İlk kitabı Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’yle 2019 Notre Dame de Sion Mansiyon
Ödülü’nü kazandığı günlerde ikinci kitabı Bilinmeyen Sular’ı eline alan Mevsim
Yenice’yi 2015 yılında altKitap öykü ödülüyle tanımıştık. 2019’un bahar
aylarında Can yayınlarından çıkan Bilinmeyen
Sular’ın kısa sürede 4.
baskıya ulaşmış olması Yenice’nin öyküde güçlü bir damar yakaladığını,
öykücülüğünün okur tarafından sevilip benimsendiğini gösteriyor.
Kitaba adını veren Bilinmeyen
Sular, Pink Floyd’un şarkılarından epigraflarla açılan on öyküden ilkinin adı
(Kitapta bahsi geçen Pink Floyd şarkılarını bir Spotify listesi olarak bulabileceğinizi hatırlatalım, bağlantı aşağıda). Yenice’nin öyküsü dip akıntılarıyla
zenginleşen derin bir nehir gibi, içerisinde de yoğun bir mayi akıyor. Öyküler
bir zekâ ve emek ürünü olduklarını saklamasalar da akıp kendi sonlarını bulduklarını
düşündürtecek kadar doğallar. Üstelik kitap boyunca okurla birinci tekil şahıs
ağzından konuşan öykü anlatıcılarının dili ve sesi pek tanıdık. Hiç kimseye,
hiçbir yere ait olamayan, bu aidiyetsizliğin sancısını çeken, zaman zaman
anlamsızlığın uçurumuna düşen, beklentilerinin cevaplanmaması yüzünden
istemekten vazgeçmiş, biraz küskün, yeniçağ insanın sesi bu. Öykülerde kadın
karakterlerden çok erkek karakterlere yer verilse de hayatın içinden hatta
kendi içimizden bir yerden, kendi kendine söylenir gibi adeta isimsiz, suretsiz
ve cinsiyetsiz konuşuyor o ses. Bu nedenle öykü diyalogları da günlük
konuşmadan ziyade monoloğa benziyor. Karakterlerinin iç dünyasına yakından
bakmak isteyen yazar, sanki kamerasını kahramanlarının tam kalbine doğrultmuş.
İnsanın kendinden bile gizleyeceği yanlarını korkmadan açık ediyor. Çarpılmak
endişesi taşımadan gerçekliğe, çıplak elle dokunabiliyor.
Öykülerde açık ilişkiler kurmayı
hatta çatışmayı bile beceremeyen insanlar, sevgili-eş, ebeveyn-çocuk, dost,
arkadaş rolleriyle, ikili ilişkilerde ortaya çıkan en özel yanlarıyla ele alınıyor.
Şehir insanının öyküleri bunlar. Ama kalabalık değil, tenhalar. Pek çoğu iki
hatta tek kişilik. Mekânsal ayrıntılar bir görünüp kayboluyor. Bazılarının isimlerine
ve içlerindeki metaforlara bakılırsa güçlerini doğadan alan bir yanları var.
Rüya ipliğiyle dokunmuş “Bilinmeyen Sular”ın gülibrişimi, “Pes”in bukalemunu, Suzi’nin
kozalağı, “Göründüğünden Daha Uzak”ın Alkor ve Mizar’ı öykü atmosferine masalsı
dokunuşlar ve anlamlı derinlikler katan metaforlar.
Yazarın iyi bir gözlemci olduğunu,
analiz yeteneğini, düş gücünü öykülerin sıkı dokusundan, hikmetli
diyebileceğimiz sonlarından anlıyoruz. Yamaç, Pes, Bataklık Balığı ve
Göründüğünden Uzak öyküleri neredeyse ruhsal bir kamaşma yaşattı bana. Farklı
zamanlarda birkaç kez okudum. Kurgudaki ustalığa dilin lezzeti de eklenince
keskin bir acı değil ama tatlı bir hüzün bırakıyor damakta.
Bilinmeyen Sular’la ilgili ne
söylense eksik kalacak. İyisi mi siz, kaldırın kitabın mavi kapağını…
Tuba Dere - Hece Öykü dergisi s.96'da yayımlanmıştır.
Yazın şu sıcak günlerinde karşı
kıyıya doğru seyahate çıkmak harika fikir. Aldım Nazlı Gürkaş’ın kitabını elime,
yanılmamışım, hiçbir zahmete katlanmadan Yunanistan, adaları ve şehirleriyle
üstelik Rumca şarkılar; Kavafis’ten, Seferis’ten şiirler eşliğinde ayağıma
geldi. Daha kitabın kapağını açarken begonvilli beyaz evler önümde dizildi, sayfaları
çevirince ferahlatıcı bir esinti çarptı yüzüme. Sadece coğrafyaya yapılan turistik
bir seyahat değildi bu; tarihi, kültürü, sofrası ve insanıyla bir ülkenin sevgi
dolu konuklarına kendini açışıydı.
Uzun zamandır iyi bir seyahatname / hatırat
okumamış olmanın keyfiyle kitabı bir solukta bitirdim. Henüz başlangıçta yazar,
canım Haris’ten dinleme önerisi şarkılar verip beni benden aldı, Zeytin
Ağacının Gölgesinde spotify listesini de (çok iyi bir seçki) defalarca tutkuyla
dinledim.
Gürkaş, Yunanistan’a nasıl ve
neden çekildiğini anlatarak başlıyor kitabına. Bölümleri kendi rotasına göre dizmiş
(sanırım kitabı keşif gezilerinde tuttuğu notlarla oluşturmuş, tekrar gelmek
üzere ve sonraki ziyaretlerinde yapacaklarını planlayarak ayrılıyor gittiği
yerlerden.) Bölüm başlarında bahsedeceği yerleşim yeri hakkında kısa ansiklopedik
bilgiler vermiş. Tarihî şahsiyetler, mitolojik kahramanlar, coğrafya, tarih ve
mimariyle ilgili bilgileri anlatım akışı içerisine okuru sıkmayacak biçimde
yerleştirmiş. Seyahat notlarını kişisel hikâyelerle zenginleştirmiş ve anlattıklarını
küçük fotoğraflarla desteklemiş.
Hikâyesi ilginç, Yunanistan
macerası sürprizlerle dolu Gürkaş’ın. Güzel tesadüfler neticesi Selanik’te bir
süre yaşamış. Edindiği dostlar sayesinde hem dil öğrenmiş hem bilindik tur
güzergâhlarının dışında, köylere bile giderek seyahat etmiş. Üstelik turist
olarak değil, gerçek bir seyyah gibi kültürün içinde yaşayıp içselleştirerek. Yunan
ailelerin evlerine konuk, yaşamlarına tanık olmuş; sofralarına oturmuş, nefis
yemeklerinden yiyip içkilerinden içmiş, ritüellerine eşlik etmiş, yaya ve
papuslarla (büyükanne ve büyükbabalarla) sohbet etmiş. Tarihî mekânları, kiliseleri
gezmiş. Meraklı, coşkulu, konfor aramayan, kendini akışa bırakıp mutlu olan,
yerel deneyim fırsatlarını kaçırmayan, yeni tatlara açık, samimi ve sıcakkanlı
bir kızın peşine takıldığınızı anlıyorsunuz kitabı okudukça. Onun heyecanı size
de geçiyor.
İlk durak şövalyeler adası Rodos.
Yazarla birlikte “cacikili pita gyros” yiyip, Şövalyeler Sokağı’nda fotoğraf
çektirmeden, Akropolis’e çıkmadan buradan ayrılmıyorsunuz. Daha sonra “Nazli mou”nun
gemide tanıştığı Achileas ve ailesinin peşinden Girit’e sürüklenip kendinizi Iraklio’nun
bir köyünde düğünde, köylülerle eğlenip halay çekerken buluveriyorsunuz. Atina,
Sakız, Selanik, İskeçe, Korfu derken neredeyse tüm Yunanistan’ı geziyorsunuz. Kitabın
sonunda verilen rotalar, ulaşım bilgileri ve Yunan mutfağıyla ilgili bilgiler
de pek kıymetli.
Bu seyahatler sırasında nüfus
mübadelesinde Türkiye’den göçen Rumlarla karşılaşıyor, onlarla hatıralarını yâd
ediyor, tavernalarda Türkçe Yunanca şarkılar söyleyip dans ediyor, Yunan
ailelerle birlikte Türk dizileri izliyorsunuz. Yazarın da vurguladığı gibi dil
ve din farkının dışında birbirimize ne kadar benzediğimizi görmek, iki dil
arasındaki benzer sözcükleri, misafirperverliği, ortak kültürel kodları ve
lezzetleri fark etmek gülümsetiyor insanı. Ülkedeki yardımlaşma ve gönüllülük
faaliyetleri de dikkat çekici.
Gürkaş’ın anlattıklarına
bakılırsa bakalyaros ve Elenidis Pastanesi’nde trigona tatlısı yemediğim,
Arkeoloji ve Sinema Müzelerini görmediğim, Aristoteles Meydanı’ndaki kafelerde
frappe içmediğim, Çinari’nin mezelerinden tatmadığım için birkaç yıl önce
gittiğim Selanik’i bile hiç görmemiş sayılabilirim. Adalardaki plajların
cazibesi bir yana, Edessa’daki Şelale Park’ı, Kastoria’daki taşlaşmış ormanı, Metsovo’daki
Arumenleri, isim günü kutlamalarını merak ediyor, en kısa zamanda Yunanistan’ı
ziyaret edip zeytin ve sakız ağaçlarına sarılmak istiyorum.
Suyun öte yakasına gitmek
isteyenlere ‘Zeytin Ağacının Gölgesinde…’ biraz soluklanmalarını salık veririm.
Elinize alacağınız bu cıvıl cıvıl kitap, esaslı bir seyahat rehberi, Gürkaş da iyi
bir kılavuz. Takılın onun peşine takılın, okurken çokça not alın. Yunanistan’a
seyahat planlarınızda yoksa bile bu kitapla harika bir yolculuk yapmış
olacaksınız.
Tuba DERE- Arka Kapak Dergisi s.34 yayımlanmıştır.
Nazlı Gürkaş / Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan / Hep Kitap
Ayfer Tunç yine bitirmeye
kıyamadığım, bazı bölümlerini demlendirerek, döne döne okuduğum bir roman
yazmış. Ağır, sancılı, adı gibi uzun bir kitap, Âşıklar Delidir ya da Yazı
Tura. Diğer Ayfer Tunç romanları gibi çok katmanlı, bol hikâyeli. Baştan
söyleyelim, Âşıklar Delidir’de rüya gibi bir aşk yok, aksine adına aşk bile denilememiş
duygular, âşıkları birbirine çağıran derin yaralar, beklenmedik anda ortalığa
dökülen sırlar ve suçlar var. Sonra, yaşarken benzerlerine sık rastladığımız kahramanlar,
aile ilişkileri (borçlular ve alacaklılar) gerçek anlar ve olaylar, hastalık ve
ölüm velhasıl bizzat hayat var.
Tunç son romanında pek çok
bakımdan ustalığını ortaya koymuş, kitabı ince ince işlemiş. Romanın teknik
kurulumu ilginç, iki cepheli: “Yazı” ve “Tura”. Yazarın Suzan Defter’de kullandığı
tekniği andırıyor. Yazı’da olayları Umut’un anlatımıyla, Tura’da Sanem’in
dilinden okuyoruz. Son bölümdeyse aşka yakışır bir biçimde, iki âşığın sesi
birbirine karışıyor, neredeyse sayıklamalara, tek bir sese dönüşüyor. Yazı’daki
bölümler tek sayılarla, Tura’dakiler çift sayılarla adlandırılmış, dolayısıyla
kitap baskıdaki sırasıyla okunabileceği gibi önce Yazı’dan, sonra Tura’dan şeklinde
de okunabilir. Yazar kurgusunun ana kahramanları, Umut ve Sanem için
kendilerine özgü iki farklı üslup ve ses yaratmış. Özelikle Sanem’in ruh hâli, içindeki
boşluk ve parçalanmışlığı, yapısal olarak alt alta dizilmiş, tekrarlardan
oluşan kesik cümlelerle görünür kılınmış; bazen hıçkırıklara boğulur gibi
konuşuyor Sanem.
Benzerlikler, zıtlıklar ve çatışmalar
romanı, Âşıklar Delidir. Sanem ismine rağmen ailesinde değer görmemiş, el
üstünde değil, hep el altında tutulmuş; yaşamı bile lütfedilerek verilmiş, hayatında
iyi şeyler kaybolmuş bir kız. Umut “gül gibi sevilmiş”lerden ama adına rağmen
yaşamı umutsuz ve geleceksiz. İkisi de “acı familyası”ndan. Farklı sebeplerle akan
yaşamı bırakıp ölümün kıyısına çekilmişler. Umut’un Sophie’si var; Sanem’inse
geçmişten getirdiği derin yaraları. Umut (daha önce annesinin yaşadığı gibi) beyninin
belli bölümlerinde hasar oluşturarak bedenini ele geçirmeye hazırlanan ölümcül genetik
hastalığına (Huntington), kaçmak istese de kurtulamayacağı kaderine Sophie
adını vermiş. Hastalığıyla ilgili bir araştırma için gittiği New York’ta, barda
tanışıyor Sanem’le. Görür görmez birbirlerine yakınlık duyuyorlar. Aralarında
büyük bir aşkın, derin tutkuların doğması için koşullar baştan hazır. Sanem, birine
güvenmenin, düşecek olursa kendisini tutacak birinin yanında olmasının ne demek
olduğunu ilk kez Umut’la tadıyor. Umut zamanın kendisi için kum saatinin içindeki
kum taneleri gibi (kitaptaki 24 bölüm gibi) sayılı olduğunu ve hızla aktığını biliyor.
Sophie’nin eline düşmüş bile olsa kısacık yaşamında kendisine bir tutku
yaratıyor.
Birlikteyken hayat iki âşık için
de başka anlamlar kazanıyor. Ancak kısa bir süre sonra ayrılıyorlar, Umut bir
daha dönmemek üzere İstanbul’a gidiyor. Orada ölecek. Sanem’se o gittikten
sonra yavaş yavaş tükeniyor. Birbirleriyle sürekli yazışıyorlar. Ama ne Umut
çöküşünü Sanem’e göstermek istiyor, ne de Sanem bunu görmek isteğinde. Olmamış
şeyler olmuş, olanlar olmamış gibi davranıyorlar. Amaçları başkalarını
kandırmak değil, yalnızca kendilerini avutmak. İkisi de hikâyelere tutunarak
yaşıyor. Sanem Umut’tan önce sahte CV’ler hazırlayarak iş bulmuş, kendine başka
isimler, başka hayat hikâyeleri uydurmuş; Umut da uydurduğu hikâyeleri
anlatıyor ailesine.
Bir geçmiş zaman romanı Âşıklar
Delidir. Kurgunun anlatım zamanı, Umut’un Türkiye’ye dönüşünden yani ayrılıktan
sonra başlıyor. Ancak bu katmanda akış kısıtlı, hikâye durağan ve yalın. Umut
evine dönüyor, hastalığın beklenen üç belirtisi görülüyor, bu sırada aileyle
ilgili sırlar açığa çıkıyor, Sanem’le yazışmalar devam ediyor, her iki taraf da
şiddetli ayrılık acısı çekiyor ve muhtemel sona doğru geliniyor. Son bölüme
kadar yazar, okurunu anlatım zamanına mesafeli tutmuş. Romandaki olay zamanı
oldukça derin ve geniş, geriye dönüşler ve zaman sıçramalarıyla aktarılan geçmiş,
şimdiki zamandan çok daha yoğun. Sık sık Umut’la Sanem’in Amerika’da birlikte
ve ayrı geçirdikleri zamanlara, iki âşığın çocukluklarına, diğer kahramanların
hayatlarına ve gündelik yaşamlarına gidiliyor.
Kurguda Umut’la doktoru, Umut’la
Stephan, Cathy’le kızı Lisa, Sanem’le Eda, Sanem’in annesiyle anneannesi gibi çok
sayıda ikili ilişki var. Ayrıca Umut’un annesiyle babası, abisiyle Sedef,
Sanem’in ilk aşkı, Stephan’la Yaşiko, Eda’yla Araş gibi başka kahramanlara,
başka zaman dilimlerine ait hikâyelerle aşka ve ilişkilere bakış çeşitlenmiş. Ama
bu hikâyelerin hiçbiri mutlu değil, hepsi siyah beyaz, kapıları yalnızlık ve
çaresizliğe açılıyor. Sanem’in marazi ilk aşkından geriye ağır bir acı ve utanç
kalmış. Umut’un anne babasının aşk hikâyesi suçlarla ve keskin bir acıyla gölgelenmiş.
Umut Amerika’da sayfanın bir
yüzüne kendine, bir yüzüne Sanem’e yazdığı –sonunda yaktığı- bir defter
tutuyor. Teknik olarak kurguyu iki bölüme ayıran “yazı/tura” romanda farklı
biçimlerde kullanılmış bir imge. Yazar bu yolla “neden ben?” sorusunu gündeme
getirip kaderi sorguluyor. Ayrıca anne-kız, baba-oğul ve aile ilişkileri de bu
bağlamda irdeleniyor. Çocuklar anne-babalarının kaderini mi yaşıyor, onların
yaptığı hataların bedelini mi ödüyor? Sophie yüzde elli ihtimalle evli ve
çocuklu abisini değil Umut’u buluyor. Sanem sevgi dolu bir ailede değil, berbat
bir evde doğuyor. Ablasının değil Sanem’in çocuğu yaşıyor. Kader bizi seçiyor
ya da biz ihtimallerden birini seçiyoruz. Neden? Yazı/tura.
Kitabın dramatik çatısını oluşturan,
hastalık ve ölüm temasını, Yazı bölümünde, hastalığın belirtileriyle birlikte
acının dozunu arttırarak geliştirmiş Tunç. Tura’da da seyir bu akışa paralel. Bölüm
numaralandırması (önce Yazı’dan, sonra Tura’dan okunduğunda) okurda Umut ve
Sanem’in aşkının birbirinde yankısını bulması gibi bir beklenti yaratsa da
kitap istenilen aşk hikâyesini bir türlü vermiyor. Tura yazıya karşılık değil
çünkü, madalyonun öteki yüzü. Herkes aşkı kendince yaşıyor. Aslında Umut’un ve
Sanem’in yüzleri birbirlerine değil kendi içlerine dönük. Acıyla başı önüne
düşmüş, hevesleri, hayalleri kırılmış iki insan onlar. Romanda her iki cephede
de olayların, duygusal ve düşünsel yankısı oldukça tekil/bireysel. Neredeyse
tüm kahramanlar mutlak yalnızlığın içinde yüzüyor, sadece birbirlerinin
hayatından kısa temaslarla geçiyorlar. Bunu bilerek yapıyor Ayfer Tunç.
Muhtemelen okuruna hayat ve ölümün karşısında aşkın nerede durduğunu ve ne
olduğunu sorgulatmak istiyor. Öyleyse aşk dünyadaki yalnızlığımızı ve
çaresizliğimizi gidermenin bir yolu mu, diye sormadan edemiyor insan.
Romanda sosyal ve siyasi
meseleler, etnik çatışmalar da Umut’un babasının işi, ırkçı Amerika’da kendini
yabancı hisseden yersiz yurtsuz Rkuye gibi konular üzerinden tartışılıyor.
Sanem’in anneannesinin hikâyesiyle ilgili sır da sanırım böyle bir yaraya
parmak basmak üzere kurgulanmış. Aslında Sanem de kendi toprağında, evinde var
olamamış, hiçbir yere ait olmayan insanların kederini taşıyor. Umut’un abisi,
Eda, Stephan gibi karakterler romanda çatışmalarıyla birlikte verilmiş. Bir de yalın
kat iyiler ve kötüler (Sanem’in abisi, Lisa gibi) var, ayrıca Larry ve Mustafa gibi arada
olanlar. Sanem’in birlikte çalıştığı Mustafa, duruma göre değişen, işbilir
bitirir kişiliğiyle günümüzün makbul insan tipini temsil ediyor ve romanın bu
sahici atmosferinde pek sakil ve sığ duruyor.
Âşıklar Delidir göndermelerinin
zenginliği ve çeşitliliğiyle de dikkat çekici. Edebiyat ve müzikle ilgili
göndermelerin peşinden gidildiğinde kitap yelpaze gibi açılıyor. Romanda bahsi
geçen şarkıların anlam ve melodi olarak içine yerleştirildikleri an’la sıkı örtüşmesi
benim gibi tutkulu okurları mest edecek. Romanı daha iyi anlayabilmek için yazarın
sık sık sözünü ettiği Max Fisch’in Montauk romanına, Fisch ve Lynn’in
ilişkisine de bakmak gerektiği kanaatindeyim, zira yazar geleceksiz aşk fikri
başta olmak üzere, üslup ve kurgu olarak bu romandan etkilenmiş görünüyor. Stein’in
şiirine yapılan göndermeler de kurgunun felsefi derinliği açısından önemli.
Roman aşka ve deliliğe bilindik mânâda
yorum ve yaklaşımlar getirmiyor. Kurgu hayat kadar gerçek. Başta söylemiştik, Âşıklar
Delidir’de anlatılan, çılgınca ve soluksuz yaşanan, gözü kör bir aşk değil.
Zira sonunda zaten ölüm var. Ancak romanın bitimine doğru iyice anlıyoruz ki aralarında
aşk tanımlanmamış, hiç vaat edilmemiş olsa da Sanem, Umut için ismiyle müsemma sanem
olmuş; Umut, Sanem için sahiden umut. Gülün adı gül olmasa bile “bir gül bir
güldür” zira. Aslında çok bencilce ama tüm faniler şu kısacık hayatta birileri
tarafından çok sevilip iz bırakarak gitmek istiyor. Geride kalan “Ya’aburnee”
diye seslense de…
Tuba Dere- Arka Kapak dergisi s.33'de yayınlanmıştır. Ayfer Tunç- Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Can Yayınları, 2018 Balada para mi muerte. "Beni sıkı sıkı tut içinde, ölümü hissediyorum." Âşıklar Delidir s. 256
Geçtiğimiz yılın bol kahkahalı
romanlarından biriydi bence Sibop. Romanı merakla, güle eğlene, bir solukta
okumuştum. Yakın bir tarihte kitabı yeniden gözden geçirdim. Çünkü öyküleriyle
tanıdığımız Başar Başarır’ın ilk romanı Sibop, ikinci kez yazarına -bu defa
roman dalında-Yunus Nadi Ödülü getirdi.
Başarır romanında sanattan,
bilimden, teknolojiden, mekanikten az çok anlayan, yeri gelince hepsinin
terminolojisini laf ebeliğine seferber eden, bilmiş ama bir baltaya sap olamamış
bir karakter yaratmış: Orhan. Argoda, uygun olmayan bir ortamda yapılmaması
gereken şeyleri yapan anlamına gelen sibop da Orhan’ın lakabı. Yazar neden
kitabına böyle bir isim seçmiş? Önce tuhaf geliyor (Hamdi Alkan’ın Gazman tiplemesini
çağrıştırıyor), okudukça sebepleri kavrıyorsunuz. Kitabın aşağı yukarı klişe
bir kurgusu var. Orhan, Hukuk Fakültesini bitirdiği hâlde, adalete inancını
kaybettiği için avukat olamayan, evde ablasının kurduğu şirket üzerinden para
kazanmaya çalışan, diplomalı bir işsiz. Annesi gibi baskın bir karakter olan ablası
Nebahat’le aynı evde yaşıyor. Ara sıra onlara konuk olarak gelip gitmek
bilmeyen, iyi saatte olsunlara karışmış bir de halaları var (kitabın bence en
renkli tiplemesi). Çok karışanlı bir hayat Orhan’ınkisi, evdeki mevcut kadroya laf
yetiştirmek yetmezmiş gibi mezarından vara yoğa söylenen annesine de ara sıra
dil dökmesi gerekiyor. İnsanlardan korkmak, onlara iyi davranamamak, bir de
hazır cevaplık Orhan’la Nebahat’e anneden yadigâr. Zaman zaman kara mizaha da dönüşebilen
mizah anlayışı ise Orhan’ın uyum sağlayamadığı hayata katlanabilme biçimi.
Kendisini “Cihangir çiyanı”,
“acemi kolpacı” olarak nitelendirse de iyi bir adam Orhan, hiç gizlisi saklısı
yok, ne varsa dilinde; kimseye bir faydası dokunmuyor ama zarar da vermiyor,
hayatta kaybettiğini baştan kabullenmiş, belki de aşkta kazananlardan olmaya
çalışıyor. Bir gün feysbuk yoluyla tanıştığı Aslı’yla, ne olduğunu anlayamadan
evleniveriyor. Evliliklerinin ilk günleri aşkla dolu, mutlu, umutlu geçiyor,
ancak kısa bir süre sonra Aslı ortalıktan kayboluyor. Evlilikten önce bir evin
tenhalığında, etliye sütlüye karışmadan yaşayan Orhan’ın hayatı, karısının kaybolmasıyla
birden arapsaçına dönüyor. Ayrılık yüzünden acının dibine vurması bir tarafa,
hayatına beklenmedik olaylar ve insanlar giriyor. Orhan Aslı’nın kayboluş
sırrını çözüyor ama bu arada kendini tutamayıp Sami Abi’nin önünde ağlayınca
adı “Sibop Orhan”a çıkıyor. Olaylar zincirine acemice işlenmiş, bir yandan da
komik, Necip Tekbulut cinayeti ekleniyor; işin içinde büyük paralar dönüyor, olan
bitenin aslında Aslı’nın babasının yani eski tiyatrocu Kerim’in hikâyesine
dayandığı anlaşılıyor. Yazar kurgunun temelinde yatan geçmiş olayları okura, kronolojik
akış içerisine yerleştirdiği geriye dönüş bölümleriyle aktarıyor. Bu işte karı-koca-kardeş
tiyatrocuların (bize ünlü tiyatrocu bir aileyi hatırlatıyor), müvekkilinin aile
sırlarına vakıf, her türlü dolabı çevirmeye müsait avukatların, Şükrü Yosun
gibi yeni türedi, ensesi kalın inşaat zenginlerinin, mafyanın parmağı var. Olaylar
barda tehdit, haneye baskın gibi polisiye film sahneleriyle renkleniyor. Hikâye,
onlar ermiş muradına denebilecek bir sonla nihayetleniyor.
Sibop’ta evlere şenlik tipler var:
Detay Haşmet, Sami Abi, Yosunlar İnşaat’ın sahibi Şükrü Bey gibi üç kâğıtçı tipler,
dünya batsa üste çıkmanın yolunu bulacak Tekcan gibiler, yerinden kalkmadan
âlemi takip eden Nebahat gibi internet bağımlısı bilgeler, Şule ve Oruç gibi işini
bilen ama aydın geçinen ünlüler; özü, sözü bir Başrol Hamdi ve karakter
oyuncusu Kerim gibi düzgün adamlar, konuşup kendi derdini anlatamayan, okura
hep Orhan aracılığıyla aktarılan Aslı gibi masumiyet abidesi kadınlar. Kamu
malını kişisel çıkarları için kullanmaya teşebbüs edenler, amaçlarına kutsal
ideal süsü vermiş menfaatçiler, doğru söylediğini iddia eden yalancılar, kısaca
iyiler ve kötüler var. Yazar, memleketin son model insan profilinin karakteristik
tiplerinden bir derleme yapmış. Kişilerdeki bu seçim, romanı hem çok sesli hem
de çok renkli kılmış. İlginçtir, romanda farklı çevrelerden, farklı
kişiliklerde birçok kahraman yer alıyor, her birinin kendine özgü bir sesi var.
Yazarı öncelikle gözlem yeteneğinden ve tespitlerindeki isabetten ötürü
kutlamak gerek. Kurgunun kronolojik ve geriye dönüşlü anlatım zamanları kendine
ait bir atmosfer derinliği taşıyor. 70’li yılların anlatıldığı bölümler dönemin
ruhunu, o günkü insanın yaşam biçimini, dünya görüşünü ve ahlak anlayışını
yansıtarak okura günümüzle geçmişi kıyas şansı veriyor.
Kitabın en orijinal yanı, hiç
kuşkusuz dili. Başarır romanını popüler bir üslupla, sosyal medya diliyle (buna
youtuber ağzı mı desek?) örmüş. Anlatıya yer yer kabalaşan, iğrençleşmekten
çekinmeyen, sert, eril, argo bir dil, küfürbaz bir erkek sesi hâkim. Önüne
gelene öfkelenen, rahatça kabalaşıp sövebilen, ikiyüzlü davranmaktan çekinmeyen
günümüz insanının farklı toplumsal katmanlardaki temsilcilerini görüyoruz
Sibop’ta. Barmeni de büyük şirket patronu da mafyası da aydın geçineni de aynı
dille ‘konuşuyo’. Üstelik bu üslup yalnızca diyaloglarda ortaya ‘çıkmıyo’,
romanın anlatım dili onun üzerine kurulmuş. Olaylar Orhan’ın iç konuşmalarıyla
aktarılıyor, bir anlamda yazar okurla sohbet ediyor. Bizzat Orhan’ın üslubu bu;
imlayı hatta kesik, kopuk cümleleriyle grameri bile zorlayan bir Türkçe. Kitabın
bir yerinde kahramanına “…beni ve bozuk ağzımı bağışlayınız. Açık saçık
konuşuyorsam, derdimi açık seçik anlatabilmek içindir.”[1]
dedirterek okurdan özür dilese de bu anlatım dili, yazarın bilinçli seçimi. Başarır
edebi olmayan bir dille bir edebiyat eseri yazmış. Dikkat edilirse geçmişin
tozlu sayfalarına dönüldüğünde üslup birden değişiyor. Sanırım bu noktada, kuralları
ihlal ederek değişen, başka bir anlaşma biçimine dönüşen bu dilin yaşamımızı nasıl
biçimlendirdiğine bakmak gerek. Kullanılan dil, zihniyetin temsilcisidir. Böyle
düşününce kitabın ismini de bir gönderme saymak mümkün. “Reytingini düşük
bulmak”, “RT almak” gibi güncel tabirlerin yanı sıra Orhan’dan ve halasından
işittiğimiz yerel atasözü ve deyimlerin anlatımı zenginleştirdiğini de
söylemeden geçmeyelim.
Yazar romanında öncelikle adalet
olmak üzere aşk, aile, etik, şehircilik, mimari, sanat ve tiyatro/oyunculuk
gibi kavramları ironiyle sorgulayıp yorumluyor. Aslı ile Orhan’ın evlilikten
beklentileri de kadın ve erkeğin ayrıştığı noktaları göstermek bakımından
manidar. Zaten Aslı’nın masumiyeti ve idealizmi (babasının vasiyetine karşı gösterdiği
hassasiyet) de Orhan için yabancı. Çünkü Orhan akışın dışında kalsa bile
bugünün insanı. Sibop bence, erdemli olsa da çalışmayı ve savaşmayı göze
alamadığı için hayatın kıyısında kalanlarla ‘anasının gözü olmadığı’ için susturulan
masumların, ekonomik ve siyasi gücü ele geçirerek dilediğince at koşturanlara
karşı verdiği sessiz mücadeleyi anlatıyor. Savaşın kazananı baştan belli ama
sonunda adaletin tecelli edeceğine de güvenmek gerek. Kaybetmiş gibi görünen
taraf ise evinde, huzur içinde, deli gibi sevdiği karısının yanında içkisini
yudumluyor ne de olsa “galip sayılır bu yolda mağlup”.
Hakkında yıllardır yapılan büyük
yazar mı değil mi, Nobel alacak mı almayacak mı tartışmaları Murakami’nin kalbimdeki
yerine gölge düşürememiştir. Ne zaman Murakami okusam kitaplarının içinde
basitçe söylenivermiş derin şeyler buluyorum, içimde ürpertili bir hayranlık
uyanıyor. Onun dokunuşuyla başkalaşmış bir sıradanlık, bir nevi hikmet arayışı
gibi, beni sorular uçuşan buğulu bir boşluğa çekiyor. Söylemek istedikleri
olduğunu seziyorum ama hedefin sapmaması için bazen uzunca düşünmem gerekiyor.
Kısa bir süre önce Doğan Kitap, bir
Murakami çevirisi daha yayınladı. Hiç Murakami okumamışlar için iyi bir fırsat,
Fırın Saldırısı. Büyük puntolu, bol
görselli, usta işi bir öykü. İllüstrasyonları Kat Menschık hazırlamış, bunlar
da kitaba kısa film tadı veriyor. Öykünün defalarca okunabilecek, üzerinde
tartışmalar ve teknik çalışmalar yapılabilecek, masalsı ve sıra dışı bir kurgu
olduğunu hemen söyleyelim.
Metin iki bölümden oluşuyor; adını
öğrenemediğimiz öykü kahramanı, gençlik yıllarında yaşadığı bir açlık krizi
sırasında arkadaşıyla suç işlemeye teşebbüs eder, birlikte bir fırına saldırırlar.
Yazar daha başlangıçta olayın felsefesini de anlatıya katıyor: “Aç karnımız
değildi bizi suça götüren, suçun kendisi açlık olarak dayatıyordu kendini.”
Fırın saldırısı kahramanla arkadaşının planladığı gibi gitmez, önce epey bir
süre yaşlı bir kadının alışverişini bitirmesini beklerler. Sonra saldırgan
tavırlarına ve beş parasız olduklarını söylemelerine rağmen fırıncı onlara istedikleri
kadar ekmek alabileceklerini söyler. Karşılığında yalnızca onları
lanetleyecektir. Bu, bir hayal kırıklığı yaratır; çünkü iki arkadaş suç işlemek
için harekete geçmiştir, kimsenin iyi niyetine ihtiyaçları yoktur, lanetlenmek
de istemezler. Ama zorla almanın getireceği güç, fırıncının ikramıyla ezici bir
mahcubiyete dönüşmek üzeredir. Fırıncı ile aralarındaki pazarlık neticesi
kahraman ve arkadaşı bir değiş tokuşa razı olup ekmek karşılığında fırıncıyla
birlikte Wagner dinlerler. Önce hiç farkına varmazlar ama Wagner dinlemek
onları etkilemiştir. Fırıncı ekmeklere karşılık onlardan ne almıştır? Wagner’in
propagandasını yapmakla eline ne geçmiş olabilir? Yoksa sahiden bu, bir lanet
midir?
Öykünün kahramanı yıllar sonra
evlenir, karısıyla şiddetli açlık çektikleri bir gece aklına yıllar evvel
yeltendikleri suç gelir. Olayı öğrenen karısı, uğramış oldukları lanetten ancak
tekrar bir fırın saldırısı gerçekleştirirlerse kurtulabileceklerini savunur.
Yaşadıkları şiddetli açlığın nedeni budur. Öykü bundan sonra saçma ve anlamsız denebilecek
bir sona doğru ilerler. Kahramanla karısı gece yarısı açık fırın bile
bulamadıkları için saldırdıkları McDonald’dan aldıklarıyla karınlarını
doyururlar. Bir çeşit tamamlanma ve lanetten kurtuluş mu gerçekleşmiştir,
bilinmez.
Murakami’nin diğer kitaplarında
olduğu gibi bu öyküsünde de müziğe açılan büyük bir kapı bulunuyor. Öykünün ana
metaforlarından biri, Wagner’in uvertürleri. Üstelik kurgu, Uçan Hollandalı ve
Tannhauser uvertürlerinin dayandığı lanete de gönderme sayılabilecek biçimde
oluşturulmuş. Öykü gerçekliği yaşlı kadının alışverişi, kahramanla karısının
yaşadığı açlığın tarifi, McDonald’da çalışanların davranışları ve uyuyan çift gibi
detaylarla bozunuma uğrayarak büyülü bir hâl alıyor. Fırıncının hikâye
kahramanına yaptığıyla Murakami’nin okura yaptığı esasen birbirine çok benziyor.
Yazar bu öykünün kurgusuyla içimize ne zaman açacağı belli olmayan bir tohum
bırakıyor, fırıncının saldırganların içine bıraktığı öz gibi. Ruhu aşağı çeken bir
suçun açtığı yarayı ve sefaleti insanı yücelten sanattan başka ne onarabilir ki?
Fırın Saldırısı nefis baskısı ve
cildiyle büyük puntolu, resimli kitapların çocuk kitabı olduğuna dair
koşullanmışlığımızı kırıyor. Pekâlâ yetişkinlerin de böyle kitapları seve seve
okuyacağını görmüş oluyoruz.
Kitabı okuyup da arama
motorlarından Wagner’in Tannhauser ya da Uçan Hollandalı uvertürlerini aratıp
dinlemeyen yoktur sanırım. Öykünün başında “…belki de karnımızın aç olmasının
nedeni doğrudan hayal gücü eksikliğimizdi.” diyen Murakami, Wagner’in lanetini
“Fırın Saldırısı” öyküsüyle belki hepimize bulaştırıyor, kim bilir…
Çocuk ve gençler için yazdığı
kitaplarla çok sayıda ödül alan Amerikalı yazar Avi geç keşfettiklerimizden,
dilimize az sayıda çevirisi yapılmış. Hayykitap tarafından Türkçe’ye çevrilip
yayınlanmasının üstünden birkaç yıl geçmesine rağmen benim de okumakta
geciktiğim kitaplardan biri “Balıkların Bununla Ne İlgisi Var?”. Avi’nin yedi
öyküden oluşan eseri. Bugün artık çocuk ve gençlere yönelik çok sayıda kitap
yazılıyor ama pek azı çocuk dilinden konuşup onların dünyasına yaklaşabiliyor,
işte Avi bunlardan biri. Yazarın kendi hikâyesi de ilginç. Öğrencilik
yıllarında özgün öğrenme güçlüğü yaşamış, başarısızlığını dikkatsizlik ve
özensizliğe bağlayan büyüklerden çok çekmiş. Yazdıklarında çocuk ve gençlerin dünyasına
bu kadar içeriden bakabiliyor oluşunu ve didaktizm peşine düşmeyişini belki geçmişteki
bu ‘kusur’una borçludur, bilinmez.
Avi, yetişkin diline ve
öğretisine, genel geçer kurallarına kafa tutan, büyükleri ters köşeye yatıran,
aykırı ergenler için zaman zaman sertleşen bir dille ve sıradışı kurgularla yazmış
bu kitaptaki öyküleri. Öykülerde yer alan yedi çocuk kahraman da 11-14
yaşlarındalar. Zaten o yaşlar, çocukluğun şekerli tadının bittiği, ışıltılı
renklerin yavaş yavaş söndüğü çağlar. Kitaptaki çocuklar hayatın acımasız
yüzüyle erken tanışmışlar; hemen hepsinin yürek burkan, hazin bir hikâyesi var.
Hem kendilerine hem de hayatlarındaki yetişkinlere bir zamanlar bizim de
sorduğumuz ama cevabını alamadığımız, sormamamız gerektiğine inandırıldığımız,
cevapsızlıktan yorulup sormayı bıraktığımız sorular soruyorlar. Mesela ‘yapmak
üzere olduklarımız gerçekten yapmak istediklerimiz midir, yoksa birinin bize yapmamızı
söylediği şeyi mi yapıyoruz?’ gibi sorular... Tüm çocuklar gibi öykülerdekiler
de aslında gerçeği en yalın hâliyle, oldukça net görüyorlar; yaşadıkları
durumları anlamlandırma biçimleri ve sorunlarla baş etme yöntemleri kendilerine
mahsus, en mühimi de büyüklerinkinden farklı.
Kitabın ilk öyküsünde -aynı
zamanda kitaba adını veren öykü bu- mutluluğun ne olduğunu, sokakta
karşılaştığı hasta bir dilenci üzerinden sorgulayan bir çocukla karşılaşıyoruz.
Annesi Willie’ye dilencinin mutsuz olduğunu ve ona yaklaşmaması gerektiğini
söylüyor. Oysa Willie o adama annesinden farklı bir gözle bakıyor ve başka bir
dille ona yaklaşıyor, zarar da görmüyor ama annenin çocuğuyla dilenci
arasındaki bu iletişimi anlaması mümkün değil. Willie’nin anlattığı, karanlık
yüzünden görmeyi unutan “gözsüz balıklar” hikâyesi, öykünün mesajını oldukça
çarpıcı hâle getiriyor. Kitabın ikinci öyküsünde ise kötülüğü meziyet sayan ama
bir tesadüf sonucu başka bir insanı gözlerken, onun hikâyesini dinleyip içselleştirirken,
bir bakıma kendini başka birinin aynasında izlerken büyüyen Matt Kaızer adlı bir
çocuk var. Ne olduğunu daha doğrusu ne olmadığını bir başka kötüyle kendini
kıyasladığında anlıyor Matt, aslında meselenin iyilik ya da kötülük olmadığını
anladığı gibi. “Konuş Benimle”nin kahramanı, her gün aynı saatte, esrarengiz
telefonlar alan ve zamanla telefondaki bilinmeyen kişiye iç dökmeye başlayan
Maria isimli bir genç kız. Maria’nın abisi Brian, tıpkı yazar gibi ‘öğrenmeyi
beceremeyen, kendine özgü’ biri. Ailesiyle yaşadığı sorunlar yüzünden evi terk
etmiş ve kız kardeşi onu çok özlüyor. Bir diğer öyküde sınıfın zeki ve çalışkan
öğrencilerinden Gregory’nin öğretmen Bayan Wessex’le yaşadığı bir sorun
nedeniyle arkadaşları tarafından intikam almaya kışkırtılışı anlatılıyor. Haksızlık
eden öğretmenine ders vermek isteyen Gregory’nin çocukça girişimi, olayın iç
yüzünü öğrenmekle iyiliğe dönüşüyor ve öğretmeni de değiştiriyor. “Evcil
Hayvanlar” öyküsünün kahramanı Ivy’nin evde kraliçeliğini ilan etmişken birden
bire ölen bir kedisi var. Melek öyle bir kedi ki ölümden sonra bile hükmünü
sürdürmeye devam ediyor. Önce arkadaşı Gölge’yi peşinden ölüme sürüklüyor,
sonra kendisine hizmet etmesi için Ivy’yi de götürmeye geliyor. “İçinde Ne
var?” öyküsünde okul ödevi olarak birbirinin tıpatıp aynı iki kutu yapan bir
çocuğun başına gelenler anlatılıyor. Kutular benzerlikleri sebebiyle bir ölüm
kalım meselesinin aracı hâline geliyorlar, ama onları yapan çocuğun zekâsı
sayesinde sorun çözülüyor. “Şans Kurabiyesi” annesi ve babası boşanmış olan,
babasının sorumsuzluğu yüzünden sıkıntılar yaşayan ve babasına bir ders vermek
isteyen Parker’ın öyküsü. Anne ve babasıyla çıktıkları akşam yemeğinden sonra
annesine “Senin için içimde sevgiden daha iyi bir şey var. (…) sana
güveniyorum.(…) Bu da benim seni incitebileceğim anlamına gelir. (…) ben seni
incitsem de sen beni incitmezsin.” diyor. Bir çocuğun gözünden sanırım anneliğin
en güzel tanımı bu ifadeler.
Avi’nin okurunu derinlere çağıran
sesini, önce büyüklerin duymaya ihtiyacı var. O bizi yanına bile yaklaşmaya
korktuğumuz şeylerle, onların en sade hâlleriyle yüzleşmeye davet ediyor. Öykülerindeki, uyum yerine uyumsuzluk gösteren, itiraz eden, yeri geldiğinde
acımasız olabilen çocuklarla yapıyor bunu. Onlarla tanışmalısınız. Mesela içinde
hep koca bir hiç olmak korkusu taşıyan Danny’yi herkes tanımalı. Mutluluk,
sevgi, bağlılık, sorumluluk, ayrılık, değersizlik duygusu gibi kavram ve
durumlara çocuk gözünden bakmaya, hüsranı onların gözlerinden okumaya var
mısınız? Bu biraz cesaret istiyor da. Çocukların bilmesini, düşünmesini pek
istemediğimiz şeyler yazıyor bu kitapta. Ergenler bu kitabı, anlatamadıklarını
dile getiren, onların sesi olan bir yazarın varlığına içten içe sevinerek
okuyacaklar. Hatta bu kitabı çocuklara okutmasak mı? Evet evet, karanlık mağaralarda
kör ama hâlinden memnun yaşamına devam eden balıkların bununla ne ilgisi var?
Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.96'da yayınlanmıştır.
Balıkların Bununla Ne İlgisi Var? -Avi- Çeviri: Şiirsel Taş- Hayy Kitap
Bir iki gün sıradan yaşamınızdan
çıkıp güzel bir çalışma kampına konuk olmaya ne dersiniz? Gençlik yıllarını benim
gibi böyle kampların hayaliyle süslemiş biriyseniz işte size bulunmaz fırsat. Ama
siz onu şu sıcak yaz günlerinde bir bardak limonata niyetine, içinizi
ferahlatmak için de okuyabilirsiniz. Elinize alınca bırakamayacağınızı peşinen
söyleyeyim. Zira bu kitabı sadece okumuyor, film gibi izliyor hatta yaşıyor insan.
Daha evvel atölye çalışmalarıyla
ve çocuk kitaplarıyla tanıdığımız Füsun Çetinel, bu defa bir gençlik romanıyla
okurlarının karşısına çıkıyor. “Duvarda 3 Hafta” kısa bir süre önce Günışığı
Kitaplığı’ndan yayınlandı. İyi bir anlatıcı olan Çetinel, yazdıklarını merakla
okutuyor. Akıcı üslubunun yanı sıra iyi oluşturulmuş karakterleriyle, hitap
ettiği yaş grubunun dilini ve yaşama bakışını kavrayış gücüyle de başarılı bir
kitap, Duvarda 3 Hafta.
Romanda bir çalışma kampında
geçen olayları kahramanın ağzından dinliyoruz. Melisa, tatilde, arkadaşları Ceren
ve Mısra’yla Amerika’daki yaz okuluna annesinin aniden işten çıkartılması
yüzünden gidemiyor. Bunun yerine ailesinin yönlendirmesiyle –Melisa’ya göre
annesinin zoruyla- Almanya’da bir çalışma kampına gitmek zorunda kalıyor. Henüz
yolun başında peş peşe olumsuzlarla karşılaşan Melisa, aksiliklerle dolu
yolculuğunu tamamlayıp kampa ulaştığında telefonun çekmediği, internetin
olmadığı bu yerde hiçbir şeyin istediği ve beklediği gibi olmadığını görüyor. Çalışma
grubunun lideri Fernando (İspanyol), farklı ülkelerden gelen Diana (Meksikalı),
Engrique, Claudia (İspanyol), Vera (Belaruslu), Saşa, Oleh (Ukraynalı), Rina (Koreli),
Raphaelle, Jonathan (Fransız) ve Melisa’ya yapacakları işi anlatıyor. Melisa
hiç tanımadığı gençlerle üç hafta bu kampta, hiç de konforlu olmayan koşullarda
kalacak, üstüne üslük tarihî bir duvarı yıkıp yerine yenisini örmek gibi oldukça
ağır bir işte çalışacak. Ayrıca çalışma arkadaşları arasında, hiç hoşlanmadığı,
Vera gibi felaket bir kız da bulunuyor. Melisa ilk hafta, başının sıkıştığı durumlarda
sürekli Los Angeles’taki arkadaşlarını düşünüp, onu buraya getiren şartları
hatırlayarak kamptan ayrılma hayalleri kursa da haftanın sonunda yavaş yavaş
grup arkadaşlarını tanıyor ve ortama alışıyor.
Grupta herkesin kampta olmak için
farklı sebepleri var. Kimi burs kimi iş istiyor. Mesela Fernando grup
liderliğinde başarılı olursa Almanya’da sürekli bir iş bulabilecek. Zaten iyi
bir lider olan bu çocuk, çok da sabırlı. Grupta dengeleri iyi koruyor ve çıkabilecek
sorunları önceden hesap etmekle kalmayıp gençlerin psikolojisini ustaca kontrol
ediyor, kampı onlar için eğlenceli hâle getiriyor. Kendine mahsus özellikleri
olan ilginç biri Jonathan. Raphaelle tam bir bilge, Vera ise tam bir baş
belası. Oleh ve Şasa’nın maddi koşulları iyi olmayan ailelerden geldikleri
belli. Diana çok güzel dans ediyor. Zamanla Melisa ön yargılarından kurtuluyor,
arkadaşlarını ve kampı sevmeye başlıyor. Onu buraya bağlayan bir aşk da ortaya
çıkınca kamp güzelleşiyor.
Çocuklar kampta, hayatlarında hiç
görmedikleri bir işle uğraşıyorlar. Taşları sökerken, taşırken, kırarken ve
yerleştirirken zorlansalar da bu işi gerçekleştirebilmek için verdikleri
mücadele onları yaptıkları işe bağlıyor. Çalışırken zorlandıkları yerde
ekskavatörlü Lukas ve Bay Traub yetişiyor. Gruba yardıma gelen yetişkinler de oldukça
çalışkan ve disiplinliler. Taş evlerin restorasyonunda, kilise mozaiklerinin
yenilenmesinde çalışan bir taş ustası Bay Traub. Hem neşeli, şakacı bir adam
hem de çocuklar için muhteşem bir öğretmen. Onlara taş yontmanın inceliklerini
öğretiyor.
İkinci hafta ‘bu kadar günü
geçirebildiğime göre devamını da getirebilirim’ diye düşünüyor Melisa. Farklı
ülkelerden ve kültürlerden gelen grup arkadaşlarını gözlemlerken bir yandan da yaşamını
ve ailesini sorguluyor, kendini eleştiriyor. Her şeyin alıştığından ve şimdiye
kadar ona öğretildiğinden farklı olduğunu görüyor. Yalnız kalma korkusuyla bugüne
kadar Ceren ve Mısra’nın isteklerine sürekli boyun eğmiş aslında. Oysa bu kampta
artık o, anne ve babasının prenses kızı değil. Burada toz toprağın içerisinde
çalışıp geceleri bir matın üzerinde, uyku tulumunun içerisinde uyuyor, soğuk
suyla duş alıyor, ne bulduysa onu yiyor. Ama Melisa da diğerleri gibi çok mutlu.
Üstelik burada olanları arkadaşlarına ve ailesine anlatsa da anlamayacaklarını,
hiçbirindeki güzelliği fark edemeyeceklerini biliyor. Yaşadıkları asla ‘parayla
ölçülebilecek şeyler’ de değil.
Aslında herkes için yeni
deneyimlerle dolu bu kamp. Duygu ve düşüncelerini aralarında özgürce ifade
edebiliyorlar. Hepsi kendi doğallığında davrandığı hâlde kimse birbirini
yargılanmıyor. Demek ki kurallar ve olmazsa olmazlar tarafından kuşatılmadan
sahici biri olabiliyor insan. Melisa da sonunda dert ettiği şeyleri
önemsememeyi öğrenip rahatlıyor. Burada farklılıklara rağmen aynı ortamı barış
içinde paylaşma, dayanışma ve ortak iş yapma bilinci kazanıyor. Grup ruhunun
yanı sıra bir grupta birey olmanın güzelliğini hissediyor. En önemlisi de
özgürlük... Kampta bir şeyi yapmak ya da yapmamak için anne babasından izin
alması gerekmiyor, her şeye kendisi karar veriyor. Üstelik ilk defa, yıllardan
beri tanıdığını hissettiği, kusurlarıyla benimsediği onu da öyle sevip
benimseyen gerçek bir erkek arkadaşı oluyor. İlk geldikleri günler kaçış yolları
arayan Melisa, son günler kamptan ve Şasa’dan ayrılacağı için çok üzülüyor.
Romanda yazar, gençler arasında
yaşanan duygusallığın ve aşkın sınırlarını da iyi çizmiş bence. Melisa’nın
utangaçlığını, kendi kendine “neden ben onlar kadar rahat olamıyorum” diye
sorgulamalarını dile getirirken bu davranışların altında yatan kültürel kodları
işaret etmiş ve üzerinde düşünülmesini sağlamış.
Kararlarını alabilen, başının
çaresine bakabilen özgür bireyler yetiştirdiğimizi sanırken bile çocuklarımızı
hep kanatlarımızın altında tutmak istiyoruz. Bu kitapta, daha önce kalıpların
ve kuralların içerisine sıkışıp kaldığını, bu yüzden kendi olamadığını çalışma
kampı sayesinde keşfederek büyüyen bir Melisa var. Bunu fark eden yalnızca o
mu? Sahi, biz yetişkinler ne kadar özgürüz? Tahmin ediyorum, kitabı okuyan
herkes az çok kendini bu konuda sorgulayıp payına düşeni alacak. Öyleyse
önceden öğrendiklerimizi yıkıp tıpkı kampta olduğu gibi aynı taşlarla yeni duvarlar
inşa etme zamanı… Bu, çok da zor olmasa gerek.