olacaksınız.
Tuba DERE- Arka Kapak Dergisi s.34 yayımlanmıştır.
Nazlı Gürkaş / Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan / Hep Kitap
Ayfer Tunç yine bitirmeye
kıyamadığım, bazı bölümlerini demlendirerek, döne döne okuduğum bir roman
yazmış. Ağır, sancılı, adı gibi uzun bir kitap, Âşıklar Delidir ya da Yazı
Tura. Diğer Ayfer Tunç romanları gibi çok katmanlı, bol hikâyeli. Baştan
söyleyelim, Âşıklar Delidir’de rüya gibi bir aşk yok, aksine adına aşk bile denilememiş
duygular, âşıkları birbirine çağıran derin yaralar, beklenmedik anda ortalığa
dökülen sırlar ve suçlar var. Sonra, yaşarken benzerlerine sık rastladığımız kahramanlar,
aile ilişkileri (borçlular ve alacaklılar) gerçek anlar ve olaylar, hastalık ve
ölüm velhasıl bizzat hayat var.
Tunç son romanında pek çok
bakımdan ustalığını ortaya koymuş, kitabı ince ince işlemiş. Romanın teknik
kurulumu ilginç, iki cepheli: “Yazı” ve “Tura”. Yazarın Suzan Defter’de kullandığı
tekniği andırıyor. Yazı’da olayları Umut’un anlatımıyla, Tura’da Sanem’in
dilinden okuyoruz. Son bölümdeyse aşka yakışır bir biçimde, iki âşığın sesi
birbirine karışıyor, neredeyse sayıklamalara, tek bir sese dönüşüyor. Yazı’daki
bölümler tek sayılarla, Tura’dakiler çift sayılarla adlandırılmış, dolayısıyla
kitap baskıdaki sırasıyla okunabileceği gibi önce Yazı’dan, sonra Tura’dan şeklinde
de okunabilir. Yazar kurgusunun ana kahramanları, Umut ve Sanem için
kendilerine özgü iki farklı üslup ve ses yaratmış. Özelikle Sanem’in ruh hâli, içindeki
boşluk ve parçalanmışlığı, yapısal olarak alt alta dizilmiş, tekrarlardan
oluşan kesik cümlelerle görünür kılınmış; bazen hıçkırıklara boğulur gibi
konuşuyor Sanem.
Benzerlikler, zıtlıklar ve çatışmalar
romanı, Âşıklar Delidir. Sanem ismine rağmen ailesinde değer görmemiş, el
üstünde değil, hep el altında tutulmuş; yaşamı bile lütfedilerek verilmiş, hayatında
iyi şeyler kaybolmuş bir kız. Umut “gül gibi sevilmiş”lerden ama adına rağmen
yaşamı umutsuz ve geleceksiz. İkisi de “acı familyası”ndan. Farklı sebeplerle akan
yaşamı bırakıp ölümün kıyısına çekilmişler. Umut’un Sophie’si var; Sanem’inse
geçmişten getirdiği derin yaraları. Umut (daha önce annesinin yaşadığı gibi) beyninin
belli bölümlerinde hasar oluşturarak bedenini ele geçirmeye hazırlanan ölümcül genetik
hastalığına (Huntington), kaçmak istese de kurtulamayacağı kaderine Sophie
adını vermiş. Hastalığıyla ilgili bir araştırma için gittiği New York’ta, barda
tanışıyor Sanem’le. Görür görmez birbirlerine yakınlık duyuyorlar. Aralarında
büyük bir aşkın, derin tutkuların doğması için koşullar baştan hazır. Sanem, birine
güvenmenin, düşecek olursa kendisini tutacak birinin yanında olmasının ne demek
olduğunu ilk kez Umut’la tadıyor. Umut zamanın kendisi için kum saatinin içindeki
kum taneleri gibi (kitaptaki 24 bölüm gibi) sayılı olduğunu ve hızla aktığını biliyor.
Sophie’nin eline düşmüş bile olsa kısacık yaşamında kendisine bir tutku
yaratıyor.
Birlikteyken hayat iki âşık için
de başka anlamlar kazanıyor. Ancak kısa bir süre sonra ayrılıyorlar, Umut bir
daha dönmemek üzere İstanbul’a gidiyor. Orada ölecek. Sanem’se o gittikten
sonra yavaş yavaş tükeniyor. Birbirleriyle sürekli yazışıyorlar. Ama ne Umut
çöküşünü Sanem’e göstermek istiyor, ne de Sanem bunu görmek isteğinde. Olmamış
şeyler olmuş, olanlar olmamış gibi davranıyorlar. Amaçları başkalarını
kandırmak değil, yalnızca kendilerini avutmak. İkisi de hikâyelere tutunarak
yaşıyor. Sanem Umut’tan önce sahte CV’ler hazırlayarak iş bulmuş, kendine başka
isimler, başka hayat hikâyeleri uydurmuş; Umut da uydurduğu hikâyeleri
anlatıyor ailesine.
Bir geçmiş zaman romanı Âşıklar
Delidir. Kurgunun anlatım zamanı, Umut’un Türkiye’ye dönüşünden yani ayrılıktan
sonra başlıyor. Ancak bu katmanda akış kısıtlı, hikâye durağan ve yalın. Umut
evine dönüyor, hastalığın beklenen üç belirtisi görülüyor, bu sırada aileyle
ilgili sırlar açığa çıkıyor, Sanem’le yazışmalar devam ediyor, her iki taraf da
şiddetli ayrılık acısı çekiyor ve muhtemel sona doğru geliniyor. Son bölüme
kadar yazar, okurunu anlatım zamanına mesafeli tutmuş. Romandaki olay zamanı
oldukça derin ve geniş, geriye dönüşler ve zaman sıçramalarıyla aktarılan geçmiş,
şimdiki zamandan çok daha yoğun. Sık sık Umut’la Sanem’in Amerika’da birlikte
ve ayrı geçirdikleri zamanlara, iki âşığın çocukluklarına, diğer kahramanların
hayatlarına ve gündelik yaşamlarına gidiliyor.
Kurguda Umut’la doktoru, Umut’la
Stephan, Cathy’le kızı Lisa, Sanem’le Eda, Sanem’in annesiyle anneannesi gibi çok
sayıda ikili ilişki var. Ayrıca Umut’un annesiyle babası, abisiyle Sedef,
Sanem’in ilk aşkı, Stephan’la Yaşiko, Eda’yla Araş gibi başka kahramanlara,
başka zaman dilimlerine ait hikâyelerle aşka ve ilişkilere bakış çeşitlenmiş. Ama
bu hikâyelerin hiçbiri mutlu değil, hepsi siyah beyaz, kapıları yalnızlık ve
çaresizliğe açılıyor. Sanem’in marazi ilk aşkından geriye ağır bir acı ve utanç
kalmış. Umut’un anne babasının aşk hikâyesi suçlarla ve keskin bir acıyla gölgelenmiş.
Umut Amerika’da sayfanın bir
yüzüne kendine, bir yüzüne Sanem’e yazdığı –sonunda yaktığı- bir defter
tutuyor. Teknik olarak kurguyu iki bölüme ayıran “yazı/tura” romanda farklı
biçimlerde kullanılmış bir imge. Yazar bu yolla “neden ben?” sorusunu gündeme
getirip kaderi sorguluyor. Ayrıca anne-kız, baba-oğul ve aile ilişkileri de bu
bağlamda irdeleniyor. Çocuklar anne-babalarının kaderini mi yaşıyor, onların
yaptığı hataların bedelini mi ödüyor? Sophie yüzde elli ihtimalle evli ve
çocuklu abisini değil Umut’u buluyor. Sanem sevgi dolu bir ailede değil, berbat
bir evde doğuyor. Ablasının değil Sanem’in çocuğu yaşıyor. Kader bizi seçiyor
ya da biz ihtimallerden birini seçiyoruz. Neden? Yazı/tura.
Kitabın dramatik çatısını oluşturan,
hastalık ve ölüm temasını, Yazı bölümünde, hastalığın belirtileriyle birlikte
acının dozunu arttırarak geliştirmiş Tunç. Tura’da da seyir bu akışa paralel. Bölüm
numaralandırması (önce Yazı’dan, sonra Tura’dan okunduğunda) okurda Umut ve
Sanem’in aşkının birbirinde yankısını bulması gibi bir beklenti yaratsa da
kitap istenilen aşk hikâyesini bir türlü vermiyor. Tura yazıya karşılık değil
çünkü, madalyonun öteki yüzü. Herkes aşkı kendince yaşıyor. Aslında Umut’un ve
Sanem’in yüzleri birbirlerine değil kendi içlerine dönük. Acıyla başı önüne
düşmüş, hevesleri, hayalleri kırılmış iki insan onlar. Romanda her iki cephede
de olayların, duygusal ve düşünsel yankısı oldukça tekil/bireysel. Neredeyse
tüm kahramanlar mutlak yalnızlığın içinde yüzüyor, sadece birbirlerinin
hayatından kısa temaslarla geçiyorlar. Bunu bilerek yapıyor Ayfer Tunç.
Muhtemelen okuruna hayat ve ölümün karşısında aşkın nerede durduğunu ve ne
olduğunu sorgulatmak istiyor. Öyleyse aşk dünyadaki yalnızlığımızı ve
çaresizliğimizi gidermenin bir yolu mu, diye sormadan edemiyor insan.
Romanda sosyal ve siyasi
meseleler, etnik çatışmalar da Umut’un babasının işi, ırkçı Amerika’da kendini
yabancı hisseden yersiz yurtsuz Rkuye gibi konular üzerinden tartışılıyor.
Sanem’in anneannesinin hikâyesiyle ilgili sır da sanırım böyle bir yaraya
parmak basmak üzere kurgulanmış. Aslında Sanem de kendi toprağında, evinde var
olamamış, hiçbir yere ait olmayan insanların kederini taşıyor. Umut’un abisi,
Eda, Stephan gibi karakterler romanda çatışmalarıyla birlikte verilmiş. Bir de yalın
kat iyiler ve kötüler (Sanem’in abisi, Lisa gibi) var, ayrıca Larry ve Mustafa gibi arada
olanlar. Sanem’in birlikte çalıştığı Mustafa, duruma göre değişen, işbilir
bitirir kişiliğiyle günümüzün makbul insan tipini temsil ediyor ve romanın bu
sahici atmosferinde pek sakil ve sığ duruyor.
Âşıklar Delidir göndermelerinin
zenginliği ve çeşitliliğiyle de dikkat çekici. Edebiyat ve müzikle ilgili
göndermelerin peşinden gidildiğinde kitap yelpaze gibi açılıyor. Romanda bahsi
geçen şarkıların anlam ve melodi olarak içine yerleştirildikleri an’la sıkı örtüşmesi
benim gibi tutkulu okurları mest edecek. Romanı daha iyi anlayabilmek için yazarın
sık sık sözünü ettiği Max Fisch’in Montauk romanına, Fisch ve Lynn’in
ilişkisine de bakmak gerektiği kanaatindeyim, zira yazar geleceksiz aşk fikri
başta olmak üzere, üslup ve kurgu olarak bu romandan etkilenmiş görünüyor. Stein’in
şiirine yapılan göndermeler de kurgunun felsefi derinliği açısından önemli.
Roman aşka ve deliliğe bilindik mânâda
yorum ve yaklaşımlar getirmiyor. Kurgu hayat kadar gerçek. Başta söylemiştik, Âşıklar
Delidir’de anlatılan, çılgınca ve soluksuz yaşanan, gözü kör bir aşk değil.
Zira sonunda zaten ölüm var. Ancak romanın bitimine doğru iyice anlıyoruz ki aralarında
aşk tanımlanmamış, hiç vaat edilmemiş olsa da Sanem, Umut için ismiyle müsemma sanem
olmuş; Umut, Sanem için sahiden umut. Gülün adı gül olmasa bile “bir gül bir
güldür” zira. Aslında çok bencilce ama tüm faniler şu kısacık hayatta birileri
tarafından çok sevilip iz bırakarak gitmek istiyor. Geride kalan “Ya’aburnee”
diye seslense de…
Tuba Dere- Arka Kapak dergisi s.33'de yayınlanmıştır. Ayfer Tunç- Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Can Yayınları, 2018 Balada para mi muerte. "Beni sıkı sıkı tut içinde, ölümü hissediyorum." Âşıklar Delidir s. 256
Hakkında yıllardır yapılan büyük
yazar mı değil mi, Nobel alacak mı almayacak mı tartışmaları Murakami’nin kalbimdeki
yerine gölge düşürememiştir. Ne zaman Murakami okusam kitaplarının içinde
basitçe söylenivermiş derin şeyler buluyorum, içimde ürpertili bir hayranlık
uyanıyor. Onun dokunuşuyla başkalaşmış bir sıradanlık, bir nevi hikmet arayışı
gibi, beni sorular uçuşan buğulu bir boşluğa çekiyor. Söylemek istedikleri
olduğunu seziyorum ama hedefin sapmaması için bazen uzunca düşünmem gerekiyor.
Kısa bir süre önce Doğan Kitap, bir
Murakami çevirisi daha yayınladı. Hiç Murakami okumamışlar için iyi bir fırsat,
Fırın Saldırısı. Büyük puntolu, bol
görselli, usta işi bir öykü. İllüstrasyonları Kat Menschık hazırlamış, bunlar
da kitaba kısa film tadı veriyor. Öykünün defalarca okunabilecek, üzerinde
tartışmalar ve teknik çalışmalar yapılabilecek, masalsı ve sıra dışı bir kurgu
olduğunu hemen söyleyelim.
Metin iki bölümden oluşuyor; adını
öğrenemediğimiz öykü kahramanı, gençlik yıllarında yaşadığı bir açlık krizi
sırasında arkadaşıyla suç işlemeye teşebbüs eder, birlikte bir fırına saldırırlar.
Yazar daha başlangıçta olayın felsefesini de anlatıya katıyor: “Aç karnımız
değildi bizi suça götüren, suçun kendisi açlık olarak dayatıyordu kendini.”
Fırın saldırısı kahramanla arkadaşının planladığı gibi gitmez, önce epey bir
süre yaşlı bir kadının alışverişini bitirmesini beklerler. Sonra saldırgan
tavırlarına ve beş parasız olduklarını söylemelerine rağmen fırıncı onlara istedikleri
kadar ekmek alabileceklerini söyler. Karşılığında yalnızca onları
lanetleyecektir. Bu, bir hayal kırıklığı yaratır; çünkü iki arkadaş suç işlemek
için harekete geçmiştir, kimsenin iyi niyetine ihtiyaçları yoktur, lanetlenmek
de istemezler. Ama zorla almanın getireceği güç, fırıncının ikramıyla ezici bir
mahcubiyete dönüşmek üzeredir. Fırıncı ile aralarındaki pazarlık neticesi
kahraman ve arkadaşı bir değiş tokuşa razı olup ekmek karşılığında fırıncıyla
birlikte Wagner dinlerler. Önce hiç farkına varmazlar ama Wagner dinlemek
onları etkilemiştir. Fırıncı ekmeklere karşılık onlardan ne almıştır? Wagner’in
propagandasını yapmakla eline ne geçmiş olabilir? Yoksa sahiden bu, bir lanet
midir?
Öykünün kahramanı yıllar sonra
evlenir, karısıyla şiddetli açlık çektikleri bir gece aklına yıllar evvel
yeltendikleri suç gelir. Olayı öğrenen karısı, uğramış oldukları lanetten ancak
tekrar bir fırın saldırısı gerçekleştirirlerse kurtulabileceklerini savunur.
Yaşadıkları şiddetli açlığın nedeni budur. Öykü bundan sonra saçma ve anlamsız denebilecek
bir sona doğru ilerler. Kahramanla karısı gece yarısı açık fırın bile
bulamadıkları için saldırdıkları McDonald’dan aldıklarıyla karınlarını
doyururlar. Bir çeşit tamamlanma ve lanetten kurtuluş mu gerçekleşmiştir,
bilinmez.
Murakami’nin diğer kitaplarında
olduğu gibi bu öyküsünde de müziğe açılan büyük bir kapı bulunuyor. Öykünün ana
metaforlarından biri, Wagner’in uvertürleri. Üstelik kurgu, Uçan Hollandalı ve
Tannhauser uvertürlerinin dayandığı lanete de gönderme sayılabilecek biçimde
oluşturulmuş. Öykü gerçekliği yaşlı kadının alışverişi, kahramanla karısının
yaşadığı açlığın tarifi, McDonald’da çalışanların davranışları ve uyuyan çift gibi
detaylarla bozunuma uğrayarak büyülü bir hâl alıyor. Fırıncının hikâye
kahramanına yaptığıyla Murakami’nin okura yaptığı esasen birbirine çok benziyor.
Yazar bu öykünün kurgusuyla içimize ne zaman açacağı belli olmayan bir tohum
bırakıyor, fırıncının saldırganların içine bıraktığı öz gibi. Ruhu aşağı çeken bir
suçun açtığı yarayı ve sefaleti insanı yücelten sanattan başka ne onarabilir ki?
Fırın Saldırısı nefis baskısı ve
cildiyle büyük puntolu, resimli kitapların çocuk kitabı olduğuna dair
koşullanmışlığımızı kırıyor. Pekâlâ yetişkinlerin de böyle kitapları seve seve
okuyacağını görmüş oluyoruz.
Kitabı okuyup da arama
motorlarından Wagner’in Tannhauser ya da Uçan Hollandalı uvertürlerini aratıp
dinlemeyen yoktur sanırım. Öykünün başında “…belki de karnımızın aç olmasının
nedeni doğrudan hayal gücü eksikliğimizdi.” diyen Murakami, Wagner’in lanetini
“Fırın Saldırısı” öyküsüyle belki hepimize bulaştırıyor, kim bilir…