29 Haziran 2022 Çarşamba

Gürültüsüz ve Gösterişsiz

 

Yazar Mustafa Kurt’u eleştiri/ inceleme türündeki Anlamı Aramak, Mürekkebin İzinde, Anlama Arzusu, Serbest Okuma ve şiir üzerine yazdığı Çağdaş Türk Şiirinde Modernizmin İmgeleri adlı kitaplarıyla tanıyoruz. Kurt, sözünü ettiğimiz bu eleştiri ve inceleme eserlerinin ardından Kayıp Kayıt dergisinde “Susanları Anlamak İçin Sözlük” başlığı altında bir dizi yazı yayımlamaya başlamıştı. Bu yazılar geçtiğimiz günlerde Seslerden Uzakta adıyla Çolpan Kitap tarafından kitaplaştırıldı.

Mustafa Kurt 2002 yılında yayımlanan Sokaklarda Seksekler adlı iyi bir öykü kitabının da sahibi. Yazar, Seslerden Uzakta ile yıllar evvelinde bıraktığı kurguya dönüş yapmış, sözlük olarak tanımladığı bu eserinde estetik bir tavır ve üslupla yazdığı metinlerin, fragman, yer yer aforizmaların yanı sıra küçürek öyküler de kaleme almış.

Seslerden Uzakta’da “Hâlce” adını verilen (sanırım eskilerin lisânı hâl dediği) kadim bir dilin varlığından söz ediliyor. İlk bölümde bu dilin kelimelerinden bir sözlük oluşturulmuş, kalbe dokunan sözler bunlar. Yazar kitabının başında, Ahvâl bölümünde, esere konu olan “susan” kimseleri yahut Hâlce’ye vakıf olanları sıralamış; esasında kelimeleri de Hâlce bilenlerin, onu kullananları hâlleri üzerinden tanımlamış. Başını önüne eğip susmanın, birinin koluna girip yürümenin derin anlamları var Hâlce’de. Biraz da kendi kendine konuşmak ya da iç sesini duymak Hâlce, bunu da “...ey ruhum” hitaplı cümlelerden anlıyoruz. Bu dildeki en önemli hâl susmak. Ama Hâlce’de böyle bir kavram yok. Çünkü söz konusu dili bizatihi susmak ve susmanın yüklendiği anlamlar oluşturuyor.

Kurt, dille ilgilenen, anlam üzerinde düşünen bir yazar, Seslerden Uzakta ile okurunu da anlam üzerinde düşünmeye davet ediyor. Kitabın başında “Şimdi herkesin çok konuştuğu bir çağda ve içeriden gelen seslerin her an yitip gittiği bir dünyada, Hâlce öğrenmeye istekli olanlar için yola çıkıyoruz.” diyor. Belli ki Hâlce’nin sözlüğü öncelikle bu dili bilmeyen ve anlamayanlar için yazılmış. Bu bir mânâ yolculuğu ama kendi içinde dilemmasını da taşıyor, çünkü bunu yaparken yazar yine dili ve kelimeleri kullanılıyor. Anlam, kendi oluşunda devinen bir denizken bir bakıma onu alıp sözün kıyılarına çıkarıyor. Biz de kendisiyle birlikte hem bu iletişim yolunun kavramları hem de hâle denk düşen kelimeler ve onların içeriği hakkında kafa yoruyoruz. Bir de içimize ‘yoksa söz yani konuşmak mâna denizindeki o derin anlamı eksiltiyor mu’ diye kuşku tohumları serpiliyor. Kitapta bu dil üç ayrı yerde “Yeni Bir Dil: Hâlce”, “Seslerden ve Gözlerden Uzak: Hâlce” ve “Susmanın Ötesinde: Hâlce” olarak farklı biçimlerde tanımlanmış. Tanımlar söz konusu dili öğrenenlerin kat ettikleri mesafeyi gösterir gibi. Her durakta Hâlce’ye yeni bir açılım getiriliyor.

Sözlükte susmanın çeşitleri ya da çeşitli hâlleri anlatılıyor. Sanki hep gördüğümüz ve kanıksadığımız bir tabloya yeniden ve dikkatle bakmamızı istiyor Kurt ve bize -boşluklarda gizli- fırça darbelerini gösteriyor. Büyük laflar ederek yapmıyor bunu üstelik. Hâlce’nin gizemine yaraşır şiirsel bir dil ve anlatım tekniği kullanmış. Lafı fazla dolandırmadan, oldukça nahif ve zarif söylemiş. Kısa yazmanın güçlüğü malumumuz. Ama yazar bu zorluğun üstesinden kolayca gelmiş görünüyor. Metnini durulaştırmış. Anlamı bir avuç sözcüğün içine yüklemiş, okurun içine bırakıveriyor.

İlk bölümdeki metinlerde “Geçenlerde hâl diliyle konuşan iki insan gördüm.” gibi cümlelerle anlatılan küçürek öyküler yer alıyor. İkinci bölüm “Karşılaşmalar” tamamen küçürek öykülerden oluşuyor. Buradaki metinlerin başlıkları bile oldukça şiirsel. Öyküler iri birer üzüm tanesi gibiler, içleri dolu, lezzetleri yerinde, çok şey söylüyor ama yorumu okura bırakıyorlar.

Seslerden Uzakta çağrışımlı, çok katmanlı, zengin bir kitap. Bir kitap kurdu, çok iyi bir okur olduğunu bildiğimiz yazar, karşısında kendisi gibi esaslı okurlar istiyor. Metinlerin büyük bir kısmında başka edebi metinlere, şâir ve yazarlara göndermeler yaparak anlamı derinleştirmiş. Aşina olduklarımız yahut ilk kez okuduklarımız var. Bunlar araştırıp bulmak bize düşüyor.

Çabuk okunan bir kitap Seslerden Uzakta. Su gibi akıp gidiyor, okurunu yormuyor. Ama Hâlce bu kadar kısa zamanda öğrenilecek bir dil değil, bu metinler de tek seferde okunup bitirilecek gibi değil. Kitabı başucunuza koyacak, ara sıra açıp tekrar tekrar okuyarak sözün içinizde demlenmesini bekleyeceksiniz. Ee hâl ehli olmak ve Hâlce bilenleri anlamak o kadar olmasa gerek.


Bu yazı Hece Dergisi s. 305'te yayımlanmıştır.

29 Mart 2022 Salı

Komik ama Gerçek Öyküler

 

Edebiyat Ortamı Yayınları’ndan çıkan Çalıntı Hikâyeler Cahid Efgan Akgül’ün ilk öykü kitabı, birkaç ay evvel raflarda yerini almış. Sosyal medya tanıtımlarında güzel kapak görselinden ötürü hemen dikkatimi çekmişti. Kitabı elime alınca bırakamadım. İronik ve eğlenceli üslubuyla sürprizli sonları olan, bir solukta okunacak öyküler yazmış Akgül.

Kitabın ismi pek ilginç. Yazar öykülerine neden “çalıntı” demiş acaba diye düşünerek okumaya başlamıştım ki sebebini daha ilk öyküde -Müthiş Bir Tren’de- anladım. Akgül, Sait Faik’e bir selam çakarak yola çıkmış. İlk öyküsünde onunla karşılaşıp sohbet ediyor. Üslubunu ustanın üslubuna benzetip kurgusunu onunkine benzer bir çatıyla örmüş; onun imgelerine gönderme yapmış, konuyu güncellemiş, sanki bir nazire yazmış. Kitaptaki öykülerde tanıdığımız yazarlara, hemen hepimizin aşina olduğu metinlere göndermeler var. Mesela kitaba adını veren Çalıntı Hikâyeler öyküsü “Keşke o sabah uyandığımda, kendimi yatağımda dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulsaydım.” cümlesiyle başlıyor.

Metinlerarasılığı adeta bir eğlenceye dönüştürmüş Akgül, bir oyun gibi. Diline doladığı yazarı, murat ettiği sonu yahut öykündüğü kurguyu evirmiş çevirmiş metnine yedirmiş, öyküsüne dâhil etmiş. “Görünmezlik otu”, “Küçük Kehanetler Divanı” gibi nesnelerle, aynı kahramanları birkaç öyküde kullanma gibi yollarla kitaptaki öyküler arasında da bir metinlerarasılık oluşturmuş. Bu cins bağlarla öykülerin birbirine ulanmış oluşu yazarın kurgu işine kafa yorduğunu, anlatım teknikleri üzerine de çalıştığını gösteriyor. Aynı zamanda üsluptaki samimiyet ve sohbet havası kurgu metin değil de hatırat okuyormuş hissine kapılmanıza neden oluyor. Tabii bunda anlatıcı kimliğinin kahraman anlatıcı olmasının büyük tesiri var.

Yazar isim uydurmakta mahir. Ferdi Kendirci, Ferit Attargil, Yusuf Turan Kurtaz gibi isimler gerçek kişileri çağrıştırıyor. İki öyküde yer alan Mütercim Asım Efendi’den ilhamla yaratılmış Asım Mütercimoğlu adlı bir kahraman var. Onu da öyle kendinden emin anlatıyor ki ‘sahiden böyle biri var mıydı yoksa yazar mı uydurdu’ diye düşünmekten kendimi alamadım.

Kitabı bir solukta okunur kılan elbette üslup. Zekice esprileri var Akgül’ün. Bazı öyküleri okurken (Omzumdaki Eğrilik, Günlerden Bir Gece gibi) kıkırdamış olabilirim. Ring’i ve O Günler Geçip Gitti’yi okuyunca içlendim. Kitabın sonundaki küçürek öykülerden biri olan Ortanca, beğendiğim metinlerden. Yazar, yaratıcı zekâsını hepimizin bildiği sıradan kişileri, hadiseleri, mezar taşı yazıları gibi pek akla gelmeyecek konuları anlatmaya değer bulup öyküleştirmek için kullanmış. Öykülerini günlük yaşama dair dikkatlerle, ara sıra yaptığı sosyal tespitlerle zenginleştirmiş.

Akgül öykü malzemesi bulma, bulmuşsa onu kurguya yerleştirme çabasını dile getirmekten de çekinmiyor. Zaman zaman öyküden başını çıkarıp okurla konuşuyor; kendi kurgusunu bozuyor, yazar olduğunu, bir öykü ‘uydurduğunu’ gösteriyor, okura da öykü okuduğunu hatırlatıyor. Mesela “Evin penceresini kapatıp kapatmadığımı anımsayamadım. Öykünün başına baktım. Kapattığıma dair bir cümle kurmamışım.” diyor. Öykülerini bir sona bağlama, sürprizli son hazırlama konusunda da oldukça başarılı Akgül. Hem oyun bozmaya hem de gevezelik etmeye bayılıyor. Öykülerin içine ‘bunun kurguyla bir alakası yok ki’ diye düşünebileceğiniz ayrıntılar koymuş. Ama bunlar kurguyu beslemese de akıcılığa katkıda bulunuyor.

Çalıntı Hikâyeler yazarının birikimini ve metin karakteristiğini gösteren başarılı bir ilk kitap. İlk öykü kitabında bir yazarın kendine mahsus bir tarz ve üslup sergilemesi zor ancak muvaffak olunduğunda umut vadeden bir yazı hayatının işaret sayılabilir. Cahid Efgan Akgül tezgahında iyi öyküler dokuyabileceğini kanaatimce bu kitabıyla göstermiş. Bundan sonra neler yazacağını takip edip görelim.


Bu yazı Hece Öykü dergisinde yayımlanmıştır.

Kuklalar İçin -ve İplerden Sonra- Yaşam

 

Öyküler arasında molalar vererek, geriye dönüp bazılarını tekrar okuyup ayrıntıların tadına vararak, satırların altını çizerek, notlar alarak sevgili Sema Bayar’ın ilk kitabı “Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam”ı okudum. Hece Öykü’den tanıdığım, birçok öyküsünü dergide okuduğum yazarın öykülerini böyle güzel bir kapağın içinde, bir arada görmek okur olarak bende farklı etkiler uyandırdı, öyküler zihnimde neredeyse birbirine ulanarak başka bir okuma hazzı yarattı.

Kapağı gibi uzunca sayılabilecek ismiyle de ilgi çeken kitap on yedi öyküden oluşuyor. Bize bizden, hayatın içinden hikâyeler anlatıyor Bayar. Bu metinlerdeki emek ilk bakışta görülebilecek cinsten. Öykülerin şiirsel üslubu üzerinde titizlikle çalışılmış. Okuruna ilk bakışta kendini açmayan, sırrını ele vermeyen, dikkat ve sebat gerektiren bu öyküler güçlü tasvirlerle dokunan usta işi bir dille kaleme alınmış.

Kitap kurgu ve üslup olarak sağlam bir öyküyle başlıyor: Cemile. Çöp toplayıcısı bir adamın sahilde tesadüfen görüp hayatına buyur ettiği, hatta ismini bile kendisinin koyduğu bir kadınla yaşadığı, gözünden sakındığı ama adına aşk bile diyemediği, tarifsiz, nahif bir yoldaşlığın hikâyesi bu. Kurgu, kadının çöpten bulduğu bir duyguyu yorumlamasıyla gerçeklik düzleminden düşsel boyuta sıçrıyor. Sonrasında duygular tecessüm ederek canlı varlıklara dönüşüyor (“…korku yerinde değildi, sahibine tutunmuş, Cemile’nin kıvırcık saçlarının uçlarında toplanmış yatıyordu”) diğer yandan geçim derdiyle, kullanılmış eşyalar gibi metalaşıyor. Zaten kitaptaki birçok öyküde duygular; ses, koku, ışık gibi uyaranlar kişileşiyor ve gözlemlenebilir bir hâl alıyorlar. Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam öyküsünde pişmanlığın bir tadı var mesela. Bir Kokunun Ardından’da koku, kurguyu biçimlendiren yaratıcı bir ögeye dönüşmüş. Küstüm Çiçekleri’nde ses fincana düşüp kahvenin tadını kaçırıyor, bir diğeri ise yolunu tayin edemiyor.

Öykülerin çoğunda sabit bir anlatım zamanı yok ya da belli bir anlatım zamanına sadık kalınmamış. Yalnızca geriye dönüşler değil; kahramanların hayali sayılabilecek gelecek zaman kurguları da vuku bulmuş gibi anlatılıyor ve her hâlükarda öykü sonunda çember tamamlanıyor. Zaman ve mekân sıçrayışları, anlatımın şiirsel çağrışımlarla desteklenmesi öyküleri derinleştiriyor. Sıkı ve meraklı bir okur istiyor Sema Bayar. Bazı öyküleri tam olarak kavrayabilmek ve detayları görebilmek için tekrar okumalar yapmak gerekiyor. Öykülerde konu, karakter ve kurgu -deyim yerindeyse blurlanmış- görüntülerin çatısı altına gizlendiğinden okuyucuda flu bir izlenim bırakıyor. Bu durum metinlere okur içinde mayalanmaya ve çoğalmaya müsait bir yapı kazandırıp keşif hazzı doğurabilir elbette. Başka bir deyişle Bayar’ın öyküleri esrarını okurun içinde saklıyor ya da okurun zihninde tamamlanıyor. Bu nedenle kanaatim o ki bu öyküler, düştüğü yerlerde farklı çiçekler açan birer tohum gibi, her okurda hatta her okumada farklı izlenimler ve düşünceler yaratacak. Mesela İstasyon öyküsündeki ölü saatler metaforu, tüm saatlerin 3.30’da durması ve geri sayım, siyasi suçlu olduğunu anladığımız bir mahkûmun idamını anlatırken aynı zamanda o mahkumla birlikte yaşayan bir kadının hikâyesi üzerinde de düşünme imkânı veriyor. Tabii mahkûmun ölümü, ikincil kişinin hayatında mahkumla var olan kederli bekleyişin sona ermesi ve bir bakıma kurtuluş anlamına da gelebilir.

Sema Bayar’ın bazı öyküleri için “ötekinin hikâyesi” denebilir. Bayar herkes tarafından görünene değil ötesine de bakarak travma öykülerinin ikincil kişilerini Onur Belgesi, Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam, İstasyon, Tahta Kaşıklar gibi öykülerinde ana karakter olarak konumlandırmış. Böyle yaparak belki ezberlenmiş yaşam biçimlerine, öykü anlayışlarına da karşı çıkıyor. Acı, bizzat onu yaşayan kadar hasbelkader içinde bulunmuş, yanından geçmiş olanları da etkiler. Gerçekleşmeyen bir dua ya da gerçekleşen bir dilek sebebiyle bir çocuğun, kardeşinin ölümünü bir suç gibi üstlenişini anlatan Tahta Kaşıklar’da yazar “Kardeşini esir eden illet senin şifan oldu. …Hatta içten içe sevindin…” diyerek herkesin bir başka hikâyesi olduğuna işaret ediyor. Benzer bir durumu Onur Belgesi’nde de “…içimde omuzlarımdan o görünmez yükü atmanın tarifi zor ferahlığı, yüzümde bu ferahlıktan duyduğum utanç” diye tarif etmiş.

Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam öyküsünde ise geçmişe dair hiçbir şeyi hatta kim olduğunu bile hatırlamayan -dolayısıyla iplerinden kurtulmuş- yaşadığı andan ve içinde bulunduğu hikâyeden ibaret olan Bay X’le, âşık olduğu karısına özgürlük vadedip aslında özgürlüğünü elinden alarak onu kuklalaştıran sonra da ölümüne neden olan bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Hikâye, adamın günahıyla yüzleşmesine sorgusuz sualsiz tanıklık eden Bay X’in gözünden aktarılıyor ve birinin sonu diğerinin başlangıcı oluyor. Bayar bu tip öykülerinde kişilerin hikâyelerini görünmez bağlarla birbirine tutturmuş ya da iç içe geçirmiş, tıpkı hayat gibi. Onur Belgesi ve Tahta Kaşıklar’da acının doğurduğu başka acılar var. Yazar sanki bize “Hayat böyledir işte, herkes acıdan payına düşeni alır yahut hiç ilgisi olmayan biri de hikâyeye bir yerinden karışır.” demek istiyor.

Kitaptaki öykülerde kişiler kanlı canlı gözler önüne serilmese de mekânın ve atmosferin tesiri; duygular ve olayların kişilere hissettirdikleri uzun tasvirlerle anlatılıyor. İçe dönük, sessiz, kırılgan kahramanlarına rağmen konuşkan mekânları var Bayar’ın. Mekânlar yalnızca dekor değil, duyguları yansıtan ayrıntılarla dolu. Olgun yaşlarda, çocukluğunun geçtiği mekâna dönerek geçmişiyle yüzleşen bir kahramanın hikâyesini anlatan Tahta Kaşıklar böyle bir ev tasviriyle başlıyor mesela. “Her an yıkılacakmış gibi duran ama yıkılmayan, yıkılmayı duvardaki çatlaklar boyunca içinden geçiren, ipince, sızım sızım geçiren bir evde doğdun.” Dolayısıyla kahramanın dramı da bu cümlelerle yaratılan bir atmosferde başlıyor. Küstüm Çiçekleri’nde de tekrarlanan cümle, sözcük ve çağrıyla oluşturulan ritim, öyküde nevrotik bir gerilim yaratıyor. Kahramanlar kişileşmiş mekânların içerisinde ve eşyaların -mesela konuşan aynaların, ses veren duvarların- arasında, öksüren sobaların (Her Şeyin Başladığı Yer) yanında bulunuyor Bayar’ın öykülerinde. Karakter ve kurgu üzerinde adeta mekânın soluğu geziniyor.

Bayar’ın öykülerinde sıklıkla işlenen tema ve fikirler var. Aşk – ayrılık, yaşam – ölüm, geçmiş – bugün, özgürlük, hastalık, yoksulluk gibi kavramlar öykülerin içerisinde çağrışım ve imgelerle beslenerek yerini alıyor. Öykülerin birçoğunda zaman geçse de geçmişin izleri kişilerin üzerinden silinmez. Kişiler mekân -özellikle çocukluğun geçtiği mekânlar- üzerinden geçmişle hesaplaşırlar. Çocukken yaşanan yalnızlık, düştüğünde kucaklanmamışlık, başı okşanmamışlık ve sahip çıkılmamışlık yetişkinlikte de onarılamayan yaralar açar. Çocukluğu kötü geçenler bir bakıma büyüyemez. Tahta Kaşıklar’da anlatıcı “İnsanlar değişir, evler de öyle. Hatıralar ise mıhlanıp kalır.” diyor.

Bayar mesajlarını okuyucusuna sorgulatarak aktaran bir yazar. Bu sorgulamalar bizi geçmiş yaşantıların, aileden devralınan duygusal mirasların birey üzerindeki tesirine, kişisel sınırlara ve bellek kavramına kadar götürüyor. Kitabın ismindeki kukla (özgünlük?) ve ip (özgürlük?) kavramları bile “Bir kukla için iplerden kurtuluş sahiden özgürlüğünün başlangıcı anlamına mı gelir?” diye sorduruyor. Dahası bu soruya yazar Aynalar Arasında’da kendisi cevaplar veriyor. “Çakılınca anladım iplerin bizi uçmaktan değil düşmekten alıkoyduğunu. …İnsan bir tek kendine yaslanmalı, kimsenin kuklası değiliz bu hayatta…”

Alegorik bir öykü olan Patika’da da ‘kadının özgürleşmesi’ konusuna değiniliyor. Öyküde patika özgürlük isteminin başlangıcıdır ve ayartıcıdır; hareket kabiliyeti olmayan ağacı yol çağırır. Ağaç, hareketin sonunda bir nesneye dönüşmüştür. Anlatıcı/yazar kahramanına sorar: “Özgürlük uğruna yepyeni bir esaretin içine düştüğünü ne zaman fark edeceksin?”

Ölüm teması Bayar’ın öykülerinde farklı anlamlar içeriyor ve önemli bir yer tutuyor. Ölümle sonlanan Bir Kokunun Ardından, güçlü metaforları, çarpıcı öykü finali ile dikkat çekecek bir öykü. Ölümü klasik anlamıyla bitiş/son olmasının yanı sıra ölüm travması olarak da ele almış Bayar. Mezarlık görüntüleri ve mezar taşları ölüm travmasına eşlik ediyor. Ölümün yaşandığı evlerde aileler bu acıyı hayatlarına katık ediyorlar. Hatta dünyanın bizzat kendisi “milyonlarca mezarla yürüyen acılı bir anne” (Bu Bir Yaradır).

Patika, Tahta Kaşıklar, Küstüm Çiçekleri, Değirmen Taşı, Kasaba, Bu Bir Yaradır öykülerini sık kullanılmayan bir yolla, II. tekil şahıs yani “sen” dili ile anlatmayı seçmiş Bayar. Bu tarz öykülerin sayıca çokluğu, bunun yazar tarafından benimsenmiş bir üslup olduğunu gösteriyor. “Sen” dilinin anlatım imkânları birinci ve üçüncü şahıslar kadar geniş olmasa da Bayar’ın yakaladığı içtenlikli sohbet havası okuru öykü atmosferinde tutarak şahsına özgü bir başarı getirmiş onun metnine. Bulmadan yitirilen, mezarının yeri bile bilinmeyen sevgiliye söylenememiş sözlerin ifade edildiği Bu Bir Yaradır öyküsü ise neredeyse bir mektuba dönüşmüş; anlatıcı sevgiliyle yaşanmış birkaç güzel anın gösterişli tablosunu gözler önüne serip o anlardan geriye kalan derin kederi ifade ediyor. Bir monolog özelliği taşıyan Muzaffer öyküsünde yazar, kederli bir durumu ironik anlatımıyla renklendirmiş. Bu nedenle öykü, Bayar’ın bu tür öykülerde de başarılı olabileceğini göstermek bakımından kitapta da özgün bir yere sahip.

İlk kitaplar üzerinde çok çalışılıp emek verildiği için pek kıymetlidir. Yazar metinleriyle çok zaman geçirmiş, belki onları okur önüne çıkarmaya bir müddet cesaret edememiştir. Biz yazarları onlarla tanır ya sever, benimseriz ya da reddederiz. Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam, “Sema Bayar okurları” oluşturacak kadar başarılı bir ilk kitap, bunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Her şeyden evvel sağlam cümleler görmek, iyi bir üslubun tadına varmak isteyen okurlar hatta bir dil zevki edinmek isteyen genç okuyucular bu kitabı okumalı. Sema Bayar’ın nesnelerin dünyasına ve eşyaya bakışını, insanla konuşan, onun duyarlılıklarına cevap veren mekânlarını, kalbe dokunup ince sızılar bırakan ifadelerini ve bizi hüzünlü hayatlarının içinden geçiren kahramanlarını sevecekler.


Bu yazı Hece Öykü dergisinde yayımlanmıştır.

8 Şubat 2022 Salı

Adalet Dağıtılan Çöplük; Behala

 

İngiliz Gençlik Edebiyatı yazarı Andy Mulligan’ın sinemaya da uyarlanan kitabı Çöplük Tudem yayınları tarafından okurlarla buluşturulmuştu. Bugünlerde heyecanını hiç yitirmeyen, sinema tadında bir roman okumak istiyorsanız Mulligan’ın klasik sayılabilecek bu kitabını elinize alın ve hikâyeye kendinizi bırakın. Kitap sizi güney Asya ülkelerine doğru seyahate çıkaracak, ilk bakışta hiç de parlak olmayan bir yere Behala çöplüğüne, çöp karıştırarak geçimini sağlayan evsiz barksız, yoksul ailelerin ve çıplak ayaklı çocukların yanına, Raphael Fernandez, Gardo ve Sıçan’a götürecek.

Kitabın kahramanları on-on dört yaşları arasında, kendilerine göre kavrayış ve yetenekleri olan, Behala’da yaşayan üç çocuk. Büyük bir yaşam mücadelesi var Behala’da, koşullar oldukça sert. Çöp toplayıcılar kiloyla satılabilen plastiklerden arıyorlar ama çöplerden genellikle stuppa çıkıyor, yani insan dışkısı. Nadiren zenginlerin yaşadığı bölgelerden gelen çöplerde iyi şeylere rastlanıyor. Raphael bir gün, içinde cüzdan ve bir miktar para, harita, anahtar, kimlik, fotoğraflar olan mucizevi bir çanta buluyor. Parayı arkadaşı Gardo ile aralarında paylaşıyorlar. Ancak ertesi gün Behala’ya gelen polislerin çantayı bulana ödül vaat etmesi çocukların buldukları şeyin önemini kavramalarını sağlıyor. Raphael ve Gardo çantadan çıkan ipuçlarının izini sürerek bu gizemli olayın peşine düşmeye karar veriyorlar. Çantayı saklamak içinse kimsenin kuşku duymayacağı Jun-Jun’dan (Sıçan’dan) yardım istiyorlar. Sıçan onlara çantanın içindeki anahtarın Merkez İstasyonu’ndaki emanet dolaplarından birine ait olabileceğini söylüyor. Emanet dolabından çıkan şifreli mektup, çocukların merakını kamçılıyor. Üç kahraman, defalarca ölümle burun buruna geldikleri, belâlı, tehlikeli, heyecanlı bir maceranın içine düşüyorlar hatta Raphael işkence bile görüyor.

Çocuklar çantanın sahibi José Angelico’nun hayat hikâyesinin içinden geçerek, uluslararası yardım fonundan ülkeye gelen paraları zimmetine geçiren Senatör Zapanta’ya açtığı yolsuzluk davası yüzünden başı belâya girmiş olan mahkûm Gabriel Olondriz’e ulaşıyorlar. Mektuptan elde ettikleri bilgiler onları nasıl Colva Hapishanesi’ne götürdüyse, İncil sayesinde çözdükleri şifreler de Naravo Mezarlığı’nı işaret ediyor. Yıllardır hukuki yollarla çözülmeyen dava, bu cesur çocukların verdikleri amansız mücadeleyle mutlu sona ulaşıyor. Senatör Zapanta’nın yıllar önce halktan çaldığı paralar Angelico sayesinde ve çocuklar aracılığıyla halka geri dönüyor.

Roman beş ana bölümden oluşuyor. Alt bölümlerde hikâye, farklı anlatıcıların dilinden aktarılıyor. Bazı bölümler kahramanların ortak anlatımı. Behala’daki misyoner okulunun yöneticisi Peder Juilliard ve gönüllü sosyal hizmetli Olivia da anlatıcılar arasında. Olayların bu yöntemle aktarılması (üslupta bir değişim olmasa da) anlatım imkânlarını oldukça genişletmiş, kurguya çok yönlülük kazandırmış. Mulligan romanını gazete haberi ve mektup gibi farklı anlatım teknikleri de kullanarak sıkı bir mantıksal zincirle kurgulamış.  

Çöplük sınıf farklılıklarının uçuruma dönüştüğü, suç oranının yüksek ve sosyal adaletsizliğin, fırsat eşitsizliğinin zirvede olduğu ülkelerdeki yaşamı okura aktarması bakımından kıymetli bir kitap. Demokratik kuralların, adaletin olmadığı yerde hüküm süren politik oyunları, çirkinlik ve haksızlıkları gösteriyor. Olayın çözümlenmesi sırasında çocuklar hatta sokak insanları arasındaki iş birliği, dayanışma ve yardımlaşma da çarpıcı. Karanlık ne kadar koyuysa aydınlığa ulaşma çabası da o denli güçlü oluyor.


Çocukların inandıkları yolda her şeyi göze alışları, Peder Jullian’ı, Olivia’yı, polisi kandırışları; Sıçan’ın okul kasasından (sonrasında iade etseler de) para çalışı gibi hadiseler romanla ilgili didaktik kaygılar uyandırsa da her şeyin olumlu sona bağlanması bu kaygıyı gideriyor. Çocukların yaşadığı iyilik-kötülük arası iç çatışmalar hem roman gerçekliğini güçlendirmiş hem de insan aklına ve vicdanına uymayan kuralların geçerliliğini sorgulatıyor.

Henüz okumadıysanız yakın zamanda Çöplük’e gitmenizi öneririm, belki Olivia gibi çöp dağlarının üstünde gezinen Behala çocuklarına siz de âşık olursunuz.




Bu yazı Arka Kapak dergisinde yayımlanmıştır.