Öyküler arasında molalar vererek,
geriye dönüp bazılarını tekrar okuyup ayrıntıların tadına vararak, satırların
altını çizerek, notlar alarak sevgili Sema Bayar’ın ilk kitabı “Kuklalar İçin
İplerden Sonra Yaşam”ı okudum. Hece Öykü’den tanıdığım, birçok öyküsünü dergide
okuduğum yazarın öykülerini böyle güzel bir kapağın içinde, bir arada görmek
okur olarak bende farklı etkiler uyandırdı, öyküler zihnimde neredeyse
birbirine ulanarak başka bir okuma hazzı yarattı.
Kapağı gibi uzunca sayılabilecek
ismiyle de ilgi çeken kitap on yedi öyküden oluşuyor. Bize bizden, hayatın
içinden hikâyeler anlatıyor Bayar. Bu metinlerdeki emek ilk bakışta
görülebilecek cinsten. Öykülerin şiirsel üslubu üzerinde titizlikle çalışılmış.
Okuruna ilk bakışta kendini açmayan, sırrını ele vermeyen, dikkat ve sebat
gerektiren bu öyküler güçlü tasvirlerle dokunan usta işi bir dille kaleme
alınmış.
Kitap kurgu ve üslup olarak
sağlam bir öyküyle başlıyor: Cemile. Çöp toplayıcısı bir adamın sahilde
tesadüfen görüp hayatına buyur ettiği, hatta ismini bile kendisinin koyduğu bir
kadınla yaşadığı, gözünden sakındığı ama adına aşk bile diyemediği, tarifsiz,
nahif bir yoldaşlığın hikâyesi bu. Kurgu, kadının çöpten bulduğu bir duyguyu
yorumlamasıyla gerçeklik düzleminden düşsel boyuta sıçrıyor. Sonrasında duygular
tecessüm ederek canlı varlıklara dönüşüyor (“…korku yerinde değildi, sahibine
tutunmuş, Cemile’nin kıvırcık saçlarının uçlarında toplanmış yatıyordu”) diğer
yandan geçim derdiyle, kullanılmış eşyalar gibi metalaşıyor. Zaten kitaptaki
birçok öyküde duygular; ses, koku, ışık gibi uyaranlar kişileşiyor ve
gözlemlenebilir bir hâl alıyorlar. Kuklalar İçin İplerden Sonra Yaşam
öyküsünde pişmanlığın bir tadı var mesela. Bir Kokunun Ardından’da koku,
kurguyu biçimlendiren yaratıcı bir ögeye dönüşmüş. Küstüm Çiçekleri’nde
ses fincana düşüp kahvenin tadını kaçırıyor, bir diğeri ise yolunu tayin edemiyor.
Öykülerin çoğunda sabit bir
anlatım zamanı yok ya da belli bir anlatım zamanına sadık kalınmamış. Yalnızca
geriye dönüşler değil; kahramanların hayali sayılabilecek gelecek zaman
kurguları da vuku bulmuş gibi anlatılıyor ve her hâlükarda öykü sonunda çember
tamamlanıyor. Zaman ve mekân sıçrayışları, anlatımın şiirsel çağrışımlarla desteklenmesi
öyküleri derinleştiriyor. Sıkı ve meraklı bir okur istiyor Sema Bayar. Bazı
öyküleri tam olarak kavrayabilmek ve detayları görebilmek için tekrar okumalar
yapmak gerekiyor. Öykülerde konu, karakter ve kurgu -deyim yerindeyse blurlanmış-
görüntülerin çatısı altına gizlendiğinden okuyucuda flu bir izlenim bırakıyor. Bu
durum metinlere okur içinde mayalanmaya ve çoğalmaya müsait bir yapı kazandırıp
keşif hazzı doğurabilir elbette. Başka bir deyişle Bayar’ın öyküleri esrarını
okurun içinde saklıyor ya da okurun zihninde tamamlanıyor. Bu nedenle kanaatim
o ki bu öyküler, düştüğü yerlerde farklı çiçekler açan birer tohum gibi, her
okurda hatta her okumada farklı izlenimler ve düşünceler yaratacak. Mesela İstasyon
öyküsündeki ölü saatler metaforu, tüm saatlerin 3.30’da durması ve geri sayım, siyasi
suçlu olduğunu anladığımız bir mahkûmun idamını anlatırken aynı zamanda o
mahkumla birlikte yaşayan bir kadının hikâyesi üzerinde de düşünme imkânı
veriyor. Tabii mahkûmun ölümü, ikincil kişinin hayatında mahkumla var olan kederli
bekleyişin sona ermesi ve bir bakıma kurtuluş anlamına da gelebilir.
Sema Bayar’ın bazı öyküleri için
“ötekinin hikâyesi” denebilir. Bayar herkes tarafından görünene değil ötesine
de bakarak travma öykülerinin ikincil kişilerini Onur Belgesi, Kuklalar
İçin İplerden Sonra Yaşam, İstasyon, Tahta Kaşıklar gibi öykülerinde
ana karakter olarak konumlandırmış. Böyle yaparak belki ezberlenmiş yaşam biçimlerine,
öykü anlayışlarına da karşı çıkıyor. Acı, bizzat onu yaşayan kadar hasbelkader
içinde bulunmuş, yanından geçmiş olanları da etkiler. Gerçekleşmeyen bir dua ya
da gerçekleşen bir dilek sebebiyle bir çocuğun, kardeşinin ölümünü bir suç gibi
üstlenişini anlatan Tahta Kaşıklar’da yazar “Kardeşini esir eden illet
senin şifan oldu. …Hatta içten içe sevindin…” diyerek herkesin bir başka
hikâyesi olduğuna işaret ediyor. Benzer bir durumu Onur Belgesi’nde de
“…içimde omuzlarımdan o görünmez yükü atmanın tarifi zor ferahlığı, yüzümde bu
ferahlıktan duyduğum utanç” diye tarif etmiş.
Kuklalar İçin İplerden Sonra
Yaşam öyküsünde ise geçmişe dair hiçbir şeyi hatta kim olduğunu bile
hatırlamayan -dolayısıyla iplerinden kurtulmuş- yaşadığı andan ve içinde
bulunduğu hikâyeden ibaret olan Bay X’le, âşık olduğu karısına özgürlük vadedip
aslında özgürlüğünü elinden alarak onu kuklalaştıran sonra da ölümüne neden
olan bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Hikâye, adamın günahıyla yüzleşmesine sorgusuz
sualsiz tanıklık eden Bay X’in gözünden aktarılıyor ve birinin sonu diğerinin
başlangıcı oluyor. Bayar bu tip öykülerinde kişilerin hikâyelerini görünmez
bağlarla birbirine tutturmuş ya da iç içe geçirmiş, tıpkı hayat gibi. Onur
Belgesi ve Tahta Kaşıklar’da acının doğurduğu başka acılar var. Yazar
sanki bize “Hayat böyledir işte, herkes acıdan payına düşeni alır yahut hiç
ilgisi olmayan biri de hikâyeye bir yerinden karışır.” demek istiyor.
Kitaptaki öykülerde kişiler kanlı
canlı gözler önüne serilmese de mekânın ve atmosferin tesiri; duygular ve
olayların kişilere hissettirdikleri uzun tasvirlerle anlatılıyor. İçe dönük,
sessiz, kırılgan kahramanlarına rağmen konuşkan mekânları var Bayar’ın.
Mekânlar yalnızca dekor değil, duyguları yansıtan ayrıntılarla dolu. Olgun
yaşlarda, çocukluğunun geçtiği mekâna dönerek geçmişiyle yüzleşen bir
kahramanın hikâyesini anlatan Tahta Kaşıklar böyle bir ev tasviriyle
başlıyor mesela. “Her an yıkılacakmış gibi duran ama yıkılmayan, yıkılmayı
duvardaki çatlaklar boyunca içinden geçiren, ipince, sızım sızım geçiren bir
evde doğdun.” Dolayısıyla kahramanın dramı da bu cümlelerle yaratılan bir
atmosferde başlıyor. Küstüm Çiçekleri’nde de tekrarlanan cümle, sözcük ve
çağrıyla oluşturulan ritim, öyküde nevrotik bir gerilim yaratıyor. Kahramanlar
kişileşmiş mekânların içerisinde ve eşyaların -mesela konuşan aynaların, ses
veren duvarların- arasında, öksüren sobaların (Her Şeyin Başladığı Yer)
yanında bulunuyor Bayar’ın öykülerinde. Karakter ve kurgu üzerinde adeta
mekânın soluğu geziniyor.
Bayar’ın öykülerinde sıklıkla işlenen
tema ve fikirler var. Aşk – ayrılık, yaşam – ölüm, geçmiş – bugün, özgürlük, hastalık,
yoksulluk gibi kavramlar öykülerin içerisinde çağrışım ve imgelerle beslenerek yerini
alıyor. Öykülerin birçoğunda zaman geçse de geçmişin izleri kişilerin üzerinden
silinmez. Kişiler mekân -özellikle çocukluğun geçtiği mekânlar- üzerinden
geçmişle hesaplaşırlar. Çocukken yaşanan yalnızlık, düştüğünde kucaklanmamışlık,
başı okşanmamışlık ve sahip çıkılmamışlık yetişkinlikte de onarılamayan yaralar
açar. Çocukluğu kötü geçenler bir bakıma büyüyemez. Tahta Kaşıklar’da
anlatıcı “İnsanlar değişir, evler de öyle. Hatıralar ise mıhlanıp kalır.” diyor.
Bayar mesajlarını okuyucusuna sorgulatarak
aktaran bir yazar. Bu sorgulamalar bizi geçmiş yaşantıların, aileden devralınan
duygusal mirasların birey üzerindeki tesirine, kişisel sınırlara ve bellek
kavramına kadar götürüyor. Kitabın ismindeki kukla (özgünlük?) ve ip
(özgürlük?) kavramları bile “Bir kukla için iplerden kurtuluş sahiden
özgürlüğünün başlangıcı anlamına mı gelir?” diye sorduruyor. Dahası bu soruya
yazar Aynalar Arasında’da kendisi cevaplar veriyor. “Çakılınca anladım
iplerin bizi uçmaktan değil düşmekten alıkoyduğunu. …İnsan bir tek kendine
yaslanmalı, kimsenin kuklası değiliz bu hayatta…”
Alegorik bir öykü olan Patika’da
da ‘kadının özgürleşmesi’ konusuna değiniliyor. Öyküde patika özgürlük
isteminin başlangıcıdır ve ayartıcıdır; hareket kabiliyeti olmayan ağacı yol
çağırır. Ağaç, hareketin sonunda bir nesneye dönüşmüştür. Anlatıcı/yazar
kahramanına sorar: “Özgürlük uğruna yepyeni bir esaretin içine düştüğünü ne
zaman fark edeceksin?”
Ölüm teması Bayar’ın öykülerinde
farklı anlamlar içeriyor ve önemli bir yer tutuyor. Ölümle sonlanan Bir
Kokunun Ardından, güçlü metaforları, çarpıcı öykü finali ile dikkat çekecek
bir öykü. Ölümü klasik anlamıyla bitiş/son olmasının yanı sıra ölüm travması
olarak da ele almış Bayar. Mezarlık görüntüleri ve mezar taşları ölüm
travmasına eşlik ediyor. Ölümün yaşandığı evlerde aileler bu acıyı hayatlarına
katık ediyorlar. Hatta dünyanın bizzat kendisi “milyonlarca mezarla yürüyen
acılı bir anne” (Bu Bir Yaradır).
Patika, Tahta Kaşıklar,
Küstüm Çiçekleri, Değirmen Taşı, Kasaba, Bu Bir Yaradır
öykülerini sık kullanılmayan bir yolla, II. tekil şahıs yani “sen” dili ile
anlatmayı seçmiş Bayar. Bu tarz öykülerin sayıca çokluğu, bunun yazar
tarafından benimsenmiş bir üslup olduğunu gösteriyor. “Sen” dilinin anlatım
imkânları birinci ve üçüncü şahıslar kadar geniş olmasa da Bayar’ın yakaladığı
içtenlikli sohbet havası okuru öykü atmosferinde tutarak şahsına özgü bir
başarı getirmiş onun metnine. Bulmadan yitirilen, mezarının yeri bile
bilinmeyen sevgiliye söylenememiş sözlerin ifade edildiği Bu Bir Yaradır
öyküsü ise neredeyse bir mektuba dönüşmüş; anlatıcı sevgiliyle yaşanmış birkaç
güzel anın gösterişli tablosunu gözler önüne serip o anlardan geriye kalan
derin kederi ifade ediyor. Bir monolog özelliği taşıyan Muzaffer öyküsünde
yazar, kederli bir durumu ironik anlatımıyla renklendirmiş. Bu nedenle öykü, Bayar’ın
bu tür öykülerde de başarılı olabileceğini göstermek bakımından kitapta da
özgün bir yere sahip.
İlk kitaplar üzerinde çok çalışılıp
emek verildiği için pek kıymetlidir. Yazar metinleriyle çok zaman geçirmiş,
belki onları okur önüne çıkarmaya bir müddet cesaret edememiştir. Biz yazarları
onlarla tanır ya sever, benimseriz ya da reddederiz. Kuklalar İçin İplerden
Sonra Yaşam, “Sema Bayar okurları” oluşturacak kadar başarılı bir ilk kitap,
bunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Her şeyden evvel sağlam cümleler
görmek, iyi bir üslubun tadına varmak isteyen okurlar hatta bir dil zevki
edinmek isteyen genç okuyucular bu kitabı okumalı. Sema Bayar’ın nesnelerin
dünyasına ve eşyaya bakışını, insanla konuşan, onun duyarlılıklarına cevap
veren mekânlarını, kalbe dokunup ince sızılar bırakan ifadelerini ve bizi
hüzünlü hayatlarının içinden geçiren kahramanlarını sevecekler.
Bu yazı Hece Öykü dergisinde yayımlanmıştır.