26 Aralık 2018 Çarşamba

Arzular mı Yaralar mı Tutkular mı?


Ayfer Tunç yine bitirmeye kıyamadığım, bazı bölümlerini demlendirerek, döne döne okuduğum bir roman yazmış. Ağır, sancılı, adı gibi uzun bir kitap, Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura. Diğer Ayfer Tunç romanları gibi çok katmanlı, bol hikâyeli. Baştan söyleyelim, Âşıklar Delidir’de rüya gibi bir aşk yok, aksine adına aşk bile denilememiş duygular, âşıkları birbirine çağıran derin yaralar, beklenmedik anda ortalığa dökülen sırlar ve suçlar var. Sonra, yaşarken benzerlerine sık rastladığımız kahramanlar, aile ilişkileri (borçlular ve alacaklılar) gerçek anlar ve olaylar, hastalık ve ölüm velhasıl bizzat hayat var.  

Tunç son romanında pek çok bakımdan ustalığını ortaya koymuş, kitabı ince ince işlemiş. Romanın teknik kurulumu ilginç, iki cepheli: “Yazı” ve “Tura”. Yazarın Suzan Defter’de kullandığı tekniği andırıyor. Yazı’da olayları Umut’un anlatımıyla, Tura’da Sanem’in dilinden okuyoruz. Son bölümdeyse aşka yakışır bir biçimde, iki âşığın sesi birbirine karışıyor, neredeyse sayıklamalara, tek bir sese dönüşüyor. Yazı’daki bölümler tek sayılarla, Tura’dakiler çift sayılarla adlandırılmış, dolayısıyla kitap baskıdaki sırasıyla okunabileceği gibi önce Yazı’dan, sonra Tura’dan şeklinde de okunabilir. Yazar kurgusunun ana kahramanları, Umut ve Sanem için kendilerine özgü iki farklı üslup ve ses yaratmış. Özelikle Sanem’in ruh hâli, içindeki boşluk ve parçalanmışlığı, yapısal olarak alt alta dizilmiş, tekrarlardan oluşan kesik cümlelerle görünür kılınmış; bazen hıçkırıklara boğulur gibi konuşuyor Sanem.

Benzerlikler, zıtlıklar ve çatışmalar romanı, Âşıklar Delidir. Sanem ismine rağmen ailesinde değer görmemiş, el üstünde değil, hep el altında tutulmuş; yaşamı bile lütfedilerek verilmiş, hayatında iyi şeyler kaybolmuş bir kız. Umut “gül gibi sevilmiş”lerden ama adına rağmen yaşamı umutsuz ve geleceksiz. İkisi de “acı familyası”ndan. Farklı sebeplerle akan yaşamı bırakıp ölümün kıyısına çekilmişler. Umut’un Sophie’si var; Sanem’inse geçmişten getirdiği derin yaraları. Umut (daha önce annesinin yaşadığı gibi) beyninin belli bölümlerinde hasar oluşturarak bedenini ele geçirmeye hazırlanan ölümcül genetik hastalığına (Huntington), kaçmak istese de kurtulamayacağı kaderine Sophie adını vermiş. Hastalığıyla ilgili bir araştırma için gittiği New York’ta, barda tanışıyor Sanem’le. Görür görmez birbirlerine yakınlık duyuyorlar. Aralarında büyük bir aşkın, derin tutkuların doğması için koşullar baştan hazır. Sanem, birine güvenmenin, düşecek olursa kendisini tutacak birinin yanında olmasının ne demek olduğunu ilk kez Umut’la tadıyor. Umut zamanın kendisi için kum saatinin içindeki kum taneleri gibi (kitaptaki 24 bölüm gibi) sayılı olduğunu ve hızla aktığını biliyor. Sophie’nin eline düşmüş bile olsa kısacık yaşamında kendisine bir tutku yaratıyor.

Birlikteyken hayat iki âşık için de başka anlamlar kazanıyor. Ancak kısa bir süre sonra ayrılıyorlar, Umut bir daha dönmemek üzere İstanbul’a gidiyor. Orada ölecek. Sanem’se o gittikten sonra yavaş yavaş tükeniyor. Birbirleriyle sürekli yazışıyorlar. Ama ne Umut çöküşünü Sanem’e göstermek istiyor, ne de Sanem bunu görmek isteğinde. Olmamış şeyler olmuş, olanlar olmamış gibi davranıyorlar. Amaçları başkalarını kandırmak değil, yalnızca kendilerini avutmak. İkisi de hikâyelere tutunarak yaşıyor. Sanem Umut’tan önce sahte CV’ler hazırlayarak iş bulmuş, kendine başka isimler, başka hayat hikâyeleri uydurmuş; Umut da uydurduğu hikâyeleri anlatıyor ailesine.


Bir geçmiş zaman romanı Âşıklar Delidir. Kurgunun anlatım zamanı, Umut’un Türkiye’ye dönüşünden yani ayrılıktan sonra başlıyor. Ancak bu katmanda akış kısıtlı, hikâye durağan ve yalın. Umut evine dönüyor, hastalığın beklenen üç belirtisi görülüyor, bu sırada aileyle ilgili sırlar açığa çıkıyor, Sanem’le yazışmalar devam ediyor, her iki taraf da şiddetli ayrılık acısı çekiyor ve muhtemel sona doğru geliniyor. Son bölüme kadar yazar, okurunu anlatım zamanına mesafeli tutmuş. Romandaki olay zamanı oldukça derin ve geniş, geriye dönüşler ve zaman sıçramalarıyla aktarılan geçmiş, şimdiki zamandan çok daha yoğun. Sık sık Umut’la Sanem’in Amerika’da birlikte ve ayrı geçirdikleri zamanlara, iki âşığın çocukluklarına, diğer kahramanların hayatlarına ve gündelik yaşamlarına gidiliyor.

Kurguda Umut’la doktoru, Umut’la Stephan, Cathy’le kızı Lisa, Sanem’le Eda, Sanem’in annesiyle anneannesi gibi çok sayıda ikili ilişki var. Ayrıca Umut’un annesiyle babası, abisiyle Sedef, Sanem’in ilk aşkı, Stephan’la Yaşiko, Eda’yla Araş gibi başka kahramanlara, başka zaman dilimlerine ait hikâyelerle aşka ve ilişkilere bakış çeşitlenmiş. Ama bu hikâyelerin hiçbiri mutlu değil, hepsi siyah beyaz, kapıları yalnızlık ve çaresizliğe açılıyor. Sanem’in marazi ilk aşkından geriye ağır bir acı ve utanç kalmış. Umut’un anne babasının aşk hikâyesi suçlarla ve keskin bir acıyla gölgelenmiş.

Umut Amerika’da sayfanın bir yüzüne kendine, bir yüzüne Sanem’e yazdığı –sonunda yaktığı- bir defter tutuyor. Teknik olarak kurguyu iki bölüme ayıran “yazı/tura” romanda farklı biçimlerde kullanılmış bir imge. Yazar bu yolla “neden ben?” sorusunu gündeme getirip kaderi sorguluyor. Ayrıca anne-kız, baba-oğul ve aile ilişkileri de bu bağlamda irdeleniyor. Çocuklar anne-babalarının kaderini mi yaşıyor, onların yaptığı hataların bedelini mi ödüyor? Sophie yüzde elli ihtimalle evli ve çocuklu abisini değil Umut’u buluyor. Sanem sevgi dolu bir ailede değil, berbat bir evde doğuyor. Ablasının değil Sanem’in çocuğu yaşıyor. Kader bizi seçiyor ya da biz ihtimallerden birini seçiyoruz. Neden? Yazı/tura.

Kitabın dramatik çatısını oluşturan, hastalık ve ölüm temasını, Yazı bölümünde, hastalığın belirtileriyle birlikte acının dozunu arttırarak geliştirmiş Tunç. Tura’da da seyir bu akışa paralel. Bölüm numaralandırması (önce Yazı’dan, sonra Tura’dan okunduğunda) okurda Umut ve Sanem’in aşkının birbirinde yankısını bulması gibi bir beklenti yaratsa da kitap istenilen aşk hikâyesini bir türlü vermiyor. Tura yazıya karşılık değil çünkü, madalyonun öteki yüzü. Herkes aşkı kendince yaşıyor. Aslında Umut’un ve Sanem’in yüzleri birbirlerine değil kendi içlerine dönük. Acıyla başı önüne düşmüş, hevesleri, hayalleri kırılmış iki insan onlar. Romanda her iki cephede de olayların, duygusal ve düşünsel yankısı oldukça tekil/bireysel. Neredeyse tüm kahramanlar mutlak yalnızlığın içinde yüzüyor, sadece birbirlerinin hayatından kısa temaslarla geçiyorlar. Bunu bilerek yapıyor Ayfer Tunç. Muhtemelen okuruna hayat ve ölümün karşısında aşkın nerede durduğunu ve ne olduğunu sorgulatmak istiyor. Öyleyse aşk dünyadaki yalnızlığımızı ve çaresizliğimizi gidermenin bir yolu mu, diye sormadan edemiyor insan.

Romanda sosyal ve siyasi meseleler, etnik çatışmalar da Umut’un babasının işi, ırkçı Amerika’da kendini yabancı hisseden yersiz yurtsuz Rkuye gibi konular üzerinden tartışılıyor. Sanem’in anneannesinin hikâyesiyle ilgili sır da sanırım böyle bir yaraya parmak basmak üzere kurgulanmış. Aslında Sanem de kendi toprağında, evinde var olamamış, hiçbir yere ait olmayan insanların kederini taşıyor. Umut’un abisi, Eda, Stephan gibi karakterler romanda çatışmalarıyla birlikte verilmiş. Bir de yalın kat iyiler ve kötüler (Sanem’in abisi, Lisa gibi)  var, ayrıca Larry ve Mustafa gibi arada olanlar. Sanem’in birlikte çalıştığı Mustafa, duruma göre değişen, işbilir bitirir kişiliğiyle günümüzün makbul insan tipini temsil ediyor ve romanın bu sahici atmosferinde pek sakil ve sığ duruyor.

Âşıklar Delidir göndermelerinin zenginliği ve çeşitliliğiyle de dikkat çekici. Edebiyat ve müzikle ilgili göndermelerin peşinden gidildiğinde kitap yelpaze gibi açılıyor. Romanda bahsi geçen şarkıların anlam ve melodi olarak içine yerleştirildikleri an’la sıkı örtüşmesi benim gibi tutkulu okurları mest edecek. Romanı daha iyi anlayabilmek için yazarın sık sık sözünü ettiği Max Fisch’in Montauk romanına, Fisch ve Lynn’in ilişkisine de bakmak gerektiği kanaatindeyim, zira yazar geleceksiz aşk fikri başta olmak üzere, üslup ve kurgu olarak bu romandan etkilenmiş görünüyor. Stein’in şiirine yapılan göndermeler de kurgunun felsefi derinliği açısından önemli.

Roman aşka ve deliliğe bilindik mânâda yorum ve yaklaşımlar getirmiyor. Kurgu hayat kadar gerçek. Başta söylemiştik, Âşıklar Delidir’de anlatılan, çılgınca ve soluksuz yaşanan, gözü kör bir aşk değil. Zira sonunda zaten ölüm var. Ancak romanın bitimine doğru iyice anlıyoruz ki aralarında aşk tanımlanmamış, hiç vaat edilmemiş olsa da Sanem, Umut için ismiyle müsemma sanem olmuş; Umut, Sanem için sahiden umut. Gülün adı gül olmasa bile “bir gül bir güldür” zira. Aslında çok bencilce ama tüm faniler şu kısacık hayatta birileri tarafından çok sevilip iz bırakarak gitmek istiyor. Geride kalan “Ya’aburnee” diye seslense de…
Tuba Dere- Arka Kapak dergisi s.33'de yayınlanmıştır. 
Ayfer Tunç- Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Can Yayınları, 2018

Balada para mi muerte. "Beni sıkı sıkı tut içinde, ölümü hissediyorum."
Âşıklar Delidir s. 256





16 Mayıs 2018 Çarşamba

Değişen İnsanın Dili: Sibop


Geçtiğimiz yılın bol kahkahalı romanlarından biriydi bence Sibop. Romanı merakla, güle eğlene, bir solukta okumuştum. Yakın bir tarihte kitabı yeniden gözden geçirdim. Çünkü öyküleriyle tanıdığımız Başar Başarır’ın ilk romanı Sibop, ikinci kez yazarına -bu defa roman dalında-  Yunus Nadi Ödülü getirdi.
 
Başarır romanında sanattan, bilimden, teknolojiden, mekanikten az çok anlayan, yeri gelince hepsinin terminolojisini laf ebeliğine seferber eden, bilmiş ama bir baltaya sap olamamış bir karakter yaratmış: Orhan. Argoda, uygun olmayan bir ortamda yapılmaması gereken şeyleri yapan anlamına gelen sibop da Orhan’ın lakabı. Yazar neden kitabına böyle bir isim seçmiş? Önce tuhaf geliyor (Hamdi Alkan’ın Gazman tiplemesini çağrıştırıyor), okudukça sebepleri kavrıyorsunuz. Kitabın aşağı yukarı klişe bir kurgusu var. Orhan, Hukuk Fakültesini bitirdiği hâlde, adalete inancını kaybettiği için avukat olamayan, evde ablasının kurduğu şirket üzerinden para kazanmaya çalışan, diplomalı bir işsiz. Annesi gibi baskın bir karakter olan ablası Nebahat’le aynı evde yaşıyor. Ara sıra onlara konuk olarak gelip gitmek bilmeyen, iyi saatte olsunlara karışmış bir de halaları var (kitabın bence en renkli tiplemesi). Çok karışanlı bir hayat Orhan’ınkisi, evdeki mevcut kadroya laf yetiştirmek yetmezmiş gibi mezarından vara yoğa söylenen annesine de ara sıra dil dökmesi gerekiyor. İnsanlardan korkmak, onlara iyi davranamamak, bir de hazır cevaplık Orhan’la Nebahat’e anneden yadigâr. Zaman zaman kara mizaha da dönüşebilen mizah anlayışı ise Orhan’ın uyum sağlayamadığı hayata katlanabilme biçimi.  

Kendisini “Cihangir çiyanı”, “acemi kolpacı” olarak nitelendirse de iyi bir adam Orhan, hiç gizlisi saklısı yok, ne varsa dilinde; kimseye bir faydası dokunmuyor ama zarar da vermiyor, hayatta kaybettiğini baştan kabullenmiş, belki de aşkta kazananlardan olmaya çalışıyor. Bir gün feysbuk yoluyla tanıştığı Aslı’yla, ne olduğunu anlayamadan evleniveriyor. Evliliklerinin ilk günleri aşkla dolu, mutlu, umutlu geçiyor, ancak kısa bir süre sonra Aslı ortalıktan kayboluyor. Evlilikten önce bir evin tenhalığında, etliye sütlüye karışmadan yaşayan Orhan’ın hayatı, karısının kaybolmasıyla birden arapsaçına dönüyor. Ayrılık yüzünden acının dibine vurması bir tarafa, hayatına beklenmedik olaylar ve insanlar giriyor. Orhan Aslı’nın kayboluş sırrını çözüyor ama bu arada kendini tutamayıp Sami Abi’nin önünde ağlayınca adı “Sibop Orhan”a çıkıyor. Olaylar zincirine acemice işlenmiş, bir yandan da komik, Necip Tekbulut cinayeti ekleniyor; işin içinde büyük paralar dönüyor, olan bitenin aslında Aslı’nın babasının yani eski tiyatrocu Kerim’in hikâyesine dayandığı anlaşılıyor. Yazar kurgunun temelinde yatan geçmiş olayları okura, kronolojik akış içerisine yerleştirdiği geriye dönüş bölümleriyle aktarıyor. Bu işte karı-koca-kardeş tiyatrocuların (bize ünlü tiyatrocu bir aileyi hatırlatıyor), müvekkilinin aile sırlarına vakıf, her türlü dolabı çevirmeye müsait avukatların, Şükrü Yosun gibi yeni türedi, ensesi kalın inşaat zenginlerinin, mafyanın parmağı var. Olaylar barda tehdit, haneye baskın gibi polisiye film sahneleriyle renkleniyor. Hikâye, onlar ermiş muradına denebilecek bir sonla nihayetleniyor. 

Sibop’ta evlere şenlik tipler var: Detay Haşmet, Sami Abi, Yosunlar İnşaat’ın sahibi Şükrü Bey gibi üç kâğıtçı tipler, dünya batsa üste çıkmanın yolunu bulacak Tekcan gibiler, yerinden kalkmadan âlemi takip eden Nebahat gibi internet bağımlısı bilgeler, Şule ve Oruç gibi işini bilen ama aydın geçinen ünlüler; özü, sözü bir Başrol Hamdi ve karakter oyuncusu Kerim gibi düzgün adamlar, konuşup kendi derdini anlatamayan, okura hep Orhan aracılığıyla aktarılan Aslı gibi masumiyet abidesi kadınlar. Kamu malını kişisel çıkarları için kullanmaya teşebbüs edenler, amaçlarına kutsal ideal süsü vermiş menfaatçiler, doğru söylediğini iddia eden yalancılar, kısaca iyiler ve kötüler var. Yazar, memleketin son model insan profilinin karakteristik tiplerinden bir derleme yapmış. Kişilerdeki bu seçim, romanı hem çok sesli hem de çok renkli kılmış. İlginçtir, romanda farklı çevrelerden, farklı kişiliklerde birçok kahraman yer alıyor, her birinin kendine özgü bir sesi var. Yazarı öncelikle gözlem yeteneğinden ve tespitlerindeki isabetten ötürü kutlamak gerek. Kurgunun kronolojik ve geriye dönüşlü anlatım zamanları kendine ait bir atmosfer derinliği taşıyor. 70’li yılların anlatıldığı bölümler dönemin ruhunu, o günkü insanın yaşam biçimini, dünya görüşünü ve ahlak anlayışını yansıtarak okura günümüzle geçmişi kıyas şansı veriyor.


Kitabın en orijinal yanı, hiç kuşkusuz dili. Başarır romanını popüler bir üslupla, sosyal medya diliyle (buna youtuber ağzı mı desek?) örmüş. Anlatıya yer yer kabalaşan, iğrençleşmekten çekinmeyen, sert, eril, argo bir dil, küfürbaz bir erkek sesi hâkim. Önüne gelene öfkelenen, rahatça kabalaşıp sövebilen, ikiyüzlü davranmaktan çekinmeyen günümüz insanının farklı toplumsal katmanlardaki temsilcilerini görüyoruz Sibop’ta. Barmeni de büyük şirket patronu da mafyası da aydın geçineni de aynı dille ‘konuşuyo’. Üstelik bu üslup yalnızca diyaloglarda ortaya ‘çıkmıyo’, romanın anlatım dili onun üzerine kurulmuş. Olaylar Orhan’ın iç konuşmalarıyla aktarılıyor, bir anlamda yazar okurla sohbet ediyor. Bizzat Orhan’ın üslubu bu; imlayı hatta kesik, kopuk cümleleriyle grameri bile zorlayan bir Türkçe. Kitabın bir yerinde kahramanına “…beni ve bozuk ağzımı bağışlayınız. Açık saçık konuşuyorsam, derdimi açık seçik anlatabilmek içindir.”[1] dedirterek okurdan özür dilese de bu anlatım dili, yazarın bilinçli seçimi. Başarır edebi olmayan bir dille bir edebiyat eseri yazmış. Dikkat edilirse geçmişin tozlu sayfalarına dönüldüğünde üslup birden değişiyor. Sanırım bu noktada, kuralları ihlal ederek değişen, başka bir anlaşma biçimine dönüşen bu dilin yaşamımızı nasıl biçimlendirdiğine bakmak gerek. Kullanılan dil, zihniyetin temsilcisidir. Böyle düşününce kitabın ismini de bir gönderme saymak mümkün. “Reytingini düşük bulmak”, “RT almak” gibi güncel tabirlerin yanı sıra Orhan’dan ve halasından işittiğimiz yerel atasözü ve deyimlerin anlatımı zenginleştirdiğini de söylemeden geçmeyelim.

Yazar romanında öncelikle adalet olmak üzere aşk, aile, etik, şehircilik, mimari, sanat ve tiyatro/oyunculuk gibi kavramları ironiyle sorgulayıp yorumluyor. Aslı ile Orhan’ın evlilikten beklentileri de kadın ve erkeğin ayrıştığı noktaları göstermek bakımından manidar. Zaten Aslı’nın masumiyeti ve idealizmi (babasının vasiyetine karşı gösterdiği hassasiyet) de Orhan için yabancı. Çünkü Orhan akışın dışında kalsa bile bugünün insanı. Sibop bence, erdemli olsa da çalışmayı ve savaşmayı göze alamadığı için hayatın kıyısında kalanlarla ‘anasının gözü olmadığı’ için susturulan masumların, ekonomik ve siyasi gücü ele geçirerek dilediğince at koşturanlara karşı verdiği sessiz mücadeleyi anlatıyor. Savaşın kazananı baştan belli ama sonunda adaletin tecelli edeceğine de güvenmek gerek. Kaybetmiş gibi görünen taraf ise evinde, huzur içinde, deli gibi sevdiği karısının yanında içkisini yudumluyor ne de olsa “galip sayılır bu yolda mağlup”.



Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.102'de yayınlanmıştır.

Başar Başarır, Sibop, Can Yayınları





[1] Sibop s. 165

23 Ocak 2018 Salı

Wagner’in Laneti

Hakkında yıllardır yapılan büyük yazar mı değil mi, Nobel alacak mı almayacak mı tartışmaları Murakami’nin kalbimdeki yerine gölge düşürememiştir. Ne zaman Murakami okusam kitaplarının içinde basitçe söylenivermiş derin şeyler buluyorum, içimde ürpertili bir hayranlık uyanıyor. Onun dokunuşuyla başkalaşmış bir sıradanlık, bir nevi hikmet arayışı gibi, beni sorular uçuşan buğulu bir boşluğa çekiyor. Söylemek istedikleri olduğunu seziyorum ama hedefin sapmaması için bazen uzunca düşünmem gerekiyor.

Kısa bir süre önce Doğan Kitap, bir Murakami çevirisi daha yayınladı. Hiç Murakami okumamışlar için iyi bir fırsat, Fırın Saldırısı. Büyük puntolu, bol görselli, usta işi bir öykü. İllüstrasyonları Kat Menschık hazırlamış, bunlar da kitaba kısa film tadı veriyor. Öykünün defalarca okunabilecek, üzerinde tartışmalar ve teknik çalışmalar yapılabilecek, masalsı ve sıra dışı bir kurgu olduğunu hemen söyleyelim.

Metin iki bölümden oluşuyor; adını öğrenemediğimiz öykü kahramanı, gençlik yıllarında yaşadığı bir açlık krizi sırasında arkadaşıyla suç işlemeye teşebbüs eder, birlikte bir fırına saldırırlar. Yazar daha başlangıçta olayın felsefesini de anlatıya katıyor: “Aç karnımız değildi bizi suça götüren, suçun kendisi açlık olarak dayatıyordu kendini.” Fırın saldırısı kahramanla arkadaşının planladığı gibi gitmez, önce epey bir süre yaşlı bir kadının alışverişini bitirmesini beklerler. Sonra saldırgan tavırlarına ve beş parasız olduklarını söylemelerine rağmen fırıncı onlara istedikleri kadar ekmek alabileceklerini söyler. Karşılığında yalnızca onları lanetleyecektir. Bu, bir hayal kırıklığı yaratır; çünkü iki arkadaş suç işlemek için harekete geçmiştir, kimsenin iyi niyetine ihtiyaçları yoktur, lanetlenmek de istemezler. Ama zorla almanın getireceği güç, fırıncının ikramıyla ezici bir mahcubiyete dönüşmek üzeredir. Fırıncı ile aralarındaki pazarlık neticesi kahraman ve arkadaşı bir değiş tokuşa razı olup ekmek karşılığında fırıncıyla birlikte Wagner dinlerler. Önce hiç farkına varmazlar ama Wagner dinlemek onları etkilemiştir. Fırıncı ekmeklere karşılık onlardan ne almıştır? Wagner’in propagandasını yapmakla eline ne geçmiş olabilir? Yoksa sahiden bu, bir lanet midir?

Öykünün kahramanı yıllar sonra evlenir, karısıyla şiddetli açlık çektikleri bir gece aklına yıllar evvel yeltendikleri suç gelir. Olayı öğrenen karısı, uğramış oldukları lanetten ancak tekrar bir fırın saldırısı gerçekleştirirlerse kurtulabileceklerini savunur. Yaşadıkları şiddetli açlığın nedeni budur. Öykü bundan sonra saçma ve anlamsız denebilecek bir sona doğru ilerler. Kahramanla karısı gece yarısı açık fırın bile bulamadıkları için saldırdıkları McDonald’dan aldıklarıyla karınlarını doyururlar. Bir çeşit tamamlanma ve lanetten kurtuluş mu gerçekleşmiştir, bilinmez.

Murakami’nin diğer kitaplarında olduğu gibi bu öyküsünde de müziğe açılan büyük bir kapı bulunuyor. Öykünün ana metaforlarından biri, Wagner’in uvertürleri. Üstelik kurgu, Uçan Hollandalı ve Tannhauser uvertürlerinin dayandığı lanete de gönderme sayılabilecek biçimde oluşturulmuş. Öykü gerçekliği yaşlı kadının alışverişi, kahramanla karısının yaşadığı açlığın tarifi, McDonald’da çalışanların davranışları ve uyuyan çift gibi detaylarla bozunuma uğrayarak büyülü bir hâl alıyor. Fırıncının hikâye kahramanına yaptığıyla Murakami’nin okura yaptığı esasen birbirine çok benziyor. Yazar bu öykünün kurgusuyla içimize ne zaman açacağı belli olmayan bir tohum bırakıyor, fırıncının saldırganların içine bıraktığı öz gibi. Ruhu aşağı çeken bir suçun açtığı yarayı ve sefaleti insanı yücelten sanattan başka ne onarabilir ki?

Fırın Saldırısı nefis baskısı ve cildiyle büyük puntolu, resimli kitapların çocuk kitabı olduğuna dair koşullanmışlığımızı kırıyor. Pekâlâ yetişkinlerin de böyle kitapları seve seve okuyacağını görmüş oluyoruz.

Kitabı okuyup da arama motorlarından Wagner’in Tannhauser ya da Uçan Hollandalı uvertürlerini aratıp dinlemeyen yoktur sanırım. Öykünün başında “…belki de karnımızın aç olmasının nedeni doğrudan hayal gücü eksikliğimizdi.” diyen Murakami, Wagner’in lanetini “Fırın Saldırısı” öyküsüyle belki hepimize bulaştırıyor, kim bilir…

Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.97'de yayınlanmıştır.

Fırın Saldırısı- Haruki Murakami- Doğan Kitap


28 Kasım 2017 Salı

Gözsüz Balıkların Gözlerine Bakmak

Çocuk ve gençler için yazdığı kitaplarla çok sayıda ödül alan Amerikalı yazar Avi geç keşfettiklerimizden, dilimize az sayıda çevirisi yapılmış. Hayykitap tarafından Türkçe’ye çevrilip yayınlanmasının üstünden birkaç yıl geçmesine rağmen benim de okumakta geciktiğim kitaplardan biri “Balıkların Bununla Ne İlgisi Var?”. Avi’nin yedi öyküden oluşan eseri. Bugün artık çocuk ve gençlere yönelik çok sayıda kitap yazılıyor ama pek azı çocuk dilinden konuşup onların dünyasına yaklaşabiliyor, işte Avi bunlardan biri. Yazarın kendi hikâyesi de ilginç. Öğrencilik yıllarında özgün öğrenme güçlüğü yaşamış, başarısızlığını dikkatsizlik ve özensizliğe bağlayan büyüklerden çok çekmiş. Yazdıklarında çocuk ve gençlerin dünyasına bu kadar içeriden bakabiliyor oluşunu ve didaktizm peşine düşmeyişini belki geçmişteki bu ‘kusur’una borçludur, bilinmez.

Avi, yetişkin diline ve öğretisine, genel geçer kurallarına kafa tutan, büyükleri ters köşeye yatıran, aykırı ergenler için zaman zaman sertleşen bir dille ve sıradışı kurgularla yazmış bu kitaptaki öyküleri. Öykülerde yer alan yedi çocuk kahraman da 11-14 yaşlarındalar. Zaten o yaşlar, çocukluğun şekerli tadının bittiği, ışıltılı renklerin yavaş yavaş söndüğü çağlar. Kitaptaki çocuklar hayatın acımasız yüzüyle erken tanışmışlar; hemen hepsinin yürek burkan, hazin bir hikâyesi var. Hem kendilerine hem de hayatlarındaki yetişkinlere bir zamanlar bizim de sorduğumuz ama cevabını alamadığımız, sormamamız gerektiğine inandırıldığımız, cevapsızlıktan yorulup sormayı bıraktığımız sorular soruyorlar. Mesela ‘yapmak üzere olduklarımız gerçekten yapmak istediklerimiz midir, yoksa birinin bize yapmamızı söylediği şeyi mi yapıyoruz?’ gibi sorular... Tüm çocuklar gibi öykülerdekiler de aslında gerçeği en yalın hâliyle, oldukça net görüyorlar; yaşadıkları durumları anlamlandırma biçimleri ve sorunlarla baş etme yöntemleri kendilerine mahsus, en mühimi de büyüklerinkinden farklı.

Kitabın ilk öyküsünde -aynı zamanda kitaba adını veren öykü bu- mutluluğun ne olduğunu, sokakta karşılaştığı hasta bir dilenci üzerinden sorgulayan bir çocukla karşılaşıyoruz. Annesi Willie’ye dilencinin mutsuz olduğunu ve ona yaklaşmaması gerektiğini söylüyor. Oysa Willie o adama annesinden farklı bir gözle bakıyor ve başka bir dille ona yaklaşıyor, zarar da görmüyor ama annenin çocuğuyla dilenci arasındaki bu iletişimi anlaması mümkün değil. Willie’nin anlattığı, karanlık yüzünden görmeyi unutan “gözsüz balıklar” hikâyesi, öykünün mesajını oldukça çarpıcı hâle getiriyor. Kitabın ikinci öyküsünde ise kötülüğü meziyet sayan ama bir tesadüf sonucu başka bir insanı gözlerken, onun hikâyesini dinleyip içselleştirirken, bir bakıma kendini başka birinin aynasında izlerken büyüyen Matt Kaızer adlı bir çocuk var. Ne olduğunu daha doğrusu ne olmadığını bir başka kötüyle kendini kıyasladığında anlıyor Matt, aslında meselenin iyilik ya da kötülük olmadığını anladığı gibi. “Konuş Benimle”nin kahramanı, her gün aynı saatte, esrarengiz telefonlar alan ve zamanla telefondaki bilinmeyen kişiye iç dökmeye başlayan Maria isimli bir genç kız. Maria’nın abisi Brian, tıpkı yazar gibi ‘öğrenmeyi beceremeyen, kendine özgü’ biri. Ailesiyle yaşadığı sorunlar yüzünden evi terk etmiş ve kız kardeşi onu çok özlüyor. Bir diğer öyküde sınıfın zeki ve çalışkan öğrencilerinden Gregory’nin öğretmen Bayan Wessex’le yaşadığı bir sorun nedeniyle arkadaşları tarafından intikam almaya kışkırtılışı anlatılıyor. Haksızlık eden öğretmenine ders vermek isteyen Gregory’nin çocukça girişimi, olayın iç yüzünü öğrenmekle iyiliğe dönüşüyor ve öğretmeni de değiştiriyor. “Evcil Hayvanlar” öyküsünün kahramanı Ivy’nin evde kraliçeliğini ilan etmişken birden bire ölen bir kedisi var. Melek öyle bir kedi ki ölümden sonra bile hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Önce arkadaşı Gölge’yi peşinden ölüme sürüklüyor, sonra kendisine hizmet etmesi için Ivy’yi de götürmeye geliyor. “İçinde Ne var?” öyküsünde okul ödevi olarak birbirinin tıpatıp aynı iki kutu yapan bir çocuğun başına gelenler anlatılıyor. Kutular benzerlikleri sebebiyle bir ölüm kalım meselesinin aracı hâline geliyorlar, ama onları yapan çocuğun zekâsı sayesinde sorun çözülüyor. “Şans Kurabiyesi” annesi ve babası boşanmış olan, babasının sorumsuzluğu yüzünden sıkıntılar yaşayan ve babasına bir ders vermek isteyen Parker’ın öyküsü. Anne ve babasıyla çıktıkları akşam yemeğinden sonra annesine “Senin için içimde sevgiden daha iyi bir şey var. (…) sana güveniyorum.(…) Bu da benim seni incitebileceğim anlamına gelir. (…) ben seni incitsem de sen beni incitmezsin.” diyor. Bir çocuğun gözünden sanırım anneliğin en güzel tanımı bu ifadeler.

Avi’nin okurunu derinlere çağıran sesini, önce büyüklerin duymaya ihtiyacı var. O bizi yanına bile yaklaşmaya korktuğumuz şeylerle, onların en sade hâlleriyle yüzleşmeye davet ediyor. Öykülerindeki, uyum yerine uyumsuzluk gösteren, itiraz eden, yeri geldiğinde acımasız olabilen çocuklarla yapıyor bunu. Onlarla tanışmalısınız. Mesela içinde hep koca bir hiç olmak korkusu taşıyan Danny’yi herkes tanımalı. Mutluluk, sevgi, bağlılık, sorumluluk, ayrılık, değersizlik duygusu gibi kavram ve durumlara çocuk gözünden bakmaya, hüsranı onların gözlerinden okumaya var mısınız? Bu biraz cesaret istiyor da. Çocukların bilmesini, düşünmesini pek istemediğimiz şeyler yazıyor bu kitapta. Ergenler bu kitabı, anlatamadıklarını dile getiren, onların sesi olan bir yazarın varlığına içten içe sevinerek okuyacaklar. Hatta bu kitabı çocuklara okutmasak mı? Evet evet, karanlık mağaralarda kör ama hâlinden memnun yaşamına devam eden balıkların bununla ne ilgisi var? 

Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.96'da yayınlanmıştır.

Balıkların Bununla Ne İlgisi Var? -Avi- Çeviri: Şiirsel Taş- Hayy Kitap


17 Ekim 2017 Salı

Çocukları Büyüten Bir Çalışma Kampı

Bir iki gün sıradan yaşamınızdan çıkıp güzel bir çalışma kampına konuk olmaya ne dersiniz? Gençlik yıllarını benim gibi böyle kampların hayaliyle süslemiş biriyseniz işte size bulunmaz fırsat. Ama siz onu şu sıcak yaz günlerinde bir bardak limonata niyetine, içinizi ferahlatmak için de okuyabilirsiniz. Elinize alınca bırakamayacağınızı peşinen söyleyeyim. Zira bu kitabı sadece okumuyor, film gibi izliyor hatta yaşıyor insan.

Daha evvel atölye çalışmalarıyla ve çocuk kitaplarıyla tanıdığımız Füsun Çetinel, bu defa bir gençlik romanıyla okurlarının karşısına çıkıyor. “Duvarda 3 Hafta” kısa bir süre önce Günışığı Kitaplığı’ndan yayınlandı. İyi bir anlatıcı olan Çetinel, yazdıklarını merakla okutuyor. Akıcı üslubunun yanı sıra iyi oluşturulmuş karakterleriyle, hitap ettiği yaş grubunun dilini ve yaşama bakışını kavrayış gücüyle de başarılı bir kitap, Duvarda 3 Hafta.

Romanda bir çalışma kampında geçen olayları kahramanın ağzından dinliyoruz. Melisa, tatilde, arkadaşları Ceren ve Mısra’yla Amerika’daki yaz okuluna annesinin aniden işten çıkartılması yüzünden gidemiyor. Bunun yerine ailesinin yönlendirmesiyle –Melisa’ya göre annesinin zoruyla- Almanya’da bir çalışma kampına gitmek zorunda kalıyor. Henüz yolun başında peş peşe olumsuzlarla karşılaşan Melisa, aksiliklerle dolu yolculuğunu tamamlayıp kampa ulaştığında telefonun çekmediği, internetin olmadığı bu yerde hiçbir şeyin istediği ve beklediği gibi olmadığını görüyor. Çalışma grubunun lideri Fernando (İspanyol), farklı ülkelerden gelen Diana (Meksikalı), Engrique, Claudia (İspanyol), Vera (Belaruslu), Saşa, Oleh (Ukraynalı), Rina (Koreli), Raphaelle, Jonathan (Fransız) ve Melisa’ya yapacakları işi anlatıyor. Melisa hiç tanımadığı gençlerle üç hafta bu kampta, hiç de konforlu olmayan koşullarda kalacak, üstüne üslük tarihî bir duvarı yıkıp yerine yenisini örmek gibi oldukça ağır bir işte çalışacak. Ayrıca çalışma arkadaşları arasında, hiç hoşlanmadığı, Vera gibi felaket bir kız da bulunuyor. Melisa ilk hafta, başının sıkıştığı durumlarda sürekli Los Angeles’taki arkadaşlarını düşünüp, onu buraya getiren şartları hatırlayarak kamptan ayrılma hayalleri kursa da haftanın sonunda yavaş yavaş grup arkadaşlarını tanıyor ve ortama alışıyor.

Grupta herkesin kampta olmak için farklı sebepleri var. Kimi burs kimi iş istiyor. Mesela Fernando grup liderliğinde başarılı olursa Almanya’da sürekli bir iş bulabilecek. Zaten iyi bir lider olan bu çocuk, çok da sabırlı. Grupta dengeleri iyi koruyor ve çıkabilecek sorunları önceden hesap etmekle kalmayıp gençlerin psikolojisini ustaca kontrol ediyor, kampı onlar için eğlenceli hâle getiriyor. Kendine mahsus özellikleri olan ilginç biri Jonathan. Raphaelle tam bir bilge, Vera ise tam bir baş belası. Oleh ve Şasa’nın maddi koşulları iyi olmayan ailelerden geldikleri belli. Diana çok güzel dans ediyor. Zamanla Melisa ön yargılarından kurtuluyor, arkadaşlarını ve kampı sevmeye başlıyor. Onu buraya bağlayan bir aşk da ortaya çıkınca kamp güzelleşiyor.

Çocuklar kampta, hayatlarında hiç görmedikleri bir işle uğraşıyorlar. Taşları sökerken, taşırken, kırarken ve yerleştirirken zorlansalar da bu işi gerçekleştirebilmek için verdikleri mücadele onları yaptıkları işe bağlıyor. Çalışırken zorlandıkları yerde ekskavatörlü Lukas ve Bay Traub yetişiyor. Gruba yardıma gelen yetişkinler de oldukça çalışkan ve disiplinliler. Taş evlerin restorasyonunda, kilise mozaiklerinin yenilenmesinde çalışan bir taş ustası Bay Traub. Hem neşeli, şakacı bir adam hem de çocuklar için muhteşem bir öğretmen. Onlara taş yontmanın inceliklerini öğretiyor.

İkinci hafta ‘bu kadar günü geçirebildiğime göre devamını da getirebilirim’ diye düşünüyor Melisa. Farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen grup arkadaşlarını gözlemlerken bir yandan da yaşamını ve ailesini sorguluyor, kendini eleştiriyor. Her şeyin alıştığından ve şimdiye kadar ona öğretildiğinden farklı olduğunu görüyor. Yalnız kalma korkusuyla bugüne kadar Ceren ve Mısra’nın isteklerine sürekli boyun eğmiş aslında. Oysa bu kampta artık o, anne ve babasının prenses kızı değil. Burada toz toprağın içerisinde çalışıp geceleri bir matın üzerinde, uyku tulumunun içerisinde uyuyor, soğuk suyla duş alıyor, ne bulduysa onu yiyor. Ama Melisa da diğerleri gibi çok mutlu. Üstelik burada olanları arkadaşlarına ve ailesine anlatsa da anlamayacaklarını, hiçbirindeki güzelliği fark edemeyeceklerini biliyor. Yaşadıkları asla ‘parayla ölçülebilecek şeyler’ de değil.

Aslında herkes için yeni deneyimlerle dolu bu kamp. Duygu ve düşüncelerini aralarında özgürce ifade edebiliyorlar. Hepsi kendi doğallığında davrandığı hâlde kimse birbirini yargılanmıyor. Demek ki kurallar ve olmazsa olmazlar tarafından kuşatılmadan sahici biri olabiliyor insan. Melisa da sonunda dert ettiği şeyleri önemsememeyi öğrenip rahatlıyor. Burada farklılıklara rağmen aynı ortamı barış içinde paylaşma, dayanışma ve ortak iş yapma bilinci kazanıyor. Grup ruhunun yanı sıra bir grupta birey olmanın güzelliğini hissediyor. En önemlisi de özgürlük... Kampta bir şeyi yapmak ya da yapmamak için anne babasından izin alması gerekmiyor, her şeye kendisi karar veriyor. Üstelik ilk defa, yıllardan beri tanıdığını hissettiği, kusurlarıyla benimsediği onu da öyle sevip benimseyen gerçek bir erkek arkadaşı oluyor. İlk geldikleri günler kaçış yolları arayan Melisa, son günler kamptan ve Şasa’dan ayrılacağı için çok üzülüyor.

Romanda yazar, gençler arasında yaşanan duygusallığın ve aşkın sınırlarını da iyi çizmiş bence. Melisa’nın utangaçlığını, kendi kendine “neden ben onlar kadar rahat olamıyorum” diye sorgulamalarını dile getirirken bu davranışların altında yatan kültürel kodları işaret etmiş ve üzerinde düşünülmesini sağlamış.

Kararlarını alabilen, başının çaresine bakabilen özgür bireyler yetiştirdiğimizi sanırken bile çocuklarımızı hep kanatlarımızın altında tutmak istiyoruz. Bu kitapta, daha önce kalıpların ve kuralların içerisine sıkışıp kaldığını, bu yüzden kendi olamadığını çalışma kampı sayesinde keşfederek büyüyen bir Melisa var. Bunu fark eden yalnızca o mu? Sahi, biz yetişkinler ne kadar özgürüz? Tahmin ediyorum, kitabı okuyan herkes az çok kendini bu konuda sorgulayıp payına düşeni alacak. Öyleyse önceden öğrendiklerimizi yıkıp tıpkı kampta olduğu gibi aynı taşlarla yeni duvarlar inşa etme zamanı… Bu, çok da zor olmasa gerek.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.94'te yayınlanmıştır.

Füsun Çetinel, Duvarda 3 Hafta, Günışığı Kitaplığı

25 Temmuz 2017 Salı

Çatıdan Dünya’ya Açılan Kapı

Bir yazar düşünün hep okumak istediğiniz kitaplar yazıyor. Mümkün mü? Benim gibi Behiç Ak hayranıysanız, mümkün. Onun kitaplarının hangisini elinize alırsanız alın, daha kapağını açar açmaz, nefis bir dille ve çocukluğa ait, çekim gücü yüksek tatlarla karşılaşırsınız. Hiçbirinin yaş aralığı yoktur. Karikatürist ve yönetmen kimlikleriyle de tanıyoruz Behiç Ak’ı. Kitaplarını kendi resimliyor. Çocuk dünyasının sırlarına vakıf, yazarak çizerek oyun oynayan, üretken -aynı zamanda bol ödüllü- gerçek bir sanatkâr o. Bize bildiğimiz, gözlemlediğimiz, bir parçası olduğumuz hayatı anlatıyor hep ama kendine özgü üslubuyla, ince ayar esprileriyle ve kendince dokunuşlarla, harika kurgular yaratıveriyor. Bu nedenle dizinin dibine oturup “Bu iş nasıl oluyor, hele bir anlatın.” demek istediğim yazarlardan Behiç Ak.

Sevgili yazarımız, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son çocuk romanı Çatıdaki Gezegen’de okurlarını yüksek katlı apartmanların ve gökdelenlerin çatı katından yeryüzüne bakmaya çağırıyor. Sokaklarda oyun oynamayı, özgürce gezip dolaşmayı bilmeyen çocukların mahkum edildikleri yaşamdan bir nevi kaçış planı bu kitap. Her şeyin farkında olan, yetişkinlerin dünyasına, alışkanlıklarına direnen, yaşama başka renkler katan çocuklar var yine içinde. Kitabın kahramanı Serdar, modern dünyanın apartmanlarda yaşayan “paket çocuklar”ından. Hiçbir suç işlemediği hâlde sokağa çıkma yasağı ile cezalandırılmış, toprağa neredeyse hiç ayak basmıyor, gün yüzü görmüyor. Hayatında bilgisayar oyunları, sosyal medya, hayali ve sanal arkadaşlıklar var; gerçek ilişkiler yok. Her yere arabayla götürülüyor ama bu, Serdar’ın istediği bir şey değil. Anne ve babası onu böyle koruduğuna inanıyor.

Can sıkıntısından patladığı ve pazar temizliği işkencesinden kaçtığı bir gün komşularının kızı -çatıdaki adı Cerenimo olan- Ceren’le yaşadıkları evin çatı katına çıkıyor Serdar. Çatı katı ona hiç tanımadığı ama içine girince çok seveceği büyülü bir dünyanın kapılarını aralıyor. Hele terasa çıkınca şehrin ve Boğaz’ın ayaklarının altında halı gibi serildiğini görüyor. Herhangi bir yere yetişmek telaşı yaşanmayan, zamanın başka türlü geçtiği, hikâyesi olan bir yer çatı. Aşağıda olmayan, internet öncesi döneme ait şeyler, apartman sakinlerinin sokağa atmaya kıyamadığı ama kurtulmak istedikleri eşyalar, ‘özgür uçan tavuk’lar -Mançalı Asilzade Donkişot bile- hep orada. Kaptan Ahab’a öykünerek seyir defteri tutan eski bir apartman sakininin hatıra defterini bulmak, o vakte kadar ancak kısaltılmış biçimini okuduğu kitapların orijinallerine rastlamak ve şiirler okumak Serdar’ın hayatını değiştiriyor. Çatıdaki kitaplar sayesinde roman kahramanlarıyla yeniden tanışıyor. Don Kişot’a hayran kalıp bir süre onu taklit edince başı biraz derde giriyor. Çatının Serdar’ın hayatına getirdiği yenilikler bitecek gibi değil. Eski şapkalar giyip okula gitmek, kaybolanlar listesi tutmak ve sayı perhizi yapmak bunlardan birkaçı.

Bu gizemli dünyanın içinde Ceronimo ve Serdar yalnız da değil üstelik, onlar gibi çatıdaki gezegeni keşfedip müdavimi olmuş, yüzlerini görüp tanımadıkları ama işaretler alarak farklı yöntemlerle haberleştikleri, toplantılar yapıp kararlar aldıkları onlarca kişi bulunuyor, etraftaki evlerin çatı katlarında. Hatta bunların gizli bir kulübü bile var. Çatı, özellikle evinde kendini fazlalık gibi hisseden insanları davet ediyor. Çatı katı sakinlerinin en ilginçlerinden biri Öksüz Adam. Serdar onun sayesinde cesaretini toplayıp tehlikeyi göze alarak sokağa inmeye başlıyor. Yıllardır anne babasının kendisi adına taşıdıkları kaygıların ne kadar yersiz olduğunu görüyor böylece. Serdar sokağı keşfetse de çatı katının kendileri için anlam ve önemini kaybetmesini de istemiyor hatta Ceren, aşağıdaki herkesi çatı katına çıkarmak istiyor, tesadüfi bir olay da çocuklara yardım ediyor.

Sokağa çıkamayan çocukların çatıya çıkarak dünyaya açılma eylemidir Çatıdaki Gezegen. Eve, ailesine, internete bağımlı çocukların özgürleşme hareketi. Kitap aynı zamanda günümüz insanının yaşama bakışını da ironik biçimde ele alıyor. Bugünkü anlayışa ters, olmayacak şeylerden söz ediyor sanki. Düşsel unsurlar ve motifler taşıyor. Öte yandan bizi “böyle bir dünya mümkün”e inandıracak kadar sahici Çatıdaki Gezegen, diğer Behiç Ak kitapları gibi. Olmayacak işleri mümkün kılacak kadar umutlu. Çocukların kararlılık ve olgunluğunun bizi kurtaracağına dair inancımızı tazeliyor.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.92'de yayınlanmıştır.

Çatıdaki Gezegen, Behiç Ak, Günışığı Kitaplığı



17 Mayıs 2017 Çarşamba

Nerede Kaldınız, Peyami Bey?

Tanpınar’dan bile önceydi benim Peyami Bey’le tanışıklığım. O benim için ilk esaslı yazardı. Sözde Kızlar’la başlayıp (onun yazdıklarına yetişmek zor olsa da) külliyatını okumaya varacak kadar sıkı bir dostluğumuz oldu kendisiyle. Ne hikmetse ben de okurken onunla hep ruhsal diyaloglara girer, bu sırada kendisine “Peyami Bey” diye hitap ederdim. Ayrıca Yalnızız romanının kahramanı Samim, eski ahbaplarımdandır; Simeranya benim de hayal ülkem sayılır. Hamdi Koç’un adıyla bile “Yalnızız”ı çağrıştıran son romanı “Yalnız Kaldınız, Peyami Bey”e nasıl çekildiğim bu açıklamalardan anlaşılmıştır, sanırım. Bakalım, Hamdi Koç’un Peyami Bey’i benim hayalimdekiyle örtüşecek mi diye merakla başladım okumaya.  

Hamdi Koç bu romanında ‘mirası reddedilmiş, adı bile antika olmuş’ bir yazarı, Peyami Safa’yı kahramanlarından biri kılar ama kitabı biyografik bir roman beklentisiyle eline alacak okurların hayal kırıklığına uğrayacağını baştan belirtelim. Her ne kadar kurgu Peyami Safa’nın kişisel özellikleriyle, kitaplarından izlerle ve motiflerle zenginleştirilmiş olsa da bu bizim bildiğimiz Peyami Safa değildir, buradaki Simeranya da Yalnızız’ın Simeranyası değil. Hamdi Koç, Peyami Bey karakteriyle kitabının kurgusuna uygun bir başka yazar tasavvur etmiş, bu konuda kendisine yöneltilebilecek eleştiriler için de elbette bir cevap hazırlamış “…benim Peyami Safa tasavvurum bu. Siz de sizinkini yazın...”(s.41).

Kitap, önce kendisinin öldüğünü zanneden ancak henüz hayattan kopmamış, komadaki bir hastanın, aynı zamanda romanın anlatıcısı ve yazar olan kahramanın Peyami Bey adlı kahramanla ilişkisini yani iki farklı kuşaktan yazarın özü yazıya dayanan çekişmeli, sürtüşmeli dostluğunu konu ediniyor. Önceleri birbirinden kuşku duyan bu iki kahramanın aralarındaki zıtlıklara rağmen bir süre sonra gelişen arkadaşlığının hikâyesi. Kitapta adı belirtilmeyen anlatıcı kahramanın verdiği ölüm kalım mücadelesi ve acılı yaşam hikâyesi, Doktor Ramiz, hastaneye benzeyen bir oda, yatak ve battaniye gibi unsurlar bize Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu çağrıştırsa da oluşturulan evrenin Simeranya olarak adlandırılması ve ayrıntılar, kahve leit motifi bile, Yalnızız’a gönderme. Koç, rüya ikliminde kurulmuş, zaman zaman Hollywood filmlerini hatırlatacak bir roman atmosferi sunuyor okuruna, belki ölümlülerin değil, öldüğü için artık ölmekle kayıtlanmayacak ölümsüzlerin diyarından sesleniyor.(Ama buradakiler bile ölmekten korkuyor.) Bilmediği bir nedenle yediği şiddetli dayaktan ötürü ölümle burun buruna gelerek Peyami Bey’in bulunduğu boyuta, tabiri caizse yerçekimsiz ortama düşen anlatıcı, kitap boyunca karşılaştığı kişileri ve orada oluşturulmuş kurgusal dünyayı tanıyıp anlamaya çalışıyor.

Simeranya olduğunu öğrendiğimiz bu öteki boyutta Peyami Bey, bir roman yazmakta, ayrıca anlatıcı kahramandan da gerçek hayata dönüp kendisiyle ilgili bir roman yazmasını istemektedir. Zaten yaşama karşı isteksiz ve mutsuz olan anlatıcı ise ölüp gerçek hayattan kurtulma arzusundadır ancak orada yaşadıkları ve tanık olduğu tuhaf olaylar da kafasını karıştırır. Peyami Bey ve Doktor Ramiz’le kendisini öldürmeye çalışanların peşine düşer. Söz konusu bölümde kurgu polisiye bir hâl alır. Bu sırada yaşarsa gerçek hayatta, gelecekte başına neler geleceğini görür, iyice kararsız kalır. Öte yandan akıl sır erdirilmez olaylar olmaktadır Simeranya’da. Mesela Peyami Bey’in iradesine bağlı olarak kar yağar, fırtına çıkar. Kitapları bile korkutacak kadar öfkelenebilir Peyami Bey, volta atarken duvarlardan geçebilir. Yanan insanlar, yer altına inen merdivenler, yılanlar tarafından öldürülmeye çalışılan ecinni kadınlar vardır. Sık sık fantastik unsurlar devreye girer. Kahramanlar genellikle psişik yönleri olan kişilerdir. Simeranya’daki gerçekliği Peyami Bey yönetse de Doktor Ramiz’le aralarında uzun tartışmalara neden olan, sürekli bir iktidar çatışması vardır. Doktor Ramiz bir otorite alternatifi oluşturmaya ve diktatör olmaya hazırlanmaktadır. Peyami Bey’in ayak işlerine bakan, anlatıcıya polisleri atlatmak konusunda yardımcı olan “Yavrum” diye anılan bir çocukla, Cavit Bey’i arayan bir kadın kahraman, anlatıcının bir kez görüp âşık olduğu, daha sonra göremediği ancak varlığını sezebildiği Seniha adlı kadın da bir görünüp bir kaybolarak kurgunun gizemini arttırırlar. Sanki Peyami Bey’in içinden ara sıra nizam ve disiplin düşkünü bir doktorla -Doktor Ramiz- bir şeytan çıkmakta, Simeranya’nın hâkimiyetini bir biri, bir öteki ele geçirmekte, hatta Peyami Bey’i bitirmeye ve kurguyu da yönetmeye kalkışmaktadırlar. Belki kahramanları Peyami Bey’den güçlüdür. Peki bu kahramanlar kimin kahramanıdır aslında, Hamdi Koç’un mu, Peyami Bey’in mi?

Romanda olaylar, rüyalardaki gibi parça parça ve kopuk kopuktur hatta aralarında bütünlük sağlanması zordur, kitapta bu duruma da bir açıklama getirilmiş tabii. Bir yerde yazar Peyami Bey’e “Hiçbirimiz hayatı rüyaları anlayabildiğimizden daha fazla anlamadık. Bir rüyayı diğerine bağlayamadık.” (s.209) dedirtir. Nasıl rüyada olmayacak işler başımıza geldiğinde sorgulamadan kabullenip yaşıyorsak hayatta ve kitap da anlamaya çalışma çabası nafiledir. Bazen hikâyenin hızına ve cazibesine kapılmak yeter.

İnsanı, söz ve davranışlarını, rollerini, toplumu iyi analiz eden Hamdi Koç, bu romanında da sık sık psikolojik tahlillere yer veriyor ve altı çizilecek cümleler kuruyor. Satır aralarında günümüz siyasi yaşamına ve gündeme göndermeler yapmaktan da çekinmiyor.

Yazı rüyaya benzer mi? Kurgu tamamen bilinçle yapılan bir iş mi? Kurmacada kuran/yazan ne kurduğunu biliyor mu, yoksa kahramanlar burada olduğu gibi başına buyruk davranarak, alıp başını gidiyor mu? Yazarlar kahramanlarıyla empati kurmaya ve onları anlatmaya çalışırken Peyami Bey gibi sancılar mı çekiyor? Yazar yazıdan başka nelerle mücadele ediyor? Kitabı okurken bu ve benzeri soruları sormadan edemiyor insan. Çünkü Yalnız Kaldınız, Peyami Bey, aynı zamanda bir yazma serüveni hikâyesi. Koç, kitabında yazarlığın sırlarına değinip kurgunun gelişim evrelerini de gösteriyor. Mesela ilk bölümlerde üç kahramanın diyaloğuyla kurulan hikâye çatısı sonrasında yeni kişiler ve olaylarla zenginleşip hız kazanıyor.

Peyami Safa, Hamdi Koç’un romanını okusa ne düşünürdü bilemem. Yıllar sonra bir romancının, yaşam hikâyesinin ve yazdıklarının değil, kendisinden ilhamla, adını adından alan kurgusal bir kahramanın peşine düşeceğini söyleseler durumdan pek hoşnut olmazdı herhâlde ama bu kitapla modern edebiyatın gündemine geldiği için de sevinirdi belki. Zaten hikâye, yazarın ve kahramanın birbirine tahammülünden başka nedir ki?


Neticede her şeyin sonunda bize kalacak olan hislerdir, bu kitaptaki gibi. Rüyaların ruhumuzda bıraktığı iz gibi. Belli ki Hamdi Koç herkes bu kitaptan ayrı bir tat alsın istemiş. Tam olarak izahı zor, kitaptan, tatlı tuzlu karışık, buruk bir tat kaldı dilimde. Bakalım siz okuyunca neler hissedeceksiniz?

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.90'da yayınlanmıştır.

Yalnız Kaldınız Peyami Bey, Hamdi Koç, Can Yayınları