17 Mayıs 2017 Çarşamba

Nerede Kaldınız, Peyami Bey?

Tanpınar’dan bile önceydi benim Peyami Bey’le tanışıklığım. O benim için ilk esaslı yazardı. Sözde Kızlar’la başlayıp (onun yazdıklarına yetişmek zor olsa da) külliyatını okumaya varacak kadar sıkı bir dostluğumuz oldu kendisiyle. Ne hikmetse ben de okurken onunla hep ruhsal diyaloglara girer, bu sırada kendisine “Peyami Bey” diye hitap ederdim. Ayrıca Yalnızız romanının kahramanı Samim, eski ahbaplarımdandır; Simeranya benim de hayal ülkem sayılır. Hamdi Koç’un adıyla bile “Yalnızız”ı çağrıştıran son romanı “Yalnız Kaldınız, Peyami Bey”e nasıl çekildiğim bu açıklamalardan anlaşılmıştır, sanırım. Bakalım, Hamdi Koç’un Peyami Bey’i benim hayalimdekiyle örtüşecek mi diye merakla başladım okumaya.  

Hamdi Koç bu romanında ‘mirası reddedilmiş, adı bile antika olmuş’ bir yazarı, Peyami Safa’yı kahramanlarından biri kılar ama kitabı biyografik bir roman beklentisiyle eline alacak okurların hayal kırıklığına uğrayacağını baştan belirtelim. Her ne kadar kurgu Peyami Safa’nın kişisel özellikleriyle, kitaplarından izlerle ve motiflerle zenginleştirilmiş olsa da bu bizim bildiğimiz Peyami Safa değildir, buradaki Simeranya da Yalnızız’ın Simeranyası değil. Hamdi Koç, Peyami Bey karakteriyle kitabının kurgusuna uygun bir başka yazar tasavvur etmiş, bu konuda kendisine yöneltilebilecek eleştiriler için de elbette bir cevap hazırlamış “…benim Peyami Safa tasavvurum bu. Siz de sizinkini yazın...”(s.41).

Kitap, önce kendisinin öldüğünü zanneden ancak henüz hayattan kopmamış, komadaki bir hastanın, aynı zamanda romanın anlatıcısı ve yazar olan kahramanın Peyami Bey adlı kahramanla ilişkisini yani iki farklı kuşaktan yazarın özü yazıya dayanan çekişmeli, sürtüşmeli dostluğunu konu ediniyor. Önceleri birbirinden kuşku duyan bu iki kahramanın aralarındaki zıtlıklara rağmen bir süre sonra gelişen arkadaşlığının hikâyesi. Kitapta adı belirtilmeyen anlatıcı kahramanın verdiği ölüm kalım mücadelesi ve acılı yaşam hikâyesi, Doktor Ramiz, hastaneye benzeyen bir oda, yatak ve battaniye gibi unsurlar bize Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu çağrıştırsa da oluşturulan evrenin Simeranya olarak adlandırılması ve ayrıntılar, kahve leit motifi bile, Yalnızız’a gönderme. Koç, rüya ikliminde kurulmuş, zaman zaman Hollywood filmlerini hatırlatacak bir roman atmosferi sunuyor okuruna, belki ölümlülerin değil, öldüğü için artık ölmekle kayıtlanmayacak ölümsüzlerin diyarından sesleniyor.(Ama buradakiler bile ölmekten korkuyor.) Bilmediği bir nedenle yediği şiddetli dayaktan ötürü ölümle burun buruna gelerek Peyami Bey’in bulunduğu boyuta, tabiri caizse yerçekimsiz ortama düşen anlatıcı, kitap boyunca karşılaştığı kişileri ve orada oluşturulmuş kurgusal dünyayı tanıyıp anlamaya çalışıyor.

Simeranya olduğunu öğrendiğimiz bu öteki boyutta Peyami Bey, bir roman yazmakta, ayrıca anlatıcı kahramandan da gerçek hayata dönüp kendisiyle ilgili bir roman yazmasını istemektedir. Zaten yaşama karşı isteksiz ve mutsuz olan anlatıcı ise ölüp gerçek hayattan kurtulma arzusundadır ancak orada yaşadıkları ve tanık olduğu tuhaf olaylar da kafasını karıştırır. Peyami Bey ve Doktor Ramiz’le kendisini öldürmeye çalışanların peşine düşer. Söz konusu bölümde kurgu polisiye bir hâl alır. Bu sırada yaşarsa gerçek hayatta, gelecekte başına neler geleceğini görür, iyice kararsız kalır. Öte yandan akıl sır erdirilmez olaylar olmaktadır Simeranya’da. Mesela Peyami Bey’in iradesine bağlı olarak kar yağar, fırtına çıkar. Kitapları bile korkutacak kadar öfkelenebilir Peyami Bey, volta atarken duvarlardan geçebilir. Yanan insanlar, yer altına inen merdivenler, yılanlar tarafından öldürülmeye çalışılan ecinni kadınlar vardır. Sık sık fantastik unsurlar devreye girer. Kahramanlar genellikle psişik yönleri olan kişilerdir. Simeranya’daki gerçekliği Peyami Bey yönetse de Doktor Ramiz’le aralarında uzun tartışmalara neden olan, sürekli bir iktidar çatışması vardır. Doktor Ramiz bir otorite alternatifi oluşturmaya ve diktatör olmaya hazırlanmaktadır. Peyami Bey’in ayak işlerine bakan, anlatıcıya polisleri atlatmak konusunda yardımcı olan “Yavrum” diye anılan bir çocukla, Cavit Bey’i arayan bir kadın kahraman, anlatıcının bir kez görüp âşık olduğu, daha sonra göremediği ancak varlığını sezebildiği Seniha adlı kadın da bir görünüp bir kaybolarak kurgunun gizemini arttırırlar. Sanki Peyami Bey’in içinden ara sıra nizam ve disiplin düşkünü bir doktorla -Doktor Ramiz- bir şeytan çıkmakta, Simeranya’nın hâkimiyetini bir biri, bir öteki ele geçirmekte, hatta Peyami Bey’i bitirmeye ve kurguyu da yönetmeye kalkışmaktadırlar. Belki kahramanları Peyami Bey’den güçlüdür. Peki bu kahramanlar kimin kahramanıdır aslında, Hamdi Koç’un mu, Peyami Bey’in mi?

Romanda olaylar, rüyalardaki gibi parça parça ve kopuk kopuktur hatta aralarında bütünlük sağlanması zordur, kitapta bu duruma da bir açıklama getirilmiş tabii. Bir yerde yazar Peyami Bey’e “Hiçbirimiz hayatı rüyaları anlayabildiğimizden daha fazla anlamadık. Bir rüyayı diğerine bağlayamadık.” (s.209) dedirtir. Nasıl rüyada olmayacak işler başımıza geldiğinde sorgulamadan kabullenip yaşıyorsak hayatta ve kitap da anlamaya çalışma çabası nafiledir. Bazen hikâyenin hızına ve cazibesine kapılmak yeter.

İnsanı, söz ve davranışlarını, rollerini, toplumu iyi analiz eden Hamdi Koç, bu romanında da sık sık psikolojik tahlillere yer veriyor ve altı çizilecek cümleler kuruyor. Satır aralarında günümüz siyasi yaşamına ve gündeme göndermeler yapmaktan da çekinmiyor.

Yazı rüyaya benzer mi? Kurgu tamamen bilinçle yapılan bir iş mi? Kurmacada kuran/yazan ne kurduğunu biliyor mu, yoksa kahramanlar burada olduğu gibi başına buyruk davranarak, alıp başını gidiyor mu? Yazarlar kahramanlarıyla empati kurmaya ve onları anlatmaya çalışırken Peyami Bey gibi sancılar mı çekiyor? Yazar yazıdan başka nelerle mücadele ediyor? Kitabı okurken bu ve benzeri soruları sormadan edemiyor insan. Çünkü Yalnız Kaldınız, Peyami Bey, aynı zamanda bir yazma serüveni hikâyesi. Koç, kitabında yazarlığın sırlarına değinip kurgunun gelişim evrelerini de gösteriyor. Mesela ilk bölümlerde üç kahramanın diyaloğuyla kurulan hikâye çatısı sonrasında yeni kişiler ve olaylarla zenginleşip hız kazanıyor.

Peyami Safa, Hamdi Koç’un romanını okusa ne düşünürdü bilemem. Yıllar sonra bir romancının, yaşam hikâyesinin ve yazdıklarının değil, kendisinden ilhamla, adını adından alan kurgusal bir kahramanın peşine düşeceğini söyleseler durumdan pek hoşnut olmazdı herhâlde ama bu kitapla modern edebiyatın gündemine geldiği için de sevinirdi belki. Zaten hikâye, yazarın ve kahramanın birbirine tahammülünden başka nedir ki?


Neticede her şeyin sonunda bize kalacak olan hislerdir, bu kitaptaki gibi. Rüyaların ruhumuzda bıraktığı iz gibi. Belli ki Hamdi Koç herkes bu kitaptan ayrı bir tat alsın istemiş. Tam olarak izahı zor, kitaptan, tatlı tuzlu karışık, buruk bir tat kaldı dilimde. Bakalım siz okuyunca neler hissedeceksiniz?

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.90'da yayınlanmıştır.

Yalnız Kaldınız Peyami Bey, Hamdi Koç, Can Yayınları

11 Nisan 2017 Salı

Doğru Bildiğimiz Yanlışlar ve İşe Yaramaz Sanılan İşler

Öncekilerden biliyorum, Ömer Açık kitaplarını okumak, tabiri caizse çekirdek çitlemek gibi, bir başladı mı elinizden bırakamıyorsunuz. Şöyle bir göz atayım diye ilk sayfayı çevirseniz, bakmışsınız ki kitabın sonu gelmiş hatta bittiğine üzülüyorsunuz. Yazarın yeni kitabı “Montsuzlar’ ı da aynı biçimde okudum, hem bir solukta hem heyecanla hem de gururlanarak ve gözlerime doluşan yaşları kovarak.

Tam, toplumda artık birey olduğunu ifade etmek isteyen gençlere göre bir roman Montsuzlar. Ömer Açık’ın diğer kitapları Menekşe İstasyonu ve Benim Babam Ömür Adam’a göre daha büyük yaşta okurlara hitap ediyor. Kitabın kahramanı Veysel, liseye yeni başlamış; Adana’da on yıldır, otoriter ve disiplinli yönetimiyle, iyi bir eğitim kurumu olarak tanınan Yunus Emre Lisesi’nde dokuzuncu sınıf öğrencisi. Yunus Emre Lisesi ise bu otoriter eğitim düzenini, öğrenciler arasındaki lakabıyla İbili’ye yani okul müdürü İbrahim Demirdöven’e borçlu.
Veysel’in ailesi Eşiyok’lar, iş yaşamında sürekli sorunlar yaşayan, doğru söylediği ve dürüst davrandığı için dokuz köyden kovulup “sürgün” edilen baba Eşiyok yüzünden şehir şehir dolaşmak zorunda kalmış. Adana’ya da üç yıl önce sürülmüşler. Mühendis olan baba Eşiyok ile şehir içi otobüs şoförü anne Eşiyok’un Veysel’den başka iki çocuğu daha var; Sevim ve Elif. Akşamları tüm aile, bir masa etrafında toplanıp çekirdek çitleyerek Sevim’in deyimiyle Çekirdek Terapi seansları sırasında sohbet edip dertleşiyor.

Yunus Emre Lisesi’nin şehrin her yerinde tanınmasının bir sebebi daha var; öğrencilerin giydikleri, okul tarafından dağıtılan, armalı montlar. Sene başında -her yıl olduğu gibi- dokuzuncu sınıflara verilecek olan montların dağıtımı sırasında, alfabetik sıralama yüzünden yaşanan adaletsizlik, romanın kahramanı Veysel’i dönem sonunda okulun da kahramanı yapıyor. Montsuzlar bu sürecin hikâyesi ve kitap adını buradan almış. Olaylar, mont alamayan öğrencilerden biri olan Veysel’in bütün sıralamaları kendisine göre yaptığımız, esasen hiçbir mantıksal nedene dayanmayan alfabetik sırayı sorgulamasıyla başlıyor. Harfleri böyle bir sıralamayla birbirinin peşine takmak kimin fikriydi acaba? Veysel ve arkadaşı Yelda düştükleri haksız duruma itiraz etmek niyetiyle okul müdürü İbrahim Bey’le görüşüyorlar ancak İbili’yle yaptıkları konuşma, beklentileri sadece anlaşılmak olan çocukları hiç de tatmin etmiyor, bilakis otoriteyi enselerinde hissetmelerine neden oluyor. Baskı, maruz kalanlar için gayrı meşru yolları bile meşru kılar. Birkaç hafta sonra söz konusu itiraz, tüm sınıflara gizlice dağıtılan bir “bildiriye” dönüşüyor. Bildiriyi yazıp duvar panolarına asarak düşüncelerini özgürce söylemek ve bir tartışma başlatarak eğlenmek isteyen Veysel’i tespit etmek okul idaresi için çocuk oyuncağı. Bu olay üzerine rehber öğretmen Ayla Hanım, olayın büyüyüp uzamamasını engellemek amacıyla Veysel’i kütüphanede sıkıştırıp tehditkâr bir konuşma yapıyor.

İnsanların özgürce düşüncelerini ifade edemediği bir ortamda herkes konuşmak, en azından uğuldaşmak için gözü pek birinin öncü olmasını bekler. Yunus Emre Lisesi’nde de ilk adımı atma cesaretinin gösterilmiş olması, olgunlaşarak patlama noktasına gelmiş, otoriteye karşı direncin ortaya dökülmesine sebep oluyor. Delinin kuyuya attığı taş yok sayılsa da suda yarattığı haleler genişliyor. Veysel’in başlattığı hareket, kartopu etkisiyle büyüyor,  öğretmenler ve öğrenciler arasında delikanlıyı gizli ya da açıktan destekleyenler çıkıyor. Veysel’in yazısından kısa bir süre sonra sınıf panolarına ve okulun birçok yerine yeni bildiriler, Aziz Nesin’in “Çocuklarıma” ve Can Yücel’in “El Tutuşa Tutuşa” şiirleri asılıyor. Okul idaresi içinse olanlardan sorumlu tutulacak tek kişi var: Veysel. Oysa kulüplerde yapılan etkinlikleri, başlatılan imza kampanyasını, münazarayı kısacası olup bitenleri Veysel de şaşkınlıkla ama bir yandan da düşüncelerinin başkaları tarafından paylaşılmasının gururuyla izliyor. Bu arada alfabetik sıralama mağduriyeti, okul takımlarının ve halk oyunları ekibinin okullar arası yarışmalarda son sıralarda yarışmaktan ötürü başarısız oluşlarıyla da yeniden gündeme geliyor. Okulda yaşananlar esasen Veysel’i olgunlaştırıyor, toplumda hakkını savunmanın ve düşüncelerini açıkça söylemenin bir bedeli olduğunu fark ediyor, sürekli şehir değiştirmelerine neden olan babasını yıllardır gereksiz yere suçladığını anlayarak ona hak vermeye başlıyor. Öğrencilerin çoğunluğu tarafından benimsenen, ifade özgürlüğü mücadelesi farklı biçimlerde sürerken esas taşı gediğine koyacak hamle yine, Edebiyat Kulübü’nün çıkardığı okul dergisi Donkişot’a zehir zemberek bir yazı hazırlayan Veysel’den geliyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de mücadeleyi gençlerin kazanacağını, onların kazanmasının yetişkinler adına kazanç olacağını aslında okul müdürü İbrahim Bey de biliyor.

Akıcı üslubu ve sağlam kurgusuyla okur gönlünü çarçabuk fetheden Ömer Açık’ın bu romanının da sıkı bir çalışma ürünü olduğu ortada. Kitabı okuyanlar, eminim iyi huylu, aslan yürekli Veysel’i pek sevecekler. Montsuzlar -bildirilerde yer alan şiirlere kadar- detaylarıyla ustaca işlenmiş bir roman. Kurgusal dönemeçler okuyucu üzerinde etki yaratacak biçimde hazırlanmış. Metnin mesajlarına hizmet edecek Çağlar Öğretmen ve baba Ekşiyok gibi karakterler, mücadeleci kişilikleriyle ele alınmış. Veysel’in duygularıyla ilgili anlatımlar, öğrenci gruplarının başlayan hareketi benimseyiş biçimi ve tepkileri bir eğitimci olan yazarın iyi bir gözlemci olduğunu ve ergen psikolojisinden de iyi anladığını gösteriyor.


Montsuzlar, aile içi ilişkilerde ve okulda dayanışma, adalet, disiplin, ifade özgürlüğü gibi kavramları sorguluyor. Hatta yazar bir ara projektörü okul kütüphanelerinin durumuna ve bunlardan yararlanan azınlığa bile çeviriyor. Eşiyok’larla demokratik ve ideal bir aile modeli ortaya koyulmuş. Otoriter tavrın tüm katılığına rağmen kitaptaki okul ortamının, idareci, öğretmen, öğrenci ilişkilerinin de gerçek hayattakinden daha medeni olduğunu burada belirtmeden edemeyeceğim. Uzun lafın kısası Montsuzlar, keyfi sebeplerle konulmuş, benimsenip kabul gördüğü için de sorgulanmamış kuralları gözden geçirmemize sebep olacak, gençlerin ve yetişkinlerin zevkle okuyacakları bir roman. Bu romanı içinde bir Veysel taşıyan herkes mutlaka okumalı. 

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.89'da yayınlanmıştır.

Montsuzlar, Ömer Açık, Günışığı Kitaplığı

Yaşasın! Kopenhag’ın Kedileri

Bir kargo paketinden daha, görmeyi çok istediğim kitaplardan biri çıktı. Joyce’un torunu Stephan, dedesinin mektuplarını alınca benim kadar sevinmiş miydi, bilemem. Ben, çiçeği burnunda bir yayın evinden –Hep Kitap’tan- çıkmış, oldukça iyi bir baskıyla hazırlanmış, bu tarihî kitabı Kopenhag’ın Kedileri’ni elime alınca pek heyecanlandım.

Kitap Ulysses, Dublinliler, Sanatçının Genç Adam Olarak Portresi eserleriyle tanınan, geçen yüzyılın büyük şair ve yazarı James Joyce’un dört yaşındaki torunu Stephan’a postayla gönderdiği iki mektuptan biri. Anlaşıldığı üzere aslında basılmak üzere yazılmamış. Joyce gibi imgesel, lirik şiir dilini çok iyi bilen bir dedeyle torunu arasındaki konuşmalara, zamanla kurulmuş özel iletişime ve çağrışımlara dayanan iki kısa öykü bunlar. Mektuplardan ilki Kedi ve Şeytan adıyla birkaç yıl önce İletişim Yayınları’ndan çıkarak okurla buluşmuştu. Kopenhag’ın Kedileri, ikinci mektup. Her iki mektubun çevirisini de Celâl Üster yapmış[1]. Bu kitabın illüstrasyonları ise Casey Sorrow’a ait.

Mektupların bulunma ve yayınlanma hikâyesi de ilginç. İlk mektup daha önce İngiltere’de farklı yayın evleri tarafından birkaç kez resimlenip basılmış. İkinci mektup ise 2006 yılında Joyce Vakfı’na bağışlanan bir bavul dolusu yıpranmış kâğıt arasında bulunmuş.

Joyce mektuplardan önce, o sıralar bulunduğu Calvados’taki Mer kasabasından 4 yaşındaki torununa, büyükleri atlatmak için Truva atı gibi küçük bir hileyle, içi şeker dolu bir kedi göndermiş. İlk mektup olan “Kedi ile Şeytan”ın girişinde bundan söz ederek gönderdiği Beaugency kedisinin hikâyesini anlatmaya başlar. Mektupların ikisinde de kedilerin yer almış olması, torunu ile Joyce’un bu sevimli kahramanları çok sevdiklerini ve onlardan konuşmadan edemediklerini bize düşündürür.

İkinci mektup olan Kopenhag’ın Kedileri, 5 Eylül 1936 tarihli. Yazar, Mer’den sonraki durağı Kopenhag’tan da bir mektup yollamakta ama maalesef bu şehirden Stephan’a bir kedi gönderememektedir, çünkü Kopenhag’da hiç kedi yoktur. Şehirde balık ve bisiklet dolu olmasına rağmen kediler ve polisler ortalıkta görünmez. Çünkü Danimarkalı polisler tüm gün evlerinde yatıp purolarını tüttürerek kaymaklı süt –yani çocukların hiç sevmediği bir şey- içerler. Öyküde Kopenhag’ın polisleriyle kediler arasında karşılaştırmaya dayalı bir ilinti kurulur, illüstrasyonlar da bunu destekler. Polisler evlerinde yata dursunlar kırmızı giysili postacılar evlere, mektuplar, telgraflar ve kartpostallar taşımaktadır. (Kopenhag’ın bu kırmızı ceketli postacıları Joyce’un epey ilgisi çekmiş olmalı ki yalnız bu mektubuna değil Finnegans Wake adlı eserine de bir kahraman olarak girmiş.) Joyce, postacıların taşıdıkları mektupların içeriğinden de bahseder. Burada hem torunuyla kurdukları imgeler dünyasına, hem daha önceki mektubunda söz ettiği hileli Beaugency kedisine hem de zannımca mevcut sosyal yapıya göndermeler yapmakta, otorite karşıtı eleştirel bakışını da hissettirmektedir. Joyce şehre bir dahaki gelişinde yanında bir kedi getirecektir, çünkü kediler Danimarkalılara polislerden buyruk almadan karşıdan karşıya nasıl geçileceğini ve polislere de nasıl davranmaları gerektiğini öğretebilirler. Üstelik kediler sepetler dolusu balık varken asla kaymaklı süt içmezler.

Kopenhag’ın Kedileri soyut ve sembolik dille kaleme alınmış, bir küçürek öyküdür. Her ne kadar minik Stephan’a yazılmış olsa da tam anlamıyla bir çocuk öyküsü olduğu söylenemez. Tabii hemen şunu ekleyelim, alegorik olarak kurulmuş bu eğlenceli öykünün mesajlarını çözebilmek için Kopenhag’ın Kedileri’ni tekrar tekrar okuyup üzerinde düşünmek gerek. Bu kitabı bir defa okumakla bitiremezsiniz.




[1] http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/joyce-cevirmeni-oldum-sonunda-350673

Tuba Dere, Ayraç Dergisi, s.89'da yayınlanmıştır.

Kopenhag'ın Kedileri, James Joyce, hep kitap

30 Ocak 2017 Pazartesi

Çantasızlar Kampı’ndaki Buluşma

Çocukluk çağlarının en güzel zaman dilimi hiç kuşkusuz yaz tatilleridir. Çocukların, arkadaşları ve akraba çocuklarıyla bir araya geldikleri, okulla ilgili sorumluluklardan sıyrılarak gönüllerince oynayıp eğlenebildikleri tatillerin tadı asla unutulmaz. İşte böyle, adı üzerinde, yükü ve sorumluluğu temsil eden “çanta”dan kurtulunmuş, özgürce yaşanan bir yaz tatilini anlatıyor Behçet Çelik’in ilk çocuk romanı Çantasızlar Kampı. Başındaki ithafa bakılırsa yazar, romandaki bazı hikâyeleri birkaç çocuktan ödünç almış ama kitabın konusu biz yetişkinler için bile ilgi çekici.

Romanın kahramanı olan beş afacanı yaz tatilinde bir araya getirmek, akrabaları olan Ufuk Amca’nın fikridir. Onlarla ilgilenmenin güçlüğünü ve çocukların bir araya geldiklerinde birer canavara dönüşebileceğini bilen ebeveynler onun bu fikrine itiraz etse de Ufuk, bu tatil planında kararlı ve isteklidir, ne kadar isabetli bir karar verdiğini de zaman geçince daha iyi anlar. Çocuklar farklı ailelerden gelirler. Kerem’le Defne yani ikizler Almanya’da yaşamaktadır, bu kamp onların yaz tatili için Türkiye’ye geldikleri zamana denk getirilir, dolayısıyla ikizler, aynı zamanda Ufuk ve ailesinin yatılı misafiridir. Vedat ve abisi Baran ayrıca Zeynep de Ufuk’la aynı şehirde yaşamaktadır. Onlar da Ali Dede’yle Ayşe Nene’nin evine gündüzleri misafir olurlar.

Ufuk, ilk günlerde çocuklara, grup ruhu kazandırmak için, birlikte bir ad bulmalarını önerir. Çocukların isim arayışları bile oyunlarında olduğu gibi çatışmalara neden olur. Sonunda Ufuk’un teklifi olan, “Çantasızlar” adı hepsi tarafından benimsenir. Çantasızlar henüz yolun başında bir kedi kurtarma operasyonuyla, gruptaki dayanışmanın ve beraberlik ruhunun farkına varırlar. Gün boyu birlikte olan çocuklar, önceleri bilgisayar oyunlarıyla ilgilenip her şey için tartışırlar, hatta bu tartışmalar içlerinden birinin ağlamasıyla sona erebilir. Çünkü çocuklar aralarında cinsiyet ve yaş ayrımının keskin olduğu yaşlardadırlar. Ancak daha sonra Akif Dede’nin evini ve bahçesini keşfetmek onların gündemini değiştirir.

Akif Dede mahallede, metruk bir apartmanda tek başına yaşayan; evi, bahçesi ve kendisi kimsesiz kalmış bir ihtiyardır. Çocuklar için apartmanlar arasında bulunan bir cennet gibidir onun bahçesi. Hele evinin karşısındaki boş daire, kısa sürede Çantasızlar için “yuva” adını verdikleri bir oyun mekânı hâline gelir. Ama apartmanın diğer sahipleri orasının yıkılıp yerine büyük bir bina yapılmasını istemektedir, çocukların gidip gelmesinden rahatsızlık duyarak boş dairenin kapısına bir süre sonra kocaman bir asma kilit vurur, dahası çirkin oyunlar oynarlar. Bu durum karşısında hayal kırıklığına uğrayan ve üzülen afacanlar, hep beraber Akif Dede’nin sorununa odaklanıp üzerinde kafa yormaya başlarlar. Asıl aralarındaki kaynaşma bundan sonra gerçekleşir ve heyecan burada başlar. Geçen süre zarfında çocuklar, birlikte oynamaya ve sorunlarını çözmeye de alışırlar. Yaratıcılık ve cesaretleri sayesinde durumla ilgili çözüm arayışları elbette sonuçsuz kalmaz, sürekli yeni fikirler üretilir, bu arada Çantasızlar’a en büyük yardım da çocukların en iyi arkadaşı kedilerden gelir. Korkusuzca atıldıkları macerada çocuklar Akif Dede’nin yeğeniyle aralarındaki gerginliğin giderilmesini ve evle ilgili isteklerinin gerçekleşmesini sağlarken, ağaçları, bahçeyi, çocukça düşleri de insan ve değer öğüten çarkların dişlilerinden kurtarmış olurlar. Bu, çocuklar için unutulmaz bir deneyimdir.

Emanet çocukların tehlikeli sularda dolaştığını öğrenen Ufuk, bir yetişkin olarak telaşlansa da çocuklardan öğrenilecek çok şey olduğunu bilir neyse ki. Bazen bir yetişkin kadar olgun ve akıllı olan Çantasızlar bazen de çocuk olduklarını kimseye unutturmayacak kadar çılgın davranabilirler. Her an yeni bir şeyle Ufuk’u ve diğer büyükleri şaşırtmaktan geri kalmazlar. Oyunları, aralarındaki tartışmalar, adalet anlayışları, grupça belirledikleri kurallar ve yaptırımlar, bunlara uymayana kestikleri ceza, sorunlara yaklaşım biçimleri hep yetişkinlere ders verecek niteliktedir. Yaratıcılıkları sayesinde kolayca kendilerine göre bir dünya yaratabililer, bir anda bir evcilik hatta bir kovboy filmi senaryosu yazıp oynayabildiklerini görürüz romanda. Yazar, çocukların dünyasına Ufuk Amca’nın gözünden bakarak yetişkinlerle çocukların sorunlara yaklaşımındaki farklılıkları ortaya koyar. Birkaç dakika önce yapılmış hararetli bir tartışma yahut kavga çocuk dünyasında, biraz sonra oynanacak neşeli bir oyuna engel değildir. Çocuklar küslüklerin üzerinden atlayıp yola devam edebiliyorlar, Ufuk da bu nedenle ara sıra “Keşke büyükler de…” diye başlayan cümleler kuruyor.  

Çantasızlar Kampı’nda dur durak bilmeyen çocuklukla yavaşlayan yaşlılık arasında bir ilişki ağı kurmuş Behçet Çelik. Hepimizin hasret duyduğu çocukluğumuza yüzünü dönerek eskilerle yenileri buluşturmuş. Romanda Akif ve Ali Dede’ler, Ayşe Nene, Ufuk ve çocuklar üçgeninde üç kuşak bir araya geliyor. Kuşaklar birbirlerinin hayatlarına, sohbetlerine tanık oluyorlar, aradaki mesafe kayboluyor. Ufuk, yaşlılarla çocuklar arasında köprü vazifesi görüyor. Çocuklar yetişkinlerin sevgi, anlayış ve hoşgörüsüyle kuşatılıyorlar; bu sayede kendi dünyalarının güzelliklerini, renklerini ve zenginliklerini ortaya koyup adeta büyüklere bir hediye gibi sunuyorlar. Bu nedenle Çantasızlar Kampı içimizi ısıtıp ruhumuzu ışıtıyor.

Bir yetişkin yazarı olan Behçet Çelik’in çocuklar için yazarken de başarılı olabileceğini gösteriyor bu ilk roman. Yazar kendine özgü bakışı, dili ve hikâye etme metoduyla, “çocuğa göre”liği iyi harmanlamış. Bence Çantasızlar Kampı’nı sadece çocuklar değil, yetişkinler de okumalılar. Zira birlik, beraberlik, barış ve dostluk adına çocuklardan öğrenilecek ne çok şey var.

Tuba Dere
Ayraç Dergisi s.87'de yayınlanmıştır.

Behçet Çelik, Çantasızlar Kampı, Günışığı Kitaplığı



26 Aralık 2016 Pazartesi

Denizde Geçen Hayatlar

Her yazarın anlatısının içimizde bıraktığı tat başkadır. Cemil Kavukçu öykülerini okuyup da onun gündelik yaşamı, sıradan insanları, dost meclisinde sohbet eder gibi anlattığı hikâyelerinin buruk tadını bilmeyen yoktur herhâlde.

Yıllarca gemide çalışmış Cemil Kavukçu. Buna rağmen geriye dönüp baktığında denizi konu edinen sadece on üç öykü kaleme aldığını görmüş. Farklı zamanlarda yazılmış ve her biri ayrı bir kitapta yer alan öyküler derlenince “Maviye Boyanmış Sular” ortaya çıkmış.

Bir zamanlar tayfa olma hayalleri kurmuş bir çocuk olarak heyecanla, adeta deniz kokusu duya duya aldım, Maviye Boyanmış Sular’ı elime. Biz yerleşik yaşayanlar için seyahat, geçici bir süredir ve eğlencelidir. Gezip gördüğümüz yerlerin tadını çıkarır, döneriz. Oysa sürekli denizde olmak ona kıyıdan bakanların anlayabileceği bir şey değilmiş. Hatta belki kitabın ilk öyküsü “Gemide”de anlatıldığı gibi ıssız bir adaya düşmekten beter, gerilimli bir yalnızlığı var denizin. Şeş cihet masmavi; deniz de gök de vahşi, üstelik bir kara parçası kadar güvenli ve güvenilir de değil deniz. Kavukçu, kitabın takdim yazısında uzun süre gemide kalan, statik elektrikle yüklenen denizcilerin sinir sisteminin harap olduğundan bahseder. Zannediyorum, hikâyelerin hazin tarafı burada başlıyor. Dağların güvenli duruşuna karşın, öykülerde sık sık tekrarlandığı gibi, denizde olmayı, denize açılmayı göze alabilenlerin hikâyesi anlatılıyor bu kitapta. Kitabın son öyküsü “Zaman Aynası”nda “Öğrendiğinde keşke bunları bilmeseydim, diyeceğin, geri dönüşü olmayan bir sırrı vardır denizin. Omuzlarına yüklenen, taşıyamayacağın, anlatmazsan rahatlayamayacağın, anlatırsan cezalandırılacağın bir yük.” diyor, ‘kendisinden olmayan her canlıya, her nesneye düşman’ deniz için.

Kavukçu’nun deniz öyküleri gemide türlü işlerde çalışanları, kaptanı, çarkçıbaşını, aşçıbaşını, kamarotu, kısaca bilmediğimiz bir yaşamı, ayrıntılarıyla dünyamıza getirir. İdris, Baha, İbrahim, adını bile öğrenemediğimiz ama denizdeki en büyük eğlencesi balık tutmak olan ve bu uğurda gemide keyfi arızalar çıkartıp, çıkan arızaları uzattığı için gemi mürettebatını kızdıran (bence komik ve sevimli bir tip) Çarkçıbaşı ve Eran Kaptan neredeyse tüm hikâyelerin ortak kahramanlarıdır. Bu durum müstakil gibi görünen öyküleri birbirine bağlar ve bir nehir öykü hâline getirir. Farklı zamanlarda yazılmış olsalar da öyküler arasındaki bağ, yalnızca temaya dayanmaz; bunlar zaten birbirini çağrıştıran, tamamlayan, örtüşen detaylarla kurulmuştur, dolayısıyla bir kitapta toplanmaları şaşırtıcı değildir ve kitaptaki sıralanışları da oldukça isabetlidir. Mesela insana benzeyen balık yani misafir yolcu, son öyküye kadar denizcileri takip eder. Çarkçıbaşı hikâyelerin tümünde ‘arıza çıkaran’ kahramandır.

Her öyküde bir başka olaya ve başka bir kahramanın serüvenine ışık tutulur. Metinlerdeki kurgusal yapı erkeklerin dünyası üzerine oturtulmuştur. Kadınlar uzakta yahut düşlerdedir. Aşk ve cinsellik de öyle. Hatta cinsellik, Eyyup’un Helga’sı gibi dramatik bir romantizm taşır ve yıllarca denizde dolaşan yalnız adamların kederini sadece bir nebze dindirmeye yarar. Balık tutmak, akşamları kamaralarında içmek gibi küçük eğlenceleri vardır deniz adamlarının. Yasak olsa da hepsinin odasında sakladığı içkisi ve kuruyemişi bulunur. Aralarında sert ve kıyıcı şakalar yaparlar.

Kitaptaki öykülerin hemen hepsinde olay, denizde geçer. Günlerce, gecelerce süren ne zaman sona ereceği genellikle bilinmeyen bir yolculuktur bu. Çünkü her şeyi deniz belirler. Yalnızca gemi bir koya demirlediğinde –ki bunun için fırtına olması yahut motorda bir arıza çıkması gerekir- kıyıya çıkıp nefeslenebilir gemiciler, kadınlarla eğlenip içer ve geri dönerler. Karaya çıksalar bile ‘denizde olmak’ hâli üstlerine yapışıp kalmıştır. Denizciler, denizin kurallarına uymayı öğrenen, bir anlamda ona boyun eğen ve aslında başka türlü yaşamak bilmeyen adamlardır. Karada bıraktıkları yakınları ile aralarında kocaman bir deniz vardır ve hayatları da denizle çevrilmiştir. Denizin ortasında ama hayatın kıyısında yaşarlar. Hatıralar tarafından kuşatılmış hafızaları onların hiçbir zaman tek bir zaman diliminde var olmalarına izin vermez. Bazen çıkılan bir kıyı kasabası yahut barda görülen bir kadın eski sevgilileri, hüsranla biten hikâyeleri hatırlatır. Denize aşkla bağlıdır denizciler. Hem korkarlar ondan hem de her türlü azabına rağmen ona doğru çekilirler. Kimileri için hüzünlü bir serüvenden kaçış, sığınaktır deniz, kimisi için bir hapishane. Çünkü bazıları Hurşit gibi, kara adamıdır. İşsizlik canına yettiği için denize düşmüştür Hurşit. Diğerleri gibi dayanıklı değildir. Bu yüzden Azrail’in nefesini ensesinde hisseder. Hatta kendine bir katil bile seçmiştir. Ondan kaçarken yakalanır, en çok korktuğu şeye.

Denizdeki hayatı ağırlaştıran bir türlü geçmeyen zamandır. Bir süre sonra zaman kavramı kaybolur, günler geceler tıpa tıp birbirine benzer. Buna bir de bir koya demirleyip uzun süre beklemeler eklenince her şey adeta kokuşur. Yazar bu durumu Balık öyküsünde “Davranış bozuklukları göstermeye başlamıştık. Yüzmeyen ya da yüzdürülmeyen bir gemide yaşamanın doğal bir sonucu olmalıydı bu.” diye anlatır. Bu ‘zamansızlık’ öykülerin kurgusal yapısına da yansımış. Pek çoğunda temel kavram olan gün ve geceden öteye gidilmiyor. Çözülmesi gereken problemler, büyük gerilim ve entrikalar bulunmuyor Kavukçu’nun deniz öykülerinde. Bu nedenle de yorumu okuyucuya bırakılan, açık uçlu bir sonla bitiyor çoğu. Ana çatı denizin insan üzerine çöken ağırlığı ile kurulmuş. “Eyyup”, “Telsizci”, “Kamarot” ve “Müjark” gibi öykü adlarına bakılınca zaten kurguların kişisel serüven eksenli oldukları tahmin edilebiliyor.

Kitaptaki öyküler bize aynı gözlemci anlatıcının dilinden aktarılır. Yalnızca buruk bir aşk hikâyesi olan “Mor Çiçekli Toka” ve “Müjark” öykülerinde anlatıcı, kahramanın kendisidir. Bu öykülerde kahramanın iç dünyasından ve duygularından söz edilir. Diğer öyküler ise daha çok izlenime dayanır. Çünkü anlatıcı “gözlemci” ya da “kahraman” hangi rolde olursa olsun deniz adamı değildir, yani gözlemlenen yaşama yabancıdır. Dolayısıyla bazı olayları en az bizim kadar şaşkınlıkla izler.

Maviye Boyanmış Sular’la denizin kokusu, dalgaları, tuzu, fırtınaları geliyor ruhunuza. Deniz tutuyor zaman zaman, deniz her şeyi yutuyor ve dünya ıssızlaşıyor. Kurgunun içerisine sıkıştırılmış ufak ayrıntılarla yüreğinize usul usul ince bir sızı sokuluveriyor. Kitaptaki öykülerin tümü aynı güçte olmasa da Kavukçu’nun bu öykülerde yarattığı kahramanlar canlı ve oldukça sahici. Sokağa çıktığınızda onlara rastlayamazsınız ama denize açılırsanız görebilirsiniz ve hepsini görür görmez tanıyacaksınız. Muhtemelen hikâyelerini fısıldamak için kendilerini dinleyecek okuyucuları bekliyor olacaklar.

Tuba Dere, Ayraç dergisi s.85'te yayınlanmıştır.

Cemil Kavukçu, Maviye Boyanmış Sular, Can Yayınları


21 Kasım 2016 Pazartesi

Ömür Adamın Oğlu Fiko


Yıllardır kargo paketlerini ve mektup zarflarını, içerisinden beni sevindirecek güzel şeyler çıkacağını umarak açarım. Son zamanlarda pek öyle sürprizlerle karşılamasam da bir umut işte… En zevklisi kitap ve dergi kargolarını açmak tabii. İçerisinde ne olduğunu bilseniz bile okumadıkça aslında bilemezsiniz. Yine heves ve heyecanla açtığım bir kargo paketinin içinden çıktı Ömer Açık’ın “Benim Babam Ömür Adam” kitabı. Ömer Açık adını yeni duyduğum bir yazar, Günışığı Kitaplığı’ndan yayınlanan bu ikinci kitabı.

Benim Babam Ömür Adam, bir kere dış görünüşüyle kalbimi fethetti. Kapak görseli ve tasarımı, başarılı illüstratör Sedat Girgin’e ait. Yazı karakteri, punto, baskı ve kâğıt kalitesiyle beraber Günışığı Kitaplığı’nın kitap ebatlarını çok beğendiğimi de belirteyim, bu sevimli kitaplar okuma iştahını kabartıyor insanın.

Bir çocuk kitabı elimin altında olur da durur muyum, hemen Fiko’yla tanıştım, merakla sayfaları karıştırırken bir de baktım ki okumaya başlamışım bile. Zaten Ömer Açık’ın okuru kitaba çeken oldukça akıcı ve sevecen bir üslubu var. Hele çocuk dünyasına ve diline uygun tasvirleri; insana yağmuru, çiçekleri, güneşi, kedileri sevgiyle kucaklatıyor.

Komik bir çocuk Fiko, asıl adı Fikri ama herkes ona kısaca böyle sesleniyor. Sekiz buçuk yaşında, ikinci sınıfa gidiyor. Yakında bir de kardeşi olacak. Diğer çocuklardan ne eksiği ne fazlası var Fiko’nun. Sadece okuma yazmayı ve konuşmayı biraz geç öğrenmiş. Öğrenmiş ama bir daha hiç susmamış. Bazen çok boşboğaz oluyor, palavralar atmayı, bire bin katarak anlatmayı seviyor. Tuhaf oyunlar, şakalar icat etmekte üstüne yok, mesela rüzgâr kovalamaya bayılıyor. Kendi kendine yarışmalar yapıyor, ara sıra bunlara babası da katılıyor. Bir de deyimlerin, mecaz anlamını kavrayamıyor -bu biraz da yaşının özelliği zaten- kelimeleri ve cümleleri gerçek anlamlarıyla anlıyor. Mesela arkadaşı İbo, açlıktan gözünün döndüğünü söyleyince Fiko, İbo’nun gözlerinin gerçekten döndüğünü zannediyor. Aynı zamanda, estetik duyarlıkları olan, dikkatli bir çocuk o; doğayı izlemekten keyif alıyor, ayrıca kendiyle barışık, yapılan şakalara alınmıyor. Ama kötü bir huyu daha var, biraz unutkan, hep eşyalarını kaybediyor.



Fiko’nun babası yani kitaba adını veren kişi, Ömür Bey; ‘çalı süpürgesine benzer’ bıyıkları olan bir adam. Gültepe Mahallesi’nde bir fırını var, eşi Zehra Hanım’la beraber bu fırını işletiyor. Sabahları erkenden kalkıp fırını açarak sıcacık, mis kokulu ekmekler yapıyor. “Elleri, parmakları, üstü başı, saçı ekmek kokar Ömür Bey’in. Hatta sesi ve rüyaları bile.” (s.88) Konuşmayı seven, neşeli bir adam Fiko’nun babası. Kapak görselindeki kırmızı sakallı adamın kim olduğunu merak ediyorsanız hemen söyleyeyim, o da Şair Amca. Ama şair falan değil, öyle bir yeteneği de yok. Yalnızca anne babası ona bu adı vermiş. Fırının karşısında bir kitap dükkânı var Şair Amca’nın. Kitapçının kedisi de eksik değil hani, adı da Safinaz. Yalnız Fiko, ondan biraz korkuyor. Şair Amca’nın kitabevinde yalnızca kitap satılmıyor, kütüphane gibi ödünç kitaplar da veriliyor, aynı zamanda bahçede kitap okuyanlara çay ikram ediliyor. Tam kitap kurtlarına göre bir yer anlayacağınız.

Fırınla Şair Amca’nın kitap dükkânı arasında dev bir dut ağacı var, bu ağaç kendisine gösterilen ilgiyi Şair Amca ve Fiko’ya borçlu. Bir gün ikisi beraber bu ağaca tırmandılar da ondan. O gün bugündür dut ağacının altına yerleştirilen tahta piknik masası mahallelinin uğrak yeri. Zaten Şair ile Amca Fiko’nun dostlukları da o gün başladı. Şair Amca ona hep “adamım” diye hitap ediyor, alıp evlerine götürüyor. Eşi Aliye onlara nefis limonatalar yapıyor.

Romandaki asıl olay, Fiko ile babası arasında geçen bir pazarlığın sonucunda gelişiyor. Okulların kapanmasına iki hafta kala Fiko babasından, yaz tatilinde doya doya gezebileceği bir bisiklet almasını istiyor. Babası bu fikre hiç sıcak bakmıyor. Çünkü Fiko önceki yıl, kendine alınan bisikleti orada burada unutmuş, kıymetini bilememiş. Sonunda Ömür Bey bir şartla bisikleti almaya razı oluyor, önce oğlunu denemek istiyor. Fiko babasının verdiği mor kuşağı iki hafta boyunca kaybetmeden, yanında taşıyabilirse bisikleti almaya hak kazanacak. Böylece bir anlaşma yapılıyor, baba oğul birbirlerine söz veriyorlar, hem de ‘kertenkele sözü’.

Mor kuşağı saklamak ve korumak zannedildiği kadar kolay değil Fiko için. İki hafta içinde yüreğini ağzına getirecek birkaç durum yaşıyor. Bir defasında Safinaz’ın haylazlığı yüzünden epey canı sıkılıyor. Ama durum, Şair Amca sayesinde çözüme kavuşuyor.

Bu arada epey bir zaman ailece Fiko’nun doğacak kardeşi için isim düşünüyorlar, sonunda bebek dünyaya geliyor ve ona Fiko’nun çok sevdiği bir dostunun adını veriliyor. 

Kitabın başarılı yönlerinden biri, sonuna kadar kurgusal temponun hiç düşmeden devam ediyor oluşu. Fiko, Ömür Bey ve Şair Amca, özellikleri iyi oturtulmuş karakterler. Fiko’nun palavracılık, sorumsuzluk gibi olumsuz özellikleri de yargılanmadan ama zararları ortaya konularak anlatılmış. Fiko toplumsal dışlanmaya maruz bırakılmadan, büyükler tarafından nasihat edilmeden, küçük eleştirilerle, ders çıkaracak durumlar oluşturularak yönetilip yönlendiriliyor. Kendisi de eğitimci olan yazarın, bu konuda iyi bir eğitim modeli ortaya koyduğunu da söyleyelim. Bu roman, sevimli kahramanları, su gibi akan üslubuyla Ömür Bey’in fırınından gelen ekmek kokuları gibi sizi çağıracak. Kitabı eline alan sevgili okurlar, Fiko’nun hikâyesini, mor kuşağın akıbetini de merak ederek eminim benim gibi bir çırpıda okuyacaklar ve onu tanıdıklarına memnun olacaklar.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.84

Ömer Açık, Benim Babam Ömür Adam, Günışığı Kitaplığı

3 Ekim 2016 Pazartesi

Tatilde Gümüş Göl’e Gidelim

Yeni çıkan kitapları tararken bir dizi kitap dikkatimi çekiverdi. Erdem Yayınlarını takip edenler, yayın evinin taze okurlar için hazırladığı kitapları ve masalları bilirler. Gakgukların Maceraları ve Keloğlan Masalları ile üslubunun doğallığını, renkli kurgu dünyasını sevdiğim Melike Günyüz’ün yeni masallarla okur karşısına çıktığını görünce hemen incelemek istedim. Günyüz, ilk yazarlık deneyiminden bu günlere taşıdığı on kitaplık masal setine“Gümüş Göl Masalları” adını vermiş.

Kitapları elime alınca tanıdık bir kahramanla, Timsah Temsi’yle karşılaştım. Birkaç yıl önce başka bir kitap serisi içerisinde tanışmıştım onunla. Bu masal seti hakkında kaleme aldığı içtenlikli yazıdan anladığım kadarıyla yazar da Gümüş Göl sakinlerinin hepsiyle zaman içerisinde tanışmış ve her birinin macerasını uzun zamana yayarak yazmış.

Gümüş Göl’de yolculuk, Timsah Temsi’nin diş ağrısıyla başlıyor. Her kafadan bir ses çıksa da onun derdine deva bulmak için Gümüş Göl ahalisi seferber oluyor. Çünkü tüm farklılıklara rağmen herkesin birbirine dost olduğu bir yer Gümüş Göl. Kahramanlar, özel isimleri ve kendilerine ait kişilik özellikleriyle oldukça dikkat çekiciler. Duyup gördüklerini Gümüş Göl sakinlerine anında iletmekle görevli, haberci Teli Kopter ve hemen her durumda serinkanlı ve aklıselim davranabilen Kaplumbağa Bilgeduruş, Gümüş Göl’ün ileri gelenlerinden.  Ama Gümüş Göl’de kimler kimler yok ki? Kendisine oyun arkadaşı arayan kurbağa Şıpır ile arkadaşının söylediklerini tekrarlayan Vızır’ın arkadaşlığını mı, anaç Cırcır böceğinin macerasını mı, Tombalak Fil’in göl kenarında sabah sporu yaparken kendi özelliklerini keşfedişini mi okumak istersiniz? Yoksa canı sıkıldığı için değişiklik arayan ve ne yiyeceğine karar veremeyen Timsah Temsi’ye yardımcı olmayı mı, durmadan kükreyen üç aslan yavrusu Mavi Yele, Sarı Yele ve Siyah Yele’nin gürültüsüne çözüm bulmayı mı tercih edersiniz? Belki siz Teli Kopter’in yaydığı yanlış haber yüzünden mağdur olup yalnız kalan Tıstıs Yılan’a Kaplumbağa Bilgeduruş’tan evvel yardımcı olabilirsiniz ya da Keseli Peli’nin şampiyonluğa giden hikâyesini, Yangelir Yengeç’in Tortop Tosbağa’ya verdiği dersi merak ettiniz. Bu on kitaptan birini seçebilirsiniz. İyi yürekli ve yardımsever Gümüş Göl ahalisi maceralarıyla minik okurlarına dostluk, aile, yardımlaşma, dürüstlük, güven, af dileme ve bağışlama gibi değer ve kavramlarla ilgili dersler de veriyorlar.


Bu on kitap arasındaki kurgusal uyum ve bütünlük de takdire değer. Yeni okumaya başlayan çocuklar için oldukça ideal bir kitap seti Gümüş Göl Masalları. İyi bir yaz tatili kitabı da olabilir. Kitaplar ‘çocukça’ görselleriyle de minik okurların gönlünü fethedeceğe benziyor, illüstrasyon Gülnar Hajo’ya ait. Her kitabın başında etkin okuma deneyimini teşvik edecek ve okuru metne hazırlayacak sorular yer alıyor. Ayrıca kitap sonunda da masal değerlendirme soruları var. Hem kurgusal hem görsel ve metinsel yoğunluk yaş düzeyine gayet uygun. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, Gümüş Göl sakinlerini ben pek sevdim, her birinin macerası bir yudum su gibi tatlıydı.

Tuba Dere- Ayraç Dergi s.82'de yayınlandı.

Gümüş Göl Masalları- Melike Günyüz, Erdem Yayınları