28 Kasım 2017 Salı

Gözsüz Balıkların Gözlerine Bakmak

Çocuk ve gençler için yazdığı kitaplarla çok sayıda ödül alan Amerikalı yazar Avi geç keşfettiklerimizden, dilimize az sayıda çevirisi yapılmış. Hayykitap tarafından Türkçe’ye çevrilip yayınlanmasının üstünden birkaç yıl geçmesine rağmen benim de okumakta geciktiğim kitaplardan biri “Balıkların Bununla Ne İlgisi Var?”. Avi’nin yedi öyküden oluşan eseri. Bugün artık çocuk ve gençlere yönelik çok sayıda kitap yazılıyor ama pek azı çocuk dilinden konuşup onların dünyasına yaklaşabiliyor, işte Avi bunlardan biri. Yazarın kendi hikâyesi de ilginç. Öğrencilik yıllarında özgün öğrenme güçlüğü yaşamış, başarısızlığını dikkatsizlik ve özensizliğe bağlayan büyüklerden çok çekmiş. Yazdıklarında çocuk ve gençlerin dünyasına bu kadar içeriden bakabiliyor oluşunu ve didaktizm peşine düşmeyişini belki geçmişteki bu ‘kusur’una borçludur, bilinmez.

Avi, yetişkin diline ve öğretisine, genel geçer kurallarına kafa tutan, büyükleri ters köşeye yatıran, aykırı ergenler için zaman zaman sertleşen bir dille ve sıradışı kurgularla yazmış bu kitaptaki öyküleri. Öykülerde yer alan yedi çocuk kahraman da 11-14 yaşlarındalar. Zaten o yaşlar, çocukluğun şekerli tadının bittiği, ışıltılı renklerin yavaş yavaş söndüğü çağlar. Kitaptaki çocuklar hayatın acımasız yüzüyle erken tanışmışlar; hemen hepsinin yürek burkan, hazin bir hikâyesi var. Hem kendilerine hem de hayatlarındaki yetişkinlere bir zamanlar bizim de sorduğumuz ama cevabını alamadığımız, sormamamız gerektiğine inandırıldığımız, cevapsızlıktan yorulup sormayı bıraktığımız sorular soruyorlar. Mesela ‘yapmak üzere olduklarımız gerçekten yapmak istediklerimiz midir, yoksa birinin bize yapmamızı söylediği şeyi mi yapıyoruz?’ gibi sorular... Tüm çocuklar gibi öykülerdekiler de aslında gerçeği en yalın hâliyle, oldukça net görüyorlar; yaşadıkları durumları anlamlandırma biçimleri ve sorunlarla baş etme yöntemleri kendilerine mahsus, en mühimi de büyüklerinkinden farklı.

Kitabın ilk öyküsünde -aynı zamanda kitaba adını veren öykü bu- mutluluğun ne olduğunu, sokakta karşılaştığı hasta bir dilenci üzerinden sorgulayan bir çocukla karşılaşıyoruz. Annesi Willie’ye dilencinin mutsuz olduğunu ve ona yaklaşmaması gerektiğini söylüyor. Oysa Willie o adama annesinden farklı bir gözle bakıyor ve başka bir dille ona yaklaşıyor, zarar da görmüyor ama annenin çocuğuyla dilenci arasındaki bu iletişimi anlaması mümkün değil. Willie’nin anlattığı, karanlık yüzünden görmeyi unutan “gözsüz balıklar” hikâyesi, öykünün mesajını oldukça çarpıcı hâle getiriyor. Kitabın ikinci öyküsünde ise kötülüğü meziyet sayan ama bir tesadüf sonucu başka bir insanı gözlerken, onun hikâyesini dinleyip içselleştirirken, bir bakıma kendini başka birinin aynasında izlerken büyüyen Matt Kaızer adlı bir çocuk var. Ne olduğunu daha doğrusu ne olmadığını bir başka kötüyle kendini kıyasladığında anlıyor Matt, aslında meselenin iyilik ya da kötülük olmadığını anladığı gibi. “Konuş Benimle”nin kahramanı, her gün aynı saatte, esrarengiz telefonlar alan ve zamanla telefondaki bilinmeyen kişiye iç dökmeye başlayan Maria isimli bir genç kız. Maria’nın abisi Brian, tıpkı yazar gibi ‘öğrenmeyi beceremeyen, kendine özgü’ biri. Ailesiyle yaşadığı sorunlar yüzünden evi terk etmiş ve kız kardeşi onu çok özlüyor. Bir diğer öyküde sınıfın zeki ve çalışkan öğrencilerinden Gregory’nin öğretmen Bayan Wessex’le yaşadığı bir sorun nedeniyle arkadaşları tarafından intikam almaya kışkırtılışı anlatılıyor. Haksızlık eden öğretmenine ders vermek isteyen Gregory’nin çocukça girişimi, olayın iç yüzünü öğrenmekle iyiliğe dönüşüyor ve öğretmeni de değiştiriyor. “Evcil Hayvanlar” öyküsünün kahramanı Ivy’nin evde kraliçeliğini ilan etmişken birden bire ölen bir kedisi var. Melek öyle bir kedi ki ölümden sonra bile hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Önce arkadaşı Gölge’yi peşinden ölüme sürüklüyor, sonra kendisine hizmet etmesi için Ivy’yi de götürmeye geliyor. “İçinde Ne var?” öyküsünde okul ödevi olarak birbirinin tıpatıp aynı iki kutu yapan bir çocuğun başına gelenler anlatılıyor. Kutular benzerlikleri sebebiyle bir ölüm kalım meselesinin aracı hâline geliyorlar, ama onları yapan çocuğun zekâsı sayesinde sorun çözülüyor. “Şans Kurabiyesi” annesi ve babası boşanmış olan, babasının sorumsuzluğu yüzünden sıkıntılar yaşayan ve babasına bir ders vermek isteyen Parker’ın öyküsü. Anne ve babasıyla çıktıkları akşam yemeğinden sonra annesine “Senin için içimde sevgiden daha iyi bir şey var. (…) sana güveniyorum.(…) Bu da benim seni incitebileceğim anlamına gelir. (…) ben seni incitsem de sen beni incitmezsin.” diyor. Bir çocuğun gözünden sanırım anneliğin en güzel tanımı bu ifadeler.

Avi’nin okurunu derinlere çağıran sesini, önce büyüklerin duymaya ihtiyacı var. O bizi yanına bile yaklaşmaya korktuğumuz şeylerle, onların en sade hâlleriyle yüzleşmeye davet ediyor. Öykülerindeki, uyum yerine uyumsuzluk gösteren, itiraz eden, yeri geldiğinde acımasız olabilen çocuklarla yapıyor bunu. Onlarla tanışmalısınız. Mesela içinde hep koca bir hiç olmak korkusu taşıyan Danny’yi herkes tanımalı. Mutluluk, sevgi, bağlılık, sorumluluk, ayrılık, değersizlik duygusu gibi kavram ve durumlara çocuk gözünden bakmaya, hüsranı onların gözlerinden okumaya var mısınız? Bu biraz cesaret istiyor da. Çocukların bilmesini, düşünmesini pek istemediğimiz şeyler yazıyor bu kitapta. Ergenler bu kitabı, anlatamadıklarını dile getiren, onların sesi olan bir yazarın varlığına içten içe sevinerek okuyacaklar. Hatta bu kitabı çocuklara okutmasak mı? Evet evet, karanlık mağaralarda kör ama hâlinden memnun yaşamına devam eden balıkların bununla ne ilgisi var? 

Tuba Dere- Ayraç Dergisi s.96'da yayınlanmıştır.

Balıkların Bununla Ne İlgisi Var? -Avi- Çeviri: Şiirsel Taş- Hayy Kitap


17 Ekim 2017 Salı

Çocukları Büyüten Bir Çalışma Kampı

Bir iki gün sıradan yaşamınızdan çıkıp güzel bir çalışma kampına konuk olmaya ne dersiniz? Gençlik yıllarını benim gibi böyle kampların hayaliyle süslemiş biriyseniz işte size bulunmaz fırsat. Ama siz onu şu sıcak yaz günlerinde bir bardak limonata niyetine, içinizi ferahlatmak için de okuyabilirsiniz. Elinize alınca bırakamayacağınızı peşinen söyleyeyim. Zira bu kitabı sadece okumuyor, film gibi izliyor hatta yaşıyor insan.

Daha evvel atölye çalışmalarıyla ve çocuk kitaplarıyla tanıdığımız Füsun Çetinel, bu defa bir gençlik romanıyla okurlarının karşısına çıkıyor. “Duvarda 3 Hafta” kısa bir süre önce Günışığı Kitaplığı’ndan yayınlandı. İyi bir anlatıcı olan Çetinel, yazdıklarını merakla okutuyor. Akıcı üslubunun yanı sıra iyi oluşturulmuş karakterleriyle, hitap ettiği yaş grubunun dilini ve yaşama bakışını kavrayış gücüyle de başarılı bir kitap, Duvarda 3 Hafta.

Romanda bir çalışma kampında geçen olayları kahramanın ağzından dinliyoruz. Melisa, tatilde, arkadaşları Ceren ve Mısra’yla Amerika’daki yaz okuluna annesinin aniden işten çıkartılması yüzünden gidemiyor. Bunun yerine ailesinin yönlendirmesiyle –Melisa’ya göre annesinin zoruyla- Almanya’da bir çalışma kampına gitmek zorunda kalıyor. Henüz yolun başında peş peşe olumsuzlarla karşılaşan Melisa, aksiliklerle dolu yolculuğunu tamamlayıp kampa ulaştığında telefonun çekmediği, internetin olmadığı bu yerde hiçbir şeyin istediği ve beklediği gibi olmadığını görüyor. Çalışma grubunun lideri Fernando (İspanyol), farklı ülkelerden gelen Diana (Meksikalı), Engrique, Claudia (İspanyol), Vera (Belaruslu), Saşa, Oleh (Ukraynalı), Rina (Koreli), Raphaelle, Jonathan (Fransız) ve Melisa’ya yapacakları işi anlatıyor. Melisa hiç tanımadığı gençlerle üç hafta bu kampta, hiç de konforlu olmayan koşullarda kalacak, üstüne üslük tarihî bir duvarı yıkıp yerine yenisini örmek gibi oldukça ağır bir işte çalışacak. Ayrıca çalışma arkadaşları arasında, hiç hoşlanmadığı, Vera gibi felaket bir kız da bulunuyor. Melisa ilk hafta, başının sıkıştığı durumlarda sürekli Los Angeles’taki arkadaşlarını düşünüp, onu buraya getiren şartları hatırlayarak kamptan ayrılma hayalleri kursa da haftanın sonunda yavaş yavaş grup arkadaşlarını tanıyor ve ortama alışıyor.

Grupta herkesin kampta olmak için farklı sebepleri var. Kimi burs kimi iş istiyor. Mesela Fernando grup liderliğinde başarılı olursa Almanya’da sürekli bir iş bulabilecek. Zaten iyi bir lider olan bu çocuk, çok da sabırlı. Grupta dengeleri iyi koruyor ve çıkabilecek sorunları önceden hesap etmekle kalmayıp gençlerin psikolojisini ustaca kontrol ediyor, kampı onlar için eğlenceli hâle getiriyor. Kendine mahsus özellikleri olan ilginç biri Jonathan. Raphaelle tam bir bilge, Vera ise tam bir baş belası. Oleh ve Şasa’nın maddi koşulları iyi olmayan ailelerden geldikleri belli. Diana çok güzel dans ediyor. Zamanla Melisa ön yargılarından kurtuluyor, arkadaşlarını ve kampı sevmeye başlıyor. Onu buraya bağlayan bir aşk da ortaya çıkınca kamp güzelleşiyor.

Çocuklar kampta, hayatlarında hiç görmedikleri bir işle uğraşıyorlar. Taşları sökerken, taşırken, kırarken ve yerleştirirken zorlansalar da bu işi gerçekleştirebilmek için verdikleri mücadele onları yaptıkları işe bağlıyor. Çalışırken zorlandıkları yerde ekskavatörlü Lukas ve Bay Traub yetişiyor. Gruba yardıma gelen yetişkinler de oldukça çalışkan ve disiplinliler. Taş evlerin restorasyonunda, kilise mozaiklerinin yenilenmesinde çalışan bir taş ustası Bay Traub. Hem neşeli, şakacı bir adam hem de çocuklar için muhteşem bir öğretmen. Onlara taş yontmanın inceliklerini öğretiyor.

İkinci hafta ‘bu kadar günü geçirebildiğime göre devamını da getirebilirim’ diye düşünüyor Melisa. Farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen grup arkadaşlarını gözlemlerken bir yandan da yaşamını ve ailesini sorguluyor, kendini eleştiriyor. Her şeyin alıştığından ve şimdiye kadar ona öğretildiğinden farklı olduğunu görüyor. Yalnız kalma korkusuyla bugüne kadar Ceren ve Mısra’nın isteklerine sürekli boyun eğmiş aslında. Oysa bu kampta artık o, anne ve babasının prenses kızı değil. Burada toz toprağın içerisinde çalışıp geceleri bir matın üzerinde, uyku tulumunun içerisinde uyuyor, soğuk suyla duş alıyor, ne bulduysa onu yiyor. Ama Melisa da diğerleri gibi çok mutlu. Üstelik burada olanları arkadaşlarına ve ailesine anlatsa da anlamayacaklarını, hiçbirindeki güzelliği fark edemeyeceklerini biliyor. Yaşadıkları asla ‘parayla ölçülebilecek şeyler’ de değil.

Aslında herkes için yeni deneyimlerle dolu bu kamp. Duygu ve düşüncelerini aralarında özgürce ifade edebiliyorlar. Hepsi kendi doğallığında davrandığı hâlde kimse birbirini yargılanmıyor. Demek ki kurallar ve olmazsa olmazlar tarafından kuşatılmadan sahici biri olabiliyor insan. Melisa da sonunda dert ettiği şeyleri önemsememeyi öğrenip rahatlıyor. Burada farklılıklara rağmen aynı ortamı barış içinde paylaşma, dayanışma ve ortak iş yapma bilinci kazanıyor. Grup ruhunun yanı sıra bir grupta birey olmanın güzelliğini hissediyor. En önemlisi de özgürlük... Kampta bir şeyi yapmak ya da yapmamak için anne babasından izin alması gerekmiyor, her şeye kendisi karar veriyor. Üstelik ilk defa, yıllardan beri tanıdığını hissettiği, kusurlarıyla benimsediği onu da öyle sevip benimseyen gerçek bir erkek arkadaşı oluyor. İlk geldikleri günler kaçış yolları arayan Melisa, son günler kamptan ve Şasa’dan ayrılacağı için çok üzülüyor.

Romanda yazar, gençler arasında yaşanan duygusallığın ve aşkın sınırlarını da iyi çizmiş bence. Melisa’nın utangaçlığını, kendi kendine “neden ben onlar kadar rahat olamıyorum” diye sorgulamalarını dile getirirken bu davranışların altında yatan kültürel kodları işaret etmiş ve üzerinde düşünülmesini sağlamış.

Kararlarını alabilen, başının çaresine bakabilen özgür bireyler yetiştirdiğimizi sanırken bile çocuklarımızı hep kanatlarımızın altında tutmak istiyoruz. Bu kitapta, daha önce kalıpların ve kuralların içerisine sıkışıp kaldığını, bu yüzden kendi olamadığını çalışma kampı sayesinde keşfederek büyüyen bir Melisa var. Bunu fark eden yalnızca o mu? Sahi, biz yetişkinler ne kadar özgürüz? Tahmin ediyorum, kitabı okuyan herkes az çok kendini bu konuda sorgulayıp payına düşeni alacak. Öyleyse önceden öğrendiklerimizi yıkıp tıpkı kampta olduğu gibi aynı taşlarla yeni duvarlar inşa etme zamanı… Bu, çok da zor olmasa gerek.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.94'te yayınlanmıştır.

Füsun Çetinel, Duvarda 3 Hafta, Günışığı Kitaplığı

25 Temmuz 2017 Salı

Çatıdan Dünya’ya Açılan Kapı

Bir yazar düşünün hep okumak istediğiniz kitaplar yazıyor. Mümkün mü? Benim gibi Behiç Ak hayranıysanız, mümkün. Onun kitaplarının hangisini elinize alırsanız alın, daha kapağını açar açmaz, nefis bir dille ve çocukluğa ait, çekim gücü yüksek tatlarla karşılaşırsınız. Hiçbirinin yaş aralığı yoktur. Karikatürist ve yönetmen kimlikleriyle de tanıyoruz Behiç Ak’ı. Kitaplarını kendi resimliyor. Çocuk dünyasının sırlarına vakıf, yazarak çizerek oyun oynayan, üretken -aynı zamanda bol ödüllü- gerçek bir sanatkâr o. Bize bildiğimiz, gözlemlediğimiz, bir parçası olduğumuz hayatı anlatıyor hep ama kendine özgü üslubuyla, ince ayar esprileriyle ve kendince dokunuşlarla, harika kurgular yaratıveriyor. Bu nedenle dizinin dibine oturup “Bu iş nasıl oluyor, hele bir anlatın.” demek istediğim yazarlardan Behiç Ak.

Sevgili yazarımız, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son çocuk romanı Çatıdaki Gezegen’de okurlarını yüksek katlı apartmanların ve gökdelenlerin çatı katından yeryüzüne bakmaya çağırıyor. Sokaklarda oyun oynamayı, özgürce gezip dolaşmayı bilmeyen çocukların mahkum edildikleri yaşamdan bir nevi kaçış planı bu kitap. Her şeyin farkında olan, yetişkinlerin dünyasına, alışkanlıklarına direnen, yaşama başka renkler katan çocuklar var yine içinde. Kitabın kahramanı Serdar, modern dünyanın apartmanlarda yaşayan “paket çocuklar”ından. Hiçbir suç işlemediği hâlde sokağa çıkma yasağı ile cezalandırılmış, toprağa neredeyse hiç ayak basmıyor, gün yüzü görmüyor. Hayatında bilgisayar oyunları, sosyal medya, hayali ve sanal arkadaşlıklar var; gerçek ilişkiler yok. Her yere arabayla götürülüyor ama bu, Serdar’ın istediği bir şey değil. Anne ve babası onu böyle koruduğuna inanıyor.

Can sıkıntısından patladığı ve pazar temizliği işkencesinden kaçtığı bir gün komşularının kızı -çatıdaki adı Cerenimo olan- Ceren’le yaşadıkları evin çatı katına çıkıyor Serdar. Çatı katı ona hiç tanımadığı ama içine girince çok seveceği büyülü bir dünyanın kapılarını aralıyor. Hele terasa çıkınca şehrin ve Boğaz’ın ayaklarının altında halı gibi serildiğini görüyor. Herhangi bir yere yetişmek telaşı yaşanmayan, zamanın başka türlü geçtiği, hikâyesi olan bir yer çatı. Aşağıda olmayan, internet öncesi döneme ait şeyler, apartman sakinlerinin sokağa atmaya kıyamadığı ama kurtulmak istedikleri eşyalar, ‘özgür uçan tavuk’lar -Mançalı Asilzade Donkişot bile- hep orada. Kaptan Ahab’a öykünerek seyir defteri tutan eski bir apartman sakininin hatıra defterini bulmak, o vakte kadar ancak kısaltılmış biçimini okuduğu kitapların orijinallerine rastlamak ve şiirler okumak Serdar’ın hayatını değiştiriyor. Çatıdaki kitaplar sayesinde roman kahramanlarıyla yeniden tanışıyor. Don Kişot’a hayran kalıp bir süre onu taklit edince başı biraz derde giriyor. Çatının Serdar’ın hayatına getirdiği yenilikler bitecek gibi değil. Eski şapkalar giyip okula gitmek, kaybolanlar listesi tutmak ve sayı perhizi yapmak bunlardan birkaçı.

Bu gizemli dünyanın içinde Ceronimo ve Serdar yalnız da değil üstelik, onlar gibi çatıdaki gezegeni keşfedip müdavimi olmuş, yüzlerini görüp tanımadıkları ama işaretler alarak farklı yöntemlerle haberleştikleri, toplantılar yapıp kararlar aldıkları onlarca kişi bulunuyor, etraftaki evlerin çatı katlarında. Hatta bunların gizli bir kulübü bile var. Çatı, özellikle evinde kendini fazlalık gibi hisseden insanları davet ediyor. Çatı katı sakinlerinin en ilginçlerinden biri Öksüz Adam. Serdar onun sayesinde cesaretini toplayıp tehlikeyi göze alarak sokağa inmeye başlıyor. Yıllardır anne babasının kendisi adına taşıdıkları kaygıların ne kadar yersiz olduğunu görüyor böylece. Serdar sokağı keşfetse de çatı katının kendileri için anlam ve önemini kaybetmesini de istemiyor hatta Ceren, aşağıdaki herkesi çatı katına çıkarmak istiyor, tesadüfi bir olay da çocuklara yardım ediyor.

Sokağa çıkamayan çocukların çatıya çıkarak dünyaya açılma eylemidir Çatıdaki Gezegen. Eve, ailesine, internete bağımlı çocukların özgürleşme hareketi. Kitap aynı zamanda günümüz insanının yaşama bakışını da ironik biçimde ele alıyor. Bugünkü anlayışa ters, olmayacak şeylerden söz ediyor sanki. Düşsel unsurlar ve motifler taşıyor. Öte yandan bizi “böyle bir dünya mümkün”e inandıracak kadar sahici Çatıdaki Gezegen, diğer Behiç Ak kitapları gibi. Olmayacak işleri mümkün kılacak kadar umutlu. Çocukların kararlılık ve olgunluğunun bizi kurtaracağına dair inancımızı tazeliyor.

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.92'de yayınlanmıştır.

Çatıdaki Gezegen, Behiç Ak, Günışığı Kitaplığı



17 Mayıs 2017 Çarşamba

Nerede Kaldınız, Peyami Bey?

Tanpınar’dan bile önceydi benim Peyami Bey’le tanışıklığım. O benim için ilk esaslı yazardı. Sözde Kızlar’la başlayıp (onun yazdıklarına yetişmek zor olsa da) külliyatını okumaya varacak kadar sıkı bir dostluğumuz oldu kendisiyle. Ne hikmetse ben de okurken onunla hep ruhsal diyaloglara girer, bu sırada kendisine “Peyami Bey” diye hitap ederdim. Ayrıca Yalnızız romanının kahramanı Samim, eski ahbaplarımdandır; Simeranya benim de hayal ülkem sayılır. Hamdi Koç’un adıyla bile “Yalnızız”ı çağrıştıran son romanı “Yalnız Kaldınız, Peyami Bey”e nasıl çekildiğim bu açıklamalardan anlaşılmıştır, sanırım. Bakalım, Hamdi Koç’un Peyami Bey’i benim hayalimdekiyle örtüşecek mi diye merakla başladım okumaya.  

Hamdi Koç bu romanında ‘mirası reddedilmiş, adı bile antika olmuş’ bir yazarı, Peyami Safa’yı kahramanlarından biri kılar ama kitabı biyografik bir roman beklentisiyle eline alacak okurların hayal kırıklığına uğrayacağını baştan belirtelim. Her ne kadar kurgu Peyami Safa’nın kişisel özellikleriyle, kitaplarından izlerle ve motiflerle zenginleştirilmiş olsa da bu bizim bildiğimiz Peyami Safa değildir, buradaki Simeranya da Yalnızız’ın Simeranyası değil. Hamdi Koç, Peyami Bey karakteriyle kitabının kurgusuna uygun bir başka yazar tasavvur etmiş, bu konuda kendisine yöneltilebilecek eleştiriler için de elbette bir cevap hazırlamış “…benim Peyami Safa tasavvurum bu. Siz de sizinkini yazın...”(s.41).

Kitap, önce kendisinin öldüğünü zanneden ancak henüz hayattan kopmamış, komadaki bir hastanın, aynı zamanda romanın anlatıcısı ve yazar olan kahramanın Peyami Bey adlı kahramanla ilişkisini yani iki farklı kuşaktan yazarın özü yazıya dayanan çekişmeli, sürtüşmeli dostluğunu konu ediniyor. Önceleri birbirinden kuşku duyan bu iki kahramanın aralarındaki zıtlıklara rağmen bir süre sonra gelişen arkadaşlığının hikâyesi. Kitapta adı belirtilmeyen anlatıcı kahramanın verdiği ölüm kalım mücadelesi ve acılı yaşam hikâyesi, Doktor Ramiz, hastaneye benzeyen bir oda, yatak ve battaniye gibi unsurlar bize Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu çağrıştırsa da oluşturulan evrenin Simeranya olarak adlandırılması ve ayrıntılar, kahve leit motifi bile, Yalnızız’a gönderme. Koç, rüya ikliminde kurulmuş, zaman zaman Hollywood filmlerini hatırlatacak bir roman atmosferi sunuyor okuruna, belki ölümlülerin değil, öldüğü için artık ölmekle kayıtlanmayacak ölümsüzlerin diyarından sesleniyor.(Ama buradakiler bile ölmekten korkuyor.) Bilmediği bir nedenle yediği şiddetli dayaktan ötürü ölümle burun buruna gelerek Peyami Bey’in bulunduğu boyuta, tabiri caizse yerçekimsiz ortama düşen anlatıcı, kitap boyunca karşılaştığı kişileri ve orada oluşturulmuş kurgusal dünyayı tanıyıp anlamaya çalışıyor.

Simeranya olduğunu öğrendiğimiz bu öteki boyutta Peyami Bey, bir roman yazmakta, ayrıca anlatıcı kahramandan da gerçek hayata dönüp kendisiyle ilgili bir roman yazmasını istemektedir. Zaten yaşama karşı isteksiz ve mutsuz olan anlatıcı ise ölüp gerçek hayattan kurtulma arzusundadır ancak orada yaşadıkları ve tanık olduğu tuhaf olaylar da kafasını karıştırır. Peyami Bey ve Doktor Ramiz’le kendisini öldürmeye çalışanların peşine düşer. Söz konusu bölümde kurgu polisiye bir hâl alır. Bu sırada yaşarsa gerçek hayatta, gelecekte başına neler geleceğini görür, iyice kararsız kalır. Öte yandan akıl sır erdirilmez olaylar olmaktadır Simeranya’da. Mesela Peyami Bey’in iradesine bağlı olarak kar yağar, fırtına çıkar. Kitapları bile korkutacak kadar öfkelenebilir Peyami Bey, volta atarken duvarlardan geçebilir. Yanan insanlar, yer altına inen merdivenler, yılanlar tarafından öldürülmeye çalışılan ecinni kadınlar vardır. Sık sık fantastik unsurlar devreye girer. Kahramanlar genellikle psişik yönleri olan kişilerdir. Simeranya’daki gerçekliği Peyami Bey yönetse de Doktor Ramiz’le aralarında uzun tartışmalara neden olan, sürekli bir iktidar çatışması vardır. Doktor Ramiz bir otorite alternatifi oluşturmaya ve diktatör olmaya hazırlanmaktadır. Peyami Bey’in ayak işlerine bakan, anlatıcıya polisleri atlatmak konusunda yardımcı olan “Yavrum” diye anılan bir çocukla, Cavit Bey’i arayan bir kadın kahraman, anlatıcının bir kez görüp âşık olduğu, daha sonra göremediği ancak varlığını sezebildiği Seniha adlı kadın da bir görünüp bir kaybolarak kurgunun gizemini arttırırlar. Sanki Peyami Bey’in içinden ara sıra nizam ve disiplin düşkünü bir doktorla -Doktor Ramiz- bir şeytan çıkmakta, Simeranya’nın hâkimiyetini bir biri, bir öteki ele geçirmekte, hatta Peyami Bey’i bitirmeye ve kurguyu da yönetmeye kalkışmaktadırlar. Belki kahramanları Peyami Bey’den güçlüdür. Peki bu kahramanlar kimin kahramanıdır aslında, Hamdi Koç’un mu, Peyami Bey’in mi?

Romanda olaylar, rüyalardaki gibi parça parça ve kopuk kopuktur hatta aralarında bütünlük sağlanması zordur, kitapta bu duruma da bir açıklama getirilmiş tabii. Bir yerde yazar Peyami Bey’e “Hiçbirimiz hayatı rüyaları anlayabildiğimizden daha fazla anlamadık. Bir rüyayı diğerine bağlayamadık.” (s.209) dedirtir. Nasıl rüyada olmayacak işler başımıza geldiğinde sorgulamadan kabullenip yaşıyorsak hayatta ve kitap da anlamaya çalışma çabası nafiledir. Bazen hikâyenin hızına ve cazibesine kapılmak yeter.

İnsanı, söz ve davranışlarını, rollerini, toplumu iyi analiz eden Hamdi Koç, bu romanında da sık sık psikolojik tahlillere yer veriyor ve altı çizilecek cümleler kuruyor. Satır aralarında günümüz siyasi yaşamına ve gündeme göndermeler yapmaktan da çekinmiyor.

Yazı rüyaya benzer mi? Kurgu tamamen bilinçle yapılan bir iş mi? Kurmacada kuran/yazan ne kurduğunu biliyor mu, yoksa kahramanlar burada olduğu gibi başına buyruk davranarak, alıp başını gidiyor mu? Yazarlar kahramanlarıyla empati kurmaya ve onları anlatmaya çalışırken Peyami Bey gibi sancılar mı çekiyor? Yazar yazıdan başka nelerle mücadele ediyor? Kitabı okurken bu ve benzeri soruları sormadan edemiyor insan. Çünkü Yalnız Kaldınız, Peyami Bey, aynı zamanda bir yazma serüveni hikâyesi. Koç, kitabında yazarlığın sırlarına değinip kurgunun gelişim evrelerini de gösteriyor. Mesela ilk bölümlerde üç kahramanın diyaloğuyla kurulan hikâye çatısı sonrasında yeni kişiler ve olaylarla zenginleşip hız kazanıyor.

Peyami Safa, Hamdi Koç’un romanını okusa ne düşünürdü bilemem. Yıllar sonra bir romancının, yaşam hikâyesinin ve yazdıklarının değil, kendisinden ilhamla, adını adından alan kurgusal bir kahramanın peşine düşeceğini söyleseler durumdan pek hoşnut olmazdı herhâlde ama bu kitapla modern edebiyatın gündemine geldiği için de sevinirdi belki. Zaten hikâye, yazarın ve kahramanın birbirine tahammülünden başka nedir ki?


Neticede her şeyin sonunda bize kalacak olan hislerdir, bu kitaptaki gibi. Rüyaların ruhumuzda bıraktığı iz gibi. Belli ki Hamdi Koç herkes bu kitaptan ayrı bir tat alsın istemiş. Tam olarak izahı zor, kitaptan, tatlı tuzlu karışık, buruk bir tat kaldı dilimde. Bakalım siz okuyunca neler hissedeceksiniz?

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.90'da yayınlanmıştır.

Yalnız Kaldınız Peyami Bey, Hamdi Koç, Can Yayınları

11 Nisan 2017 Salı

Doğru Bildiğimiz Yanlışlar ve İşe Yaramaz Sanılan İşler

Öncekilerden biliyorum, Ömer Açık kitaplarını okumak, tabiri caizse çekirdek çitlemek gibi, bir başladı mı elinizden bırakamıyorsunuz. Şöyle bir göz atayım diye ilk sayfayı çevirseniz, bakmışsınız ki kitabın sonu gelmiş hatta bittiğine üzülüyorsunuz. Yazarın yeni kitabı “Montsuzlar’ ı da aynı biçimde okudum, hem bir solukta hem heyecanla hem de gururlanarak ve gözlerime doluşan yaşları kovarak.

Tam, toplumda artık birey olduğunu ifade etmek isteyen gençlere göre bir roman Montsuzlar. Ömer Açık’ın diğer kitapları Menekşe İstasyonu ve Benim Babam Ömür Adam’a göre daha büyük yaşta okurlara hitap ediyor. Kitabın kahramanı Veysel, liseye yeni başlamış; Adana’da on yıldır, otoriter ve disiplinli yönetimiyle, iyi bir eğitim kurumu olarak tanınan Yunus Emre Lisesi’nde dokuzuncu sınıf öğrencisi. Yunus Emre Lisesi ise bu otoriter eğitim düzenini, öğrenciler arasındaki lakabıyla İbili’ye yani okul müdürü İbrahim Demirdöven’e borçlu.
Veysel’in ailesi Eşiyok’lar, iş yaşamında sürekli sorunlar yaşayan, doğru söylediği ve dürüst davrandığı için dokuz köyden kovulup “sürgün” edilen baba Eşiyok yüzünden şehir şehir dolaşmak zorunda kalmış. Adana’ya da üç yıl önce sürülmüşler. Mühendis olan baba Eşiyok ile şehir içi otobüs şoförü anne Eşiyok’un Veysel’den başka iki çocuğu daha var; Sevim ve Elif. Akşamları tüm aile, bir masa etrafında toplanıp çekirdek çitleyerek Sevim’in deyimiyle Çekirdek Terapi seansları sırasında sohbet edip dertleşiyor.

Yunus Emre Lisesi’nin şehrin her yerinde tanınmasının bir sebebi daha var; öğrencilerin giydikleri, okul tarafından dağıtılan, armalı montlar. Sene başında -her yıl olduğu gibi- dokuzuncu sınıflara verilecek olan montların dağıtımı sırasında, alfabetik sıralama yüzünden yaşanan adaletsizlik, romanın kahramanı Veysel’i dönem sonunda okulun da kahramanı yapıyor. Montsuzlar bu sürecin hikâyesi ve kitap adını buradan almış. Olaylar, mont alamayan öğrencilerden biri olan Veysel’in bütün sıralamaları kendisine göre yaptığımız, esasen hiçbir mantıksal nedene dayanmayan alfabetik sırayı sorgulamasıyla başlıyor. Harfleri böyle bir sıralamayla birbirinin peşine takmak kimin fikriydi acaba? Veysel ve arkadaşı Yelda düştükleri haksız duruma itiraz etmek niyetiyle okul müdürü İbrahim Bey’le görüşüyorlar ancak İbili’yle yaptıkları konuşma, beklentileri sadece anlaşılmak olan çocukları hiç de tatmin etmiyor, bilakis otoriteyi enselerinde hissetmelerine neden oluyor. Baskı, maruz kalanlar için gayrı meşru yolları bile meşru kılar. Birkaç hafta sonra söz konusu itiraz, tüm sınıflara gizlice dağıtılan bir “bildiriye” dönüşüyor. Bildiriyi yazıp duvar panolarına asarak düşüncelerini özgürce söylemek ve bir tartışma başlatarak eğlenmek isteyen Veysel’i tespit etmek okul idaresi için çocuk oyuncağı. Bu olay üzerine rehber öğretmen Ayla Hanım, olayın büyüyüp uzamamasını engellemek amacıyla Veysel’i kütüphanede sıkıştırıp tehditkâr bir konuşma yapıyor.

İnsanların özgürce düşüncelerini ifade edemediği bir ortamda herkes konuşmak, en azından uğuldaşmak için gözü pek birinin öncü olmasını bekler. Yunus Emre Lisesi’nde de ilk adımı atma cesaretinin gösterilmiş olması, olgunlaşarak patlama noktasına gelmiş, otoriteye karşı direncin ortaya dökülmesine sebep oluyor. Delinin kuyuya attığı taş yok sayılsa da suda yarattığı haleler genişliyor. Veysel’in başlattığı hareket, kartopu etkisiyle büyüyor,  öğretmenler ve öğrenciler arasında delikanlıyı gizli ya da açıktan destekleyenler çıkıyor. Veysel’in yazısından kısa bir süre sonra sınıf panolarına ve okulun birçok yerine yeni bildiriler, Aziz Nesin’in “Çocuklarıma” ve Can Yücel’in “El Tutuşa Tutuşa” şiirleri asılıyor. Okul idaresi içinse olanlardan sorumlu tutulacak tek kişi var: Veysel. Oysa kulüplerde yapılan etkinlikleri, başlatılan imza kampanyasını, münazarayı kısacası olup bitenleri Veysel de şaşkınlıkla ama bir yandan da düşüncelerinin başkaları tarafından paylaşılmasının gururuyla izliyor. Bu arada alfabetik sıralama mağduriyeti, okul takımlarının ve halk oyunları ekibinin okullar arası yarışmalarda son sıralarda yarışmaktan ötürü başarısız oluşlarıyla da yeniden gündeme geliyor. Okulda yaşananlar esasen Veysel’i olgunlaştırıyor, toplumda hakkını savunmanın ve düşüncelerini açıkça söylemenin bir bedeli olduğunu fark ediyor, sürekli şehir değiştirmelerine neden olan babasını yıllardır gereksiz yere suçladığını anlayarak ona hak vermeye başlıyor. Öğrencilerin çoğunluğu tarafından benimsenen, ifade özgürlüğü mücadelesi farklı biçimlerde sürerken esas taşı gediğine koyacak hamle yine, Edebiyat Kulübü’nün çıkardığı okul dergisi Donkişot’a zehir zemberek bir yazı hazırlayan Veysel’den geliyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de mücadeleyi gençlerin kazanacağını, onların kazanmasının yetişkinler adına kazanç olacağını aslında okul müdürü İbrahim Bey de biliyor.

Akıcı üslubu ve sağlam kurgusuyla okur gönlünü çarçabuk fetheden Ömer Açık’ın bu romanının da sıkı bir çalışma ürünü olduğu ortada. Kitabı okuyanlar, eminim iyi huylu, aslan yürekli Veysel’i pek sevecekler. Montsuzlar -bildirilerde yer alan şiirlere kadar- detaylarıyla ustaca işlenmiş bir roman. Kurgusal dönemeçler okuyucu üzerinde etki yaratacak biçimde hazırlanmış. Metnin mesajlarına hizmet edecek Çağlar Öğretmen ve baba Ekşiyok gibi karakterler, mücadeleci kişilikleriyle ele alınmış. Veysel’in duygularıyla ilgili anlatımlar, öğrenci gruplarının başlayan hareketi benimseyiş biçimi ve tepkileri bir eğitimci olan yazarın iyi bir gözlemci olduğunu ve ergen psikolojisinden de iyi anladığını gösteriyor.


Montsuzlar, aile içi ilişkilerde ve okulda dayanışma, adalet, disiplin, ifade özgürlüğü gibi kavramları sorguluyor. Hatta yazar bir ara projektörü okul kütüphanelerinin durumuna ve bunlardan yararlanan azınlığa bile çeviriyor. Eşiyok’larla demokratik ve ideal bir aile modeli ortaya koyulmuş. Otoriter tavrın tüm katılığına rağmen kitaptaki okul ortamının, idareci, öğretmen, öğrenci ilişkilerinin de gerçek hayattakinden daha medeni olduğunu burada belirtmeden edemeyeceğim. Uzun lafın kısası Montsuzlar, keyfi sebeplerle konulmuş, benimsenip kabul gördüğü için de sorgulanmamış kuralları gözden geçirmemize sebep olacak, gençlerin ve yetişkinlerin zevkle okuyacakları bir roman. Bu romanı içinde bir Veysel taşıyan herkes mutlaka okumalı. 

Tuba Dere, Ayraç Dergisi s.89'da yayınlanmıştır.

Montsuzlar, Ömer Açık, Günışığı Kitaplığı

Yaşasın! Kopenhag’ın Kedileri

Bir kargo paketinden daha, görmeyi çok istediğim kitaplardan biri çıktı. Joyce’un torunu Stephan, dedesinin mektuplarını alınca benim kadar sevinmiş miydi, bilemem. Ben, çiçeği burnunda bir yayın evinden –Hep Kitap’tan- çıkmış, oldukça iyi bir baskıyla hazırlanmış, bu tarihî kitabı Kopenhag’ın Kedileri’ni elime alınca pek heyecanlandım.

Kitap Ulysses, Dublinliler, Sanatçının Genç Adam Olarak Portresi eserleriyle tanınan, geçen yüzyılın büyük şair ve yazarı James Joyce’un dört yaşındaki torunu Stephan’a postayla gönderdiği iki mektuptan biri. Anlaşıldığı üzere aslında basılmak üzere yazılmamış. Joyce gibi imgesel, lirik şiir dilini çok iyi bilen bir dedeyle torunu arasındaki konuşmalara, zamanla kurulmuş özel iletişime ve çağrışımlara dayanan iki kısa öykü bunlar. Mektuplardan ilki Kedi ve Şeytan adıyla birkaç yıl önce İletişim Yayınları’ndan çıkarak okurla buluşmuştu. Kopenhag’ın Kedileri, ikinci mektup. Her iki mektubun çevirisini de Celâl Üster yapmış[1]. Bu kitabın illüstrasyonları ise Casey Sorrow’a ait.

Mektupların bulunma ve yayınlanma hikâyesi de ilginç. İlk mektup daha önce İngiltere’de farklı yayın evleri tarafından birkaç kez resimlenip basılmış. İkinci mektup ise 2006 yılında Joyce Vakfı’na bağışlanan bir bavul dolusu yıpranmış kâğıt arasında bulunmuş.

Joyce mektuplardan önce, o sıralar bulunduğu Calvados’taki Mer kasabasından 4 yaşındaki torununa, büyükleri atlatmak için Truva atı gibi küçük bir hileyle, içi şeker dolu bir kedi göndermiş. İlk mektup olan “Kedi ile Şeytan”ın girişinde bundan söz ederek gönderdiği Beaugency kedisinin hikâyesini anlatmaya başlar. Mektupların ikisinde de kedilerin yer almış olması, torunu ile Joyce’un bu sevimli kahramanları çok sevdiklerini ve onlardan konuşmadan edemediklerini bize düşündürür.

İkinci mektup olan Kopenhag’ın Kedileri, 5 Eylül 1936 tarihli. Yazar, Mer’den sonraki durağı Kopenhag’tan da bir mektup yollamakta ama maalesef bu şehirden Stephan’a bir kedi gönderememektedir, çünkü Kopenhag’da hiç kedi yoktur. Şehirde balık ve bisiklet dolu olmasına rağmen kediler ve polisler ortalıkta görünmez. Çünkü Danimarkalı polisler tüm gün evlerinde yatıp purolarını tüttürerek kaymaklı süt –yani çocukların hiç sevmediği bir şey- içerler. Öyküde Kopenhag’ın polisleriyle kediler arasında karşılaştırmaya dayalı bir ilinti kurulur, illüstrasyonlar da bunu destekler. Polisler evlerinde yata dursunlar kırmızı giysili postacılar evlere, mektuplar, telgraflar ve kartpostallar taşımaktadır. (Kopenhag’ın bu kırmızı ceketli postacıları Joyce’un epey ilgisi çekmiş olmalı ki yalnız bu mektubuna değil Finnegans Wake adlı eserine de bir kahraman olarak girmiş.) Joyce, postacıların taşıdıkları mektupların içeriğinden de bahseder. Burada hem torunuyla kurdukları imgeler dünyasına, hem daha önceki mektubunda söz ettiği hileli Beaugency kedisine hem de zannımca mevcut sosyal yapıya göndermeler yapmakta, otorite karşıtı eleştirel bakışını da hissettirmektedir. Joyce şehre bir dahaki gelişinde yanında bir kedi getirecektir, çünkü kediler Danimarkalılara polislerden buyruk almadan karşıdan karşıya nasıl geçileceğini ve polislere de nasıl davranmaları gerektiğini öğretebilirler. Üstelik kediler sepetler dolusu balık varken asla kaymaklı süt içmezler.

Kopenhag’ın Kedileri soyut ve sembolik dille kaleme alınmış, bir küçürek öyküdür. Her ne kadar minik Stephan’a yazılmış olsa da tam anlamıyla bir çocuk öyküsü olduğu söylenemez. Tabii hemen şunu ekleyelim, alegorik olarak kurulmuş bu eğlenceli öykünün mesajlarını çözebilmek için Kopenhag’ın Kedileri’ni tekrar tekrar okuyup üzerinde düşünmek gerek. Bu kitabı bir defa okumakla bitiremezsiniz.




[1] http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/joyce-cevirmeni-oldum-sonunda-350673

Tuba Dere, Ayraç Dergisi, s.89'da yayınlanmıştır.

Kopenhag'ın Kedileri, James Joyce, hep kitap

30 Ocak 2017 Pazartesi

Çantasızlar Kampı’ndaki Buluşma

Çocukluk çağlarının en güzel zaman dilimi hiç kuşkusuz yaz tatilleridir. Çocukların, arkadaşları ve akraba çocuklarıyla bir araya geldikleri, okulla ilgili sorumluluklardan sıyrılarak gönüllerince oynayıp eğlenebildikleri tatillerin tadı asla unutulmaz. İşte böyle, adı üzerinde, yükü ve sorumluluğu temsil eden “çanta”dan kurtulunmuş, özgürce yaşanan bir yaz tatilini anlatıyor Behçet Çelik’in ilk çocuk romanı Çantasızlar Kampı. Başındaki ithafa bakılırsa yazar, romandaki bazı hikâyeleri birkaç çocuktan ödünç almış ama kitabın konusu biz yetişkinler için bile ilgi çekici.

Romanın kahramanı olan beş afacanı yaz tatilinde bir araya getirmek, akrabaları olan Ufuk Amca’nın fikridir. Onlarla ilgilenmenin güçlüğünü ve çocukların bir araya geldiklerinde birer canavara dönüşebileceğini bilen ebeveynler onun bu fikrine itiraz etse de Ufuk, bu tatil planında kararlı ve isteklidir, ne kadar isabetli bir karar verdiğini de zaman geçince daha iyi anlar. Çocuklar farklı ailelerden gelirler. Kerem’le Defne yani ikizler Almanya’da yaşamaktadır, bu kamp onların yaz tatili için Türkiye’ye geldikleri zamana denk getirilir, dolayısıyla ikizler, aynı zamanda Ufuk ve ailesinin yatılı misafiridir. Vedat ve abisi Baran ayrıca Zeynep de Ufuk’la aynı şehirde yaşamaktadır. Onlar da Ali Dede’yle Ayşe Nene’nin evine gündüzleri misafir olurlar.

Ufuk, ilk günlerde çocuklara, grup ruhu kazandırmak için, birlikte bir ad bulmalarını önerir. Çocukların isim arayışları bile oyunlarında olduğu gibi çatışmalara neden olur. Sonunda Ufuk’un teklifi olan, “Çantasızlar” adı hepsi tarafından benimsenir. Çantasızlar henüz yolun başında bir kedi kurtarma operasyonuyla, gruptaki dayanışmanın ve beraberlik ruhunun farkına varırlar. Gün boyu birlikte olan çocuklar, önceleri bilgisayar oyunlarıyla ilgilenip her şey için tartışırlar, hatta bu tartışmalar içlerinden birinin ağlamasıyla sona erebilir. Çünkü çocuklar aralarında cinsiyet ve yaş ayrımının keskin olduğu yaşlardadırlar. Ancak daha sonra Akif Dede’nin evini ve bahçesini keşfetmek onların gündemini değiştirir.

Akif Dede mahallede, metruk bir apartmanda tek başına yaşayan; evi, bahçesi ve kendisi kimsesiz kalmış bir ihtiyardır. Çocuklar için apartmanlar arasında bulunan bir cennet gibidir onun bahçesi. Hele evinin karşısındaki boş daire, kısa sürede Çantasızlar için “yuva” adını verdikleri bir oyun mekânı hâline gelir. Ama apartmanın diğer sahipleri orasının yıkılıp yerine büyük bir bina yapılmasını istemektedir, çocukların gidip gelmesinden rahatsızlık duyarak boş dairenin kapısına bir süre sonra kocaman bir asma kilit vurur, dahası çirkin oyunlar oynarlar. Bu durum karşısında hayal kırıklığına uğrayan ve üzülen afacanlar, hep beraber Akif Dede’nin sorununa odaklanıp üzerinde kafa yormaya başlarlar. Asıl aralarındaki kaynaşma bundan sonra gerçekleşir ve heyecan burada başlar. Geçen süre zarfında çocuklar, birlikte oynamaya ve sorunlarını çözmeye de alışırlar. Yaratıcılık ve cesaretleri sayesinde durumla ilgili çözüm arayışları elbette sonuçsuz kalmaz, sürekli yeni fikirler üretilir, bu arada Çantasızlar’a en büyük yardım da çocukların en iyi arkadaşı kedilerden gelir. Korkusuzca atıldıkları macerada çocuklar Akif Dede’nin yeğeniyle aralarındaki gerginliğin giderilmesini ve evle ilgili isteklerinin gerçekleşmesini sağlarken, ağaçları, bahçeyi, çocukça düşleri de insan ve değer öğüten çarkların dişlilerinden kurtarmış olurlar. Bu, çocuklar için unutulmaz bir deneyimdir.

Emanet çocukların tehlikeli sularda dolaştığını öğrenen Ufuk, bir yetişkin olarak telaşlansa da çocuklardan öğrenilecek çok şey olduğunu bilir neyse ki. Bazen bir yetişkin kadar olgun ve akıllı olan Çantasızlar bazen de çocuk olduklarını kimseye unutturmayacak kadar çılgın davranabilirler. Her an yeni bir şeyle Ufuk’u ve diğer büyükleri şaşırtmaktan geri kalmazlar. Oyunları, aralarındaki tartışmalar, adalet anlayışları, grupça belirledikleri kurallar ve yaptırımlar, bunlara uymayana kestikleri ceza, sorunlara yaklaşım biçimleri hep yetişkinlere ders verecek niteliktedir. Yaratıcılıkları sayesinde kolayca kendilerine göre bir dünya yaratabililer, bir anda bir evcilik hatta bir kovboy filmi senaryosu yazıp oynayabildiklerini görürüz romanda. Yazar, çocukların dünyasına Ufuk Amca’nın gözünden bakarak yetişkinlerle çocukların sorunlara yaklaşımındaki farklılıkları ortaya koyar. Birkaç dakika önce yapılmış hararetli bir tartışma yahut kavga çocuk dünyasında, biraz sonra oynanacak neşeli bir oyuna engel değildir. Çocuklar küslüklerin üzerinden atlayıp yola devam edebiliyorlar, Ufuk da bu nedenle ara sıra “Keşke büyükler de…” diye başlayan cümleler kuruyor.  

Çantasızlar Kampı’nda dur durak bilmeyen çocuklukla yavaşlayan yaşlılık arasında bir ilişki ağı kurmuş Behçet Çelik. Hepimizin hasret duyduğu çocukluğumuza yüzünü dönerek eskilerle yenileri buluşturmuş. Romanda Akif ve Ali Dede’ler, Ayşe Nene, Ufuk ve çocuklar üçgeninde üç kuşak bir araya geliyor. Kuşaklar birbirlerinin hayatlarına, sohbetlerine tanık oluyorlar, aradaki mesafe kayboluyor. Ufuk, yaşlılarla çocuklar arasında köprü vazifesi görüyor. Çocuklar yetişkinlerin sevgi, anlayış ve hoşgörüsüyle kuşatılıyorlar; bu sayede kendi dünyalarının güzelliklerini, renklerini ve zenginliklerini ortaya koyup adeta büyüklere bir hediye gibi sunuyorlar. Bu nedenle Çantasızlar Kampı içimizi ısıtıp ruhumuzu ışıtıyor.

Bir yetişkin yazarı olan Behçet Çelik’in çocuklar için yazarken de başarılı olabileceğini gösteriyor bu ilk roman. Yazar kendine özgü bakışı, dili ve hikâye etme metoduyla, “çocuğa göre”liği iyi harmanlamış. Bence Çantasızlar Kampı’nı sadece çocuklar değil, yetişkinler de okumalılar. Zira birlik, beraberlik, barış ve dostluk adına çocuklardan öğrenilecek ne çok şey var.

Tuba Dere
Ayraç Dergisi s.87'de yayınlanmıştır.

Behçet Çelik, Çantasızlar Kampı, Günışığı Kitaplığı